31 Mart 2009 Salı

Bir de Tayyip'e laf ediyorlar....

(Soranlar oldu, o yüzden yayınlıyorum. Yanlış Cumhuriyet'ten sf. 70-73)

Bir siyasi liderin düşünsel yapısını değerlendirirken, günün siyasi gereklerine göre yoğrulmuş birtakım bilinçli formülasyonlardan çok, bunların arkasındaki zihniyete ışık tutan ipuçlarını araştırmak bazan daha aydınlatıcı olabilir. Nutuk, bu açıdan zengin derslerle doludur.

Nutuk'ta ilk dikkati çeken nokta, Milli Mücadele sırasında ve sonrasında herhangi bir nedenle ve herhangi bir ölçüde Gazi'nin emir ve iradesine karşı çıkmış olan istisnasız herkesin,vatan haini, satılmış, özel çıkarlar peşinde koşan, ya da en hafifinden gayrıciddi veya aptal kimseler olarak sunulmalarıdır. Dürüst, vatansever, ve az çok zekâ sahibi oldukları halde kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeyebilecek kişilerin varlığı, reisicumhurun kabul ettiği ihtimaller arasında bulunmaz.

Atatürk'ün, görüş veya eylemlerini tasvip etmediği kişiler için Nutuk'ta kullandığı deyimlerin bazıları şöyledir:
"Bedbaht",
"insanlık evsafından mahrum",
"şuuru milliyi felce uğratmak",
"hainane teşebbüsat",
"menfi ruhlu kimseler",
"zavallılar",
"zevatı malumenin hıyaneti",
"zatı gafil",
"her türlü habaset ve hıyanet ve acz ü meskenet",
"şeytanetkâr tedbirlerle milleti iğfal etmek",
"şahsi hırs ve menfaat veya hiç olmazsa cehalet",
"aciz zavallılar",
"akıl ve ferasetlerindeki mahdudiyet",
"tab' ve ahlaklarındaki za'ıf ve tereddüt",
"milleti zehirlemek",
"akl-ı eblehfiribane",
"milleti iğfal ve meskenete irca maksadı güdenler",
"nazır diye toplanmış birtakım sebükmağzan",
"alçak bir padişahın deni fikirleri",
"heyeti fesadiye",
"ahlaksızlıklarıyla tanınmış eşhas",
"sakim ve hayvanca bir düşünce",
"bihissü idrak insanlar",
"eblehane, echelane ve miskinane hareket",
"miskin ve adi",
"düşman aleti",
"teşebbüsatı mela­net­kârane",
"fesat tohumları",
"eşhası muzırra",
"hafif",
"memleketi başt­an başa ateşe vermek için olanca vüs u gayretiyle çalışmak",
"maksadı mahsusu hainane ile teşkil edildikleri mevsuk",
"menhus zevat",
"korkak",
"namus ve mukaddesat hakkında laubali ve gayrı­hassas",
"cebin, imansız, cahil",
"çirkin gururlarını tatmin",
"ikbal, haset, vehim ve ila gibi avamil ile hareket edenler",
"hayasızlık",
"adi bir mahluk",
"paralı uşak",
"millet meclisine kadar girebilmiş vatansızlar",
"hayasız, hadnaşinas, küstah ve boğaz tokluğuna düşman casusluğu yapacak kadar pest ve erzil tıynette",
"aciz ve korkak insanlar",
"müfsid mikroplar",
"sefil",
"idrak ve vicdandan yoksun",
"mülevves bir tahtın, çürümüş, çökmüş ayakları",
"aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk",
"pespaye",
"bir vehim ve hayal için Türk halkını mahvetmek isteyenler",
"alçakça ve caniyane maksat",
"gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet".

Burada sözü edilenlerin ezici çoğunluğu, ilginçtir ki, Milli Mücadeleye Mustafa Kemal ile birlikte atılmış ve o mücadelenin en ön saflarında yer almış, ancak bazı konularda farklı görüşlere sahip oldukları için Gazi'yle yolları ayrılmış olan insanlardır. Nutuk'un en sert polemikleri, bir yanda başta Rauf olmak üzere, Karabekir, Refet, Mersinli Cemal, Cafer Tayyar ve Nureddin Paşalar ve Celaleddin Arif Bey gibi Milli Mücadele önderlerine, diğer yanda Ahmet İzzet, Ali Rıza Paşalar gibi İstanbul hükümetlerinde Milli Mücadele yandaşları olarak tanınmış olan kişilere yöneltilir. İkinci planda ise, ülkenin çıkarına en uygun hareket tarzının ne olduğu konusunda, şu ya da bu gerekçeyle Milli Mücadelecilerden farklı düşünen kişiler vardır. Üstelik nutkun söylendiği tarihte bu insanların tümü iktidardan uzaklaştırılmış, birçoğu yurt dışına sürülmüş ve bazıları idam edilmiş bulunmaktadır. Yani, sıcak bir mücadelenin belki bir ölçüde haklı göstereceği bir şiddet veya infial burada sözkonusu değildir. Daha çok Gazi'nin mütehakkim kişiliğinden gelen bir tahammülsüzlük ağır basmaktadır.

Türk siyasi hayatına İttihat ve Terakki ile giren ve cumhuriyet döneminde süren bu üslup günümüzde de etkisini kaybetmiş değildir.

29 Mart 2009 Pazar

Vatan kurtardı, halifeyi kovdu, daha ne?

(Taraf gazetesi HerTaraf sayfası 29 Mart 2009)

Türker Alkan emekli kahvelerinin vazgeçilmez klasiklerini bir kez daha özetlemiş:

“Atatürk’ü başımıza gelen ve gelecek olan her türlü belâdan sorumlu bir felâket tanrısı gibi görenlerin neye itiraz ettiklerini anlamakta da zorlanıyorum doğrusu. Neye itiraz ediyorlar? Kurtuluş Savaşı’na mı? Saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına mı? Cumhuriyetin kurulmasına mı? Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne mi? Şeriatın işlemez kılınmasına mı? Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına mı? Laikliğin benimsenmesine mi? Son bir soru: Bu reformlar olmadan demokrasi kurulabilir miydi?” (Radikal, 22 Mart Pazar)

“Bkz: Hitler otoban yaptı o yüzden sevmiyorlar,” veya “Bkz: Stalin zamanında hırsızlık yoktu,” deyip geçmek mümkün. Ama biz öyle yapmayalım, etraflıca cevap verelim. Belki itirazları anlamakta zorlananlara faydamız dokunur.

Eskiler alıyorum, eskiciiSoruları geldiği sırayla cevaplayalım isterseniz. Sonra da sözü edilmeyen bir-iki taneyi ekleriz.

1. “Kurtuluş Savaşı” adıyla anlatılan yalanlar manzumesine, evet, itiraz ediyoruz.

Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.

Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918’de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatanmillet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.

İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.

Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben “anlamakta zorlanıyorum doğrusu”.

2. Padişahlığın kaldırılıp BU cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.

Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere’nin Fransa’dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?

Dünya Savaşı öncesi Türkiye’de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisi vardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923’te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?

1839’dan 1913’e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923’ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?

İran’da 1978’de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya’da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?

Hem 1920-1923’te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip “cumhuriyet” kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008’de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk’ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?

3. Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne itiraz etmiyoruz, hatta bunu dayatan Batılı “düşmanlarımıza” teşekkür ediyoruz.

Medeni Kanun’u adamlar Lozan’da dayattılar, çatır çatır kabul ettirdiler. Atatürk değil Hacı Abdülgaffar olsa yapacağı bir şey yoktu, kabul etmeye mecburdu.

Lozan’dan daha yüz sene önce dayattıkları, berikilerin de pek itiraz etmeden kabul ettiği şuydu: Gayrımüslim tebaaya İslam hukukunu uygulayamazsın. Eğer İslam hukukunu sürdüreceksen gayrımüslimler için ayrı mahkemeler kurmak zorundasın. Bunların adil olacağına güvenmediğimiz için de gayrımüslim tebaan için kapitülasyon adı verilen ek güvenceleri kabul edeceksin.

Lozan’ın kilit müzakere konularından biri buydu. Eski hukukunu sürdüreceksen, azınlıklar için eskisinden de beter kapitülasyonları kabul edeceksin, çünkü bu saatten sonra sana artık hiç güvenmeyiz dediler. Ankara da bunun üzerine, ehveni şer deyip, müslim ve gayrımüslime eşit olarak teşmil edilecek “laik” bir medeni hukuku getirmeye razı oldu. Olay budur.

Kaldı ki İstanbul Darülfünunu’nun Hukuk Fakültesinde 1880’lerden beri Batı usulü medeni hukuk mecburi dersti. 1910’larda da memleketin en kalburüstü hukuk talebesinden 10-15 kadarı devlet bursuyla Lozan Üniversitesine gidip medeni hukuk tahsil etmişti. Yani memleket ortaçağ karanlığında kıvranıyordu da Atam geldi Medeni Kanun getirdi, yok öyle şey.

4. Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına itiraz etmiyoruz, aferin Safvet Paşa diyoruz.

Ve konunun Atatürk’le alakasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye’de “çağdaş” dedikleri bugünkü sistemin temelleri 1830’larda atıldı, Safvet Paşa’nın 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Kanunuyla pekişti, Abdülhamit devrinde imparatorluğun taşrasına yayıldı. İlkokul-ortaokul-lise sistemi bu dönemin ürünüdür. Galatasaray gibi dünya çapında bir çağdaş lise 1868’de kuruldu. Maarif Vekâletine bağlı ilk kız liseleri 1882’de – yani Fransa ile aynı yıl – kuruldu. İstanbul Üniversitesi Abdülhamit’in fermanıyla 1900’de kuruldu.

Manastır’ın kör taşrasındaki askeri lise öğrencilerine 1890’larda Fransa’nın siyasi akımları ile çağdaş edebiyatı okutuluyordu, Fransızca olarak. Cumhuriyet’in “çağdaş” liselerinde sıkıysa dene, Şırnak’a sürerlerse gene şanslısın.

1921’de Ankara Meclisi’nin topladığı Maarif Kongresi’nin önde gelen kaygısı “şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür” oluşturmaktı. O günden beri de değişen bir şey yoktur.

1920-1938 döneminde Türkiye’de her düzeyde eğitimin nasıl yerinde saydığını, hatta gerilediğini, Yanlış Cumhuriyet’in 184-203 sayfalarında sayılarla izah ettim. Burada tekrarlamaya gerek yok. İnsan eski ezberleri tekrarlamadan önce merak eder bir okur demekle yetineyim.

*

Maamafih buraya kadar saydıklarımın hepsi detaydır, teferruattır. Çerez niyetine yazdım kabul edin. Farzedin ki bunların hepsinde onlar haklı biz haksızız: vatanı da Atatürk kurtardı, liseleri de O kurdu, kadınları da azat etti, cumhuriyet de illa ki çok iyi bir şeydir. Gene itiraz ederiz. Hem bunların hepsinden daha önemli bir zeminde itiraz ederiz. Çünkü,

5. Devlet reisinin görüş ve emirlerini reddeden herkesi alçak, soysuz, vatansız ve gizli emel sahibi hain ilan eden zorbalık diline itiraz ediyoruz.

Bu dil, bir toplumu kuşaklar boyu düzelmemecesine hasta eden ve çürüten bir dildir. Düşüncenin ve yaratıcılığın kaynaklarını kurutur. Korkuyu ve ikiyüzlülüğü bir hayat tarzı haline getirir. En cahil ve zorba olanın her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını meşrulaştırır.

Doksan yıldan beri kafası çalışan ve kahvehane muhabbeti dışında söyleyecek bir sözü olan herkese bu ülkeyi zindan eden bu dildir. Muasır medeniyetin tiksinerek söz ettiği bir gariban gettoya mahkûm eden de bu dildir.

Cumhuriyet bu dili kurucusundan öğrendi. Ulu Önder’in 1920-21’den sonraki her demecine, her söylevine, her cümlesine bakın: baştan aşağı tehditnamedir. Büyük Nutk’un her sayfasını, Önder’le öyle ya da böyle görüş ayrılığına düşen kişilere yönelik kan dondurucu küfürler süsler. Herhangi bir konuda Reisicumhur’dan farklı düşünen HERKES satılmıştır, HEPSİ düşman ajanıdır, imha edilmesi gereken zararlı unsurdur; hiç değilse aptal ve zevzektir.

Hem dürüst, vatansever ve az çok zekâ sahibi olacak, hem O’na kayıtsız şartsız itaat etmeyecek? Bu ihtimal, Nutuk sahibinin ve onun kurduğu Cumhuriyetin hayal sınırlarını zorlar.

De ki Reisicumhurun her dediği doğruydu (ki değildi), sadece dili bozuktu. O dil gene büyük bir felakettir: kendi kendini çoğaltır, Reisicumhur kadar parlak olmayan kişilerin elinde ölümcül bir silah olur. Bu zehirli gübre ile beslenen topraklarda Kılıç Ali’ler, Reşit Galip’ler, Recep Peker’ler yetişir. Çevik Bir’ler, Eruygur’lar, Tolon’lar, Büyükanıt’lar, ve henüz emekli olmamış olan niceleri yetişmeye devam eder.

Bir toplumun başına bundan daha büyük ne felaket gelebilir, bilmiyorum. Bu felaketi tüm anıları ve tüm sonuçlarıyla beraber memleket sathından silmeden hangi demokrasi nasıl kurulabilir, onu da bilmiyorum.

Nihayet en önemlisi,

6. “Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” diyen ahlaksızlık ideolojisine itiraz ediyoruz.

Ama sayfacı arkadaşlar “yazıyı çok uzatma okumazlar” dediği için onu da bir başka yazıya erteliyoruz.