Padova'dan yola çıkıp hedef Venedik diyoruz ancak GPS imiz yeni yapılan otobanı tanımayıp bize tarlada gidiyoruz muamelesi yapıyor. Anlıyoruz ki çıkışı kaçırdık. ilk çıkıştan çık kuralından buluyoruz yolu, Mestre'den trenle devam edeceğiz. Ancak arabayla istasyona kadar gitmek mümkün olmuyor bir türlü. Yolumuzu tren rayı önünde kırmızı ışık kesiyor. En az bir 40 dakika kadar tren yolunun önünde kuyrukta bekliyoruz. Nihayet kol kalkıyor ve geçiş izni alıyoruz. Ancak önce bir market bulmalıyız. Malum kahvaltıları otelde yapmayı reddetmiştik. GPS e soruyoruz en yakın market olarak COOP'u gösteriyor bize. İsviçre'den alışığız bu isme. Hemen bulup alışverişi yapıp çıkıyoruz.
Biraz serinmiş market...
Sıra bir park bulmaya geldi, gps onu da buluyor bize hemen. Can italyan arkadaşlarının bisikletlerine sulanıyor. Çocuk her yerde çocuk, vermek istemiyor tabi, hemen itiraz geliyor. Ebeveynleri de -"lei é piccola piccola" deyip bizim Can'a izin vermelerini öğütlüyorlar... Sohbet açıyorlar ama italyancamız yeterli gelmeyince anlayıveriyorlar. Çok samimiler, güleryüzlüler...
Bizim yolumuz uzun deyip kalkıyoruz, araba park yeri bulmamız gerekiyor. Arabayı istasyona daha yakın parkedelim diyoruz. Parkyeri bulduk, istasnyona girdik, tren biletini aldık, trene bindik diyene kadar saat oluyor 12.30, sonunda varıyoruz Venedik'e, güzel bir yola açılıyor, karşımızda güzelim deniz manzarası... Haydarpaşa tren istasyonunu hatırlatıyor bana. Bu manzarayı çekmeyi unutmuşuz... Merdivenler kesiyor yolumuzu, çocuk arabasını taşımaya buradan başlıyoruz. Burada sokaklar ve caddeler çoğunlukla kanallardan oluşuyor. Hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde köprülerin hiçbirinde merdiven dışında çocuk arabaları için düz geçit olmadığını görüyor ve eyvah diyoruz.
Ah bu köprülerin elinden çok çektik... Çocuk arabasıyla o kadar zor oldu ki, hava sıcak... Sırtımızda çantalar... Kanalların etrafı çoğunlukla açık, bir çocuğun düşmesi an meselesi yani. Yere de bırakamıyoruz Can Paşa'yı...
Tipik bir Venedik evi, eskimiş tuğlalar, penceresinde rengarenk çiçekler, hiç bozulmamış, el değmemiş buraya...
Pencereye asılmış çamaşırlar... Bu görüntü tanıdık geliyor...
Ah bu köprüler köprüler... Ne zor sizi aşmak, sokaktan karşıya geçmek bu kadar zor olabilir ancak... Tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olanların gezemeyeceği bir şehir Venedik...
Çocuk arabasıyla gelen ailelerde de kısa sürede terketmek hissi uyandıran bir şehir aynı zamanda...
Maske fotoğrafları yanımda olmadığı için şimdilik bu ekmek maskeleriyle yetinelim. Diğerlerini ekleyeceğim ilk fırsatta...
Envai çeşit maskelerin olduğu dükkanlar var burada. Venedik her yıl şubat ayında düzenlenen Maskeli şenliği ile ünlü.
Venedik'in de bir pazarı var...
Kapı önüne parketmiş arabalar vardır, burada ise kapı önüne parketmiş tekneler...
Venedik'de yaşamak istiyorsanız araba sevdanızı bir kenara bırakmanız gerek.
Çiçek kültürüm olmadığı için resimdeki çiçeklerin ne olduğunu sizlere sormak istiyorum... Ne kadar güzel tasarlanmış...
La Gondola... Haliç'deki Saltanat kayığını anımsatıyor.
Saint Marco Meydanı...
İnternetten araştırma yapıp şu bilgilere ulaştım.
Kaynak: http://www.italyaonline.net/Italya/sehirler/venedik/tarihi_notlar.htm
Venedik, barbar işgalcilerden kaçacak bir sığınak bulmak amacı ile anakaradan Laguna'ya geçmeye zorlanan yerli halk tarafından M.S. 811 yılında kurulmuştur.
823 yılında kemikleri İskenderiye'den Venedik'e getirilen San Marco (St. Mark the Evangelist), kanatlı aslan olarak tasvir edilerek şehrin koruyucu Azizi ünvanını almıştır.
Venedik'in gerileme dönemi, sanatsal gelişme dönemi ile çakışır. İstanbul'un Türkler tarafından ele geçirilmesiyle gerileme dönemi başlar. Amerika'nın keşfi ticaret yolunun değişmesine sebep olur. Venedik, 1500'de Kıbrısı ele geçiren Türklerle bitmek bilmeyen bir savaş mücadelesine girmek zorunda kalır ve 1571'de yapılan Lepanto deniz savaşı, savaş sırasında önemli bir rol üstlenen Venedikliler sayesinde zaferle neticelenir. Fakat, 17. yüzyılda, Türklerin Giriti yirmi beş yıl kuşatmanın ardından ele geçirmesi çöküşün kanıtı olur.
Huzur Dolu Cumhuriyet - La Serenissima - 1797 yılında son bulur. İşgalciler tekrar geldiğinde ve Avusturya'ya karşı üstünlük gösteren Napolyon, bir zamanların güçlü deniz cumhuriyetini ele geçirdiğinde, Onlar Meclisi anayasayı yok etmişlerdir. 1866 yılında şehir tekrar, yeni kurulmuş olan İtalya Krallığı'nının eline geçer.
Artık burada bir mola veriyoruz... Can bir Türkiye'ye telefon etmek istedi. Arkadaşlarını özlemiş...
-Aluuu!!!
Mete!, Ece!, Batuhan!, Sencer!, Tuana!, Alp!...
30 Temmuz 2009 Perşembe
15 Temmuz 2009 Çarşamba
ANDIAMO A PADOVA!
İstemeyerek ayrılıyoruz Milano'dan... Gelmişken Venedik'e uğramadan olmaz, iki saat mesafe altüstü deyip düşüyoruz yollara...
Ancak Venedik öncesinde Padova varmış deyip konaklama yeri olarak da burayı seçiyoruz. Yarım saat uzaklıktayız Venedik'e ne de olsa, yarın sabah erkenden çıkar gideriz diyoruz ama Padova bizi esir alıyor adeta...
Gerçekten de çok çok iyi bir karar vermişiz. Padova nefis bir şehir. Milano ile Venedik'in karması sanki. Her yer tarih...
Azizleri ile ünlü burası, her yerde karşılaşıyoruz, selam veriyorlar halka...
Kaldığımız otel bir Fransız oteller zinciri ve maalesef İtalyan lezzetlerinden nasibini almamış. Bol kuruvasan eşliğinde kahvaltılar yapıyoruz ancak tak ediyor artık canıma. Bir pazar buluyoruz burada, meğer ne çeşitleri varmış şu domatesin...
Hemen alıyorum, ertesi sabah için planımı yapıyorum. Peynir, zeytin çeşitleri ve baget ekmek de ayarlayıveriyorum marketten hemen. Otelin tatlı kuruvasanlarından, domuz salamlarından, tuhaf peynirlerden kurtuluyoruz. En tanıdık peynir Labnedir deyip yanında domates, salatalık, yeşil ve siyah zeytinden oluşan kahvaltımızı ediyoruz güzel bir park bulup... Bu domates de dolmalık biber gibi sanki, ilk defa görüyorum. Meraktan 1-2 tane de bundan alıyorum. Bizim köy domateslerine benziyor ama aynısı değil kesinlikle...
ertesi gün yine başka domatesler görüp onlardan da alıyorum. Patlıcan'ı da ilk defa İtalya'da görüyorum. İsviçre'de hiç yoktu marketlerde...
Evet artık dolaşıp fotoğraf çekebiliriz. Meydanlar cıvıl cıvıl, insanlar şıkır şıkır ama ben kafayı kapı kollarına takmış durumdayım nedense...
Hepsi de birbirinden farklı farklı bunların. Aynı gibi duruyorlar ama değiller
Akşam güneş batmaya yakın gölgeler oluşmaya başlıyor. Bu pencerenin görüntüsü takılıyor obektife...
Dönüp dolaşıp kendimizi yine St. Antonio Basilikasının meydanında buluyoruz. Son enerjimizi de burada harcıyoruz.
Ama birilerinin enerjisi bitmemiş, dönmek istemiyor, tokatı yiyoruz!!!
Hadi bakalım göster bize yolu GPS kardeş...
Bu arada GPS gerçekten inanılmaz, sizi şaşırtıp yolunuzu da uzatabiliyor. Yeni yapılan bir otobanı görmeyip size bir tarlada 120 km hızla gidiyorsunuz muamelesi de yapabiliyor. Ama çoğu zamanda inanılmaz bir şekilde nokta atışı yapmanızı da sağlıyor. Bizi şaşırtan diğer şey ise İsviçre'den aldığımız GPS'in içinden Türkçe yazılım seçeneğinin de çıkmış olmasıydı. Dilimizi hiç bir yerde görmeye alışkın olmadığımızdan, işe bak deyip dinliyoruz Türkçe konuşan hanımı... "100 mt sonra sola dön..."
Padova'dan otele dönerken şöyle bir gözümüze çarpan O da ne dedirten bir ilan ile karşılaşıyoruz..
Bülent Abla ne işin var Padova'da :)
Akşam yemeğini nerede yediğimize gelince, İkea'da...
İtalya'ya gidilir de yemek İkea'da yenir mi demeyin. 2 yaşında bir çocukla gidilebilecek en iyi yer bence... Otobanda görür görmez kararımızı verip işaretlemiştik buraya gelelim yemeğe diye. Doğruda yapmışız. Makarnalar gayet Al dente idi:) İsveç köftesi de her yerde isveç köftesi işte:)
Ancak Venedik öncesinde Padova varmış deyip konaklama yeri olarak da burayı seçiyoruz. Yarım saat uzaklıktayız Venedik'e ne de olsa, yarın sabah erkenden çıkar gideriz diyoruz ama Padova bizi esir alıyor adeta...
Gerçekten de çok çok iyi bir karar vermişiz. Padova nefis bir şehir. Milano ile Venedik'in karması sanki. Her yer tarih...
Azizleri ile ünlü burası, her yerde karşılaşıyoruz, selam veriyorlar halka...
Kaldığımız otel bir Fransız oteller zinciri ve maalesef İtalyan lezzetlerinden nasibini almamış. Bol kuruvasan eşliğinde kahvaltılar yapıyoruz ancak tak ediyor artık canıma. Bir pazar buluyoruz burada, meğer ne çeşitleri varmış şu domatesin...
Hemen alıyorum, ertesi sabah için planımı yapıyorum. Peynir, zeytin çeşitleri ve baget ekmek de ayarlayıveriyorum marketten hemen. Otelin tatlı kuruvasanlarından, domuz salamlarından, tuhaf peynirlerden kurtuluyoruz. En tanıdık peynir Labnedir deyip yanında domates, salatalık, yeşil ve siyah zeytinden oluşan kahvaltımızı ediyoruz güzel bir park bulup... Bu domates de dolmalık biber gibi sanki, ilk defa görüyorum. Meraktan 1-2 tane de bundan alıyorum. Bizim köy domateslerine benziyor ama aynısı değil kesinlikle...
ertesi gün yine başka domatesler görüp onlardan da alıyorum. Patlıcan'ı da ilk defa İtalya'da görüyorum. İsviçre'de hiç yoktu marketlerde...
Evet artık dolaşıp fotoğraf çekebiliriz. Meydanlar cıvıl cıvıl, insanlar şıkır şıkır ama ben kafayı kapı kollarına takmış durumdayım nedense...
Hepsi de birbirinden farklı farklı bunların. Aynı gibi duruyorlar ama değiller
Akşam güneş batmaya yakın gölgeler oluşmaya başlıyor. Bu pencerenin görüntüsü takılıyor obektife...
Dönüp dolaşıp kendimizi yine St. Antonio Basilikasının meydanında buluyoruz. Son enerjimizi de burada harcıyoruz.
Ama birilerinin enerjisi bitmemiş, dönmek istemiyor, tokatı yiyoruz!!!
Hadi bakalım göster bize yolu GPS kardeş...
Bu arada GPS gerçekten inanılmaz, sizi şaşırtıp yolunuzu da uzatabiliyor. Yeni yapılan bir otobanı görmeyip size bir tarlada 120 km hızla gidiyorsunuz muamelesi de yapabiliyor. Ama çoğu zamanda inanılmaz bir şekilde nokta atışı yapmanızı da sağlıyor. Bizi şaşırtan diğer şey ise İsviçre'den aldığımız GPS'in içinden Türkçe yazılım seçeneğinin de çıkmış olmasıydı. Dilimizi hiç bir yerde görmeye alışkın olmadığımızdan, işe bak deyip dinliyoruz Türkçe konuşan hanımı... "100 mt sonra sola dön..."
Padova'dan otele dönerken şöyle bir gözümüze çarpan O da ne dedirten bir ilan ile karşılaşıyoruz..
Bülent Abla ne işin var Padova'da :)
Akşam yemeğini nerede yediğimize gelince, İkea'da...
İtalya'ya gidilir de yemek İkea'da yenir mi demeyin. 2 yaşında bir çocukla gidilebilecek en iyi yer bence... Otobanda görür görmez kararımızı verip işaretlemiştik buraya gelelim yemeğe diye. Doğruda yapmışız. Makarnalar gayet Al dente idi:) İsveç köftesi de her yerde isveç köftesi işte:)
8 Temmuz 2009 Çarşamba
MILANO: ELİT ŞEHİR...
Milano gerçekten bizim beğenimizi kazanan bir şehir oldu. İnsanlar şık, kibar, sempatik... Mağaza vitrinleri olabildiğine şık tasarlanmış. Orada ki vitrinlerin resmini çekip gelsem ve onları uygulasam paparazziler değil ama şık giyinmeyi seven hanımların epey ilgisini ve merakını çekerdim eminim. Renk uyumu, kombinasyonlar ancak bu kadar zevkli olabilir. Seyretmelik değil giyilmelik tasarlanmıştı... Size örnek sunamadığım için üzgünüm. Fotoğraf çekmek gelmedi o vakit aklıma, yanlış anlaşılmasından da çekindim biraz. Ama son derece pişmanım. Beni uzun süre idare edecek ipuçları verecekti bu fotoğraflar. Şimdi sadece hafızamda kalanlarla idare etmek durumundayım....
Sonradan öğreniyoruz ki İtalya'nın kuzeyi ile güneyi arasında ülke değiştirmişçesine fark varmış. Biz iyi olan kesimi görmüşüz. Bu gezide, güneye inip de bu farka tanık olma fırsatımız olmadı ama ilerde umarım olur. Duomo; Milano'nun incisi diyorum ben ona. Beyazlığı ile çok uzaktan ışıldıyor. İçine sırayla girebiliyoruz eşimle, Can gürültü yapıyor çünkü, içerde sessiz olmak lazım..
Etkilenerek çıkıyoruz kathedralden...
İtalya'da da tramvaylar var. Çok benziyorlar bizdekilere... Geçen haftasonu Defacto mağazasından taksim tramvaylarının resmedildiği bir t-shirt aldım kendime. İlerde anı olarak yaşamak için size de öneririm. İstanbul'a ait bir nostaljiyi üzerimde taşımaktan ve sergilemekten keyif alacağımı düşündüm...
Elit bir şehir diyorum ya, bisiklete binen hanımefendiler o kadar şık ve bir o kadar zariflerdi ki, elit olarak nitelendirmemizde büyük paya sahipler...
Duomo'nun hemen karşısında Viktoria Emanuel Çarşısı karşılıyor. İçinde genelde lüks markaların mağazaları var.
Duomo'yu ve Emanuel Çarşısını gezdikten sonra biraz ilerde meydanda bizi bir palyaço karşılıyor. Yaptığı gösteriyle gönlümüzde taht kurdu.
Bu palyaçonun gösterisinde kullandıklarına gelince, yoldan gelip geçen insanlar, özellikle de çocuklar yakayı kurtaramıyorlar... Kulağında müzik dinliyor, ayağında paten. Yakında buraya bir videosunu eklemek istiyorum.
Zor iş yalnız, sıcakta oyun sırasında bir çocuk düşüp de dizini incitince onu tekrar güldürebilmek için epey uğraştı...
Acıkmaya başlıyoruz ama hayır hayır kendimize hakim olup abur cubur yemeden incecik pizza yiyeceğiz akşama...
Bir dondurmaya hayır demeyiz ama:)
Bir anda bizi şaşırtan güldüren bir manzarayla karşılaşıyoruz. Recep İvedik filmi Milano'da çevriliyor sanki. Küçük mini mini bir araba, içinde devasa Recep İvedik'in italyan versiyonu, arabası bozulmuş, uğraşıyor sıcakta...
Castello Sforzescoyu tesadüfen buluyoruz. Nedense gps e güvenip hiç harita almamışız. İyi ki burayı görmeden gitmemişiz, içeride ilerleyince çok güzel bir park kaşılayacak bizi... Can'ın ve dolayısıyla bizim çok eğleneceğimiz bir park..
Parkta İtalyanların arasında buluyoruz kendimizi... İlerde zenciler davullar çalıyorlar. Çoğunluk onları seyrediyor. Biz de oturuyoruz çimlere, Can'ın tam aradığı yer, bütün gün arabasında dolaşmaktan sıkılmış parkta herkese sataşıyor. Bu amca ile de oynuyorlar. Can yanına gidiyor, amcam aslan kükremesi yapıyor, bizimki korkmuş numarası yapıp kaçıyor, birazdan tekrar gidiyor yanına, hoşuma gidiyor Can'a ilgi gösterip oynamaları. Ardından zenci çocuklarla oynamaya başlıyor Can, oğlumu aralarına alıp oyunlarına ortak ediyorlar. Dil ayrılığı renk ayrılığı hiç problem olmuyor. Beni mutlu eden bir başka manzara bu...
Parkta epey bir vakit geçirdikten sonra zor bela Can'ı alıp geri dönüyoruz. Can isyan ediyor. Ama anne baba çok yorgun, otele geri dönüp, yarın ki yolculuk için dinlenmemiz gerek...
İlginç bir uygulama ile karşılaşıyoruz. Bisiklet kiralayabiliyorsunuz burada...
Milano'yu bu kadar gezmek yeter, yarın ki yolculuğumuz nereye?
5 Temmuz 2009 Pazar
LACHIATE MI CANTARE con la guitarra in mano...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)