20 Nisan 2009 Pazartesi

Açılım!

(Taraf gazetesi 20 Nisan 2009)


Hitler usulü ırkçı faşizmden vazgeçip Mussolini usulü rejim faşizmi yapmaya karar vermişler, ay kardeş bilemezsin ne kadar sevindik! 1930’lara kazık kaktılar diye üzülüyorduk, bak “açılım” yapmışlar, 1920’lere geri gitmişler, çocuklar gibi mutlu olmaz mıyız? Artık asit kuyusuna adam atarken Türk mü, Kürt mü diye bakmayacaklar. (Belki bin yıl sonra iyice medenileşip sünnete bile bakmazlar.) Neye bakacaklar peki? “Cumhuriyetin temel ilkelerine”, “Atatürk ilke ve inkılaplarına” bağlı mı, değil mi? O kadar! Ne kadar objektif, ne kadar “rasyonel”, sanki Weber mübarek!


“Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk denir” ne demektir? “İtalya Devletini kuran faşist halka İtalyan denir” ne demekse o demektir, Mussolini’nin sözüdür. Rejimin temsil ettiği siyasi değerlere bağlıysan öptük seni diyor: ister Kürt ol, ister Tirol Almanı yahut Sicilya Arabı, farketmez. Zorbalığı artık kimlik üzerinden yapmayacağız, itaat üzerinden yapacağız. Kalk Yirmiüçnisan şiiri söyle, seni affedelim.


Bunların “Cumhuriyet” dedikleri şey objektif bir statü değil, bir inanç sistemidir. “Bu ülkede doğan veya kendi iradesiyle en az beş sene burada yaşayan herkes Türkiyelidir, memleketin asli sahibidir, bu hakikati hiçbir Allahın kulu inkâr edemez” demiyor. Cumhuriyetinin vazgeçilmez ilkeleri var, temel değerleri var, peygamberi var, amentüsü var, 23 Nisanı var, denize dökülen düşmanı var, hain halifesi var, kahraman ordusu var, varoğlu var. Bunlara biat ettin, tamam. Etmedin ne olacak? O zaman diyor, senin VATANDAŞLIK hakkını yok sayıyorum. İnsan olmandan ve yurdunda yaşamandan ileri gelen temel saygıyı senden esirgiyorum. Seni vatan haini, soysuz, dahili ve harici bedhah, gaflet ve dalalet, alet, ajan, mürteci, düşman ve köpek ilan ediyorum. Adını değiştiriyorum, zorla saçını açıyorum, yedi ceddine sövmeyi devlet ayini mertebesine yükseltiyorum. Senin ölülerini leş, katillerini kahraman sayıyorum.


Bunu yaptıktan sonra, ister ensesinden vurup asit kuyusuna at, ister atmayıp besle, ne farkeder ki? Bugün konjonktür yumuşamadan yanadır, soft hakaretle yetinirsin; yarın rüzgâr döner, hepsini birden toplar itlaf edersin. Karşındakini – ki kendi vatandaşındır – insan yerine koymadıktan sonra, dişini sıkıp bir müddet “hoşgörü” numarası yapmışsın kimin neyinde?


Bu ülkede herkes asker değil, oniki yaşından beri her gün emir ve hakaret işiterek yetişmemiş. Onur sahibi bir insan için her gün bunların hakaretine maruz kalmaktansa bir kere ensesinden vurulmak evladır vesselam.

14 Nisan 2009 Salı

YAZMAK ve OKUMAK

IMG_0572_resize
Yazmak öyle bir tutku ki bir kez başladınız mı, bırakmanız mümkün değil…
Ortaokul yıllarımdan bu yana yazıyorum. Günlüklerim vardı, güzel sözleri yazdığım ayrı bir defterim vardı. Bir tarafına seçtiğim beğendiğim sözleri şiirleri yazardım. Arka tarafına ise kendi şiirlerimi…
Şiir yazardım bir dönem ciddi ciddi, lale devrini yaşamışım o dönemde sanki… Sonra tamamen bıraktım yazmayı, üniversiteye giriş sınavları, sonrada çıkabilmek için sınavlar, mezuniyet telaşı, iş arama telaşları, evlilik telaşı ve huzura eriş… Bu sefer başka bir boyutta yazmaya başladım. Önce myspace ile başladım, sonra ise blog dünyasına geçiş yaptım.
Can dünyaya gelene kadar da yoğun bir şekilde devam etti bu yazılar. Blogdan taşıp sanal dergilere uzandı yazmanın tutkusuyla. Bir dönem de akademik bir dergide yazdım mesleğimle ilgili… Sonra Can Paşa dünyaya geldi, ardından yeni işime başladım, yazmaya ayrılan vakit çok daraldı. İş dışında ki vaktimin çoğu Can idi. Halen de öyle… Blog dünyasına yazmak gittikçe daha zor olmaya başladı. Fotoğrafları aktarmak, seçmek, küçültmek, önce flickr’a sonra bloğa yüklemek zor gelmeye başladı. Bir yerde ip koptu ve bloğa artık yazamaz oldum. Baktım olmuyor, yazmak gerek, ben de kara kaplı bir Moleskine günlüğünü gözüme kestirip yazmaya bu şekilde devam ettim. 2009’un ilk gününden itibaren her gün yazıyorum.

IMG_0589_resize
Okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri, fırınımda pişenleri, kızgınlıklarımı, sevinçlerimi, hastalıkları, gezileri, düşünceleri ve en çok da Can’ı yazıyorum. Bugün şöyle yaptı bugün böyle yaptı şeklinde… Her haftanın sonunda ise benim için haftanın en güzel ve en kötü olayını yazıyorum.
IMG_0567_resize
Bazı günler oluyor hiçbir önemli olay geçmemiş oluyor hayatımda… Bu sefer de fikirlerimi yazıyorum o günle alakası olmasa da…
Bazı günler oluyor ki yazmaya fırsat olmuyor, üşenmiyorum geçmişe dönüp, o günü düşünüp yazıyorum günlüğe, o sayfayı boş bırakmıyorum…
IMG_0571_resize
Yazmak kesinlikle çok iyi geliyor, çalışan bir anne olmak kolay değil, kendinize hiç vakit ayıramadığınız günler geçiyor peş peşe, o zaman bu günlük imdadıma yetişiyor. Bazen günlük yetmiyor, daha büyük, yine kara kaplı bir ajandaya daha yazıyorum, uzun uzun, ta ki kendimi yenilenmiş hissedene kadar. Neyse ki bu deftere çok sık ihtiyacım olmuyor... Kasvetli kış mevsimini geride bıraktık.IMG_0585_resize
Yazmak kadar okumak da bir ihtiyaç oldu. İlkokul yıllarında başlayan bu tutku, üniversiteye hazırlık ve daha sonrasında da üniversiteden mezun olma çabalarıyla sekteye uğramıştı. Okunan kitaplar test kitaplarıydı, sonrasında da teknik kitaplar... Üniversitede bu tutkuya devam etsem de esas dönüşü evlenip düzenimi kurduktan sonra gerçekleştirdim. Zaman zaman kısa aralar versem de okumaya yaşamımın sonuna kadar devam edeceğim sanırım. Yazmak gibi bir tutku çünkü okumak da...
Son zamanlarda her gün 1 saatimi okumaya ayırır oldum düzenli olarak. Her yazarın okunmayı hak ettiğini düşünüyorum. Yeni bir kitaba, yeni bir yazara başlamak bir keşif yolculuğu gibi...
IMG_0596_resize
Okudukça yazma isteğimin daha da arttığını fark ettim. Aralarında garip bir ilişki olsa gerek... Ayrıca çevremdekilerin de okumasını ister oldum. Bu sebepten sürekli kitaplar tavsiye edip, tavsiyeler alır oldum. Okuduklarım üzerine, okunanlar üzerine sohbet çok güzeldi çünkü. Bu güzelliği yaşamak için çevremdekilerin de okuyor olması gerekiyordu. Şimdi Can üzerinde çalışıyorum. Henüz kitaplarla olan ilişkisi; benim ona okumama müsaade etmeden elimden alıp şöyle bir evirip çevirmek sonra yere koyup üstüne çıkıp yükselmeye çalışmaktan ibaret(kalın bir masal kitabımız var). Sanırım yanlış kitapla başlamış olmalıyız. Sevgili Meral'in tavsiyesi üzerine yeni kitaplarla bu çalışmalara devam edeceğiz.
Bu arada Meral benim hayranlıkla karışık şaşkınlık duyduğum bir anne. Biri 3 yaşında, biri 5 aylık dünya tatlısı iki bebeği var. Hiç kitap okumamak için fazlasıyla bahanesi var aslında ama bizi yanıltıyor, 2. bebeğinden sonra bile okumayı bırakmayan gerçek bir kitapsever. Pek çok kitabı okumama vesile olduğundan, örnek olduğundan, kendisine teşekkürü bir borç biliyorum...
Son zamanlarda güçlenen bu iki tutkumdan bahsetmek istedim sizlere. Bu sayfalardan uzaktayken neler yaptığımı merak edenler için, aslında kendim için de, içimde ki tutkuya dem vuramayıp da yazdım...

Tutkularınız bitmesin hiç...

13 Nisan 2009 Pazartesi

CARTE D'OR DAVETİ

Blog dünyasından uzaklaşınca etkinlikleri de kaçırır olmuştum. Bu durum beni üzüyordu açıkçası. Arkadaşlarımın biraraya gelip geçirdikleri keyifli etkinlikleri görünce, aralarında olamadığım için üzülüyordum. Emel'in vesile olmasıyla ben de haberdar oldum ve davet edildim bu etkinliklerden birine, şık bir e-davetiye ile...
Davetiyeyi gönderen Aylin Hanımı arayıp etkinliğin ne kadar süreceğini sormak istedim. Can Paşa yı ne kadar süre babasına emanet edeceğimi bilmek için... Aylin Hanım misafirinizi de getirebilirsiniz deyince, eşim geldi tabi aklıma, beraberinde de Can Paşa... Küçük bir hata yapmış olduğumun farkında değildim tabi. Can Paşa'nın yerinde durmayacağını, etkinlik boyunca yerinde durmayıp peşinden bir aşağı bir yukarı koşturacağımızı düşünemedim. Oysa ki planda eğer yaramazlık yaparlarsa dışarıya parka çıkmaları vardı. Ama hava o kadar soğuk ve rüzgarlıydı ki bu plan da altüst olmuştu...

Carte D'or ekibi çok samimi, çok nazik ve çok misafirperverdi. Kendimi çok iyi ağırlanan bir misafir gibi hissettim, Can'ın onca yaramazlıklarına rağmen...

Öncelikle çok güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamışlardı.


Can bile severek yedi... Çikolatalı keki sevdi en çok.

Eminim herkes benimle aynı fikirde, koyu bir muhabbet, fikir alış verişi vardı... Can'ın peşinden koşturmaktan dolayı ben pek katılamasam da...

Kahvaltının ardından çeşitli dondurma sunumları başladı... 4 çeşit farklı sunum vardı. Hepsinden de tatmış oldum.

Bu güzel misafirperverlik yetmiyormuş gibi hediyelerle uğurlandık.
Carte D'or yakında bloğu ile katılıyor aramıza...
Hoşgeldin aramıza diyor, bu güzel etkinlik için teşekkürlerimi iletiyorum Carte D'or ekibinin her bir üyesine tekrar tekrar...

12 Nisan 2009 Pazar

Örtmenim bu konular kitapta yazmıyor...

(Taraf gazetesi HerTaraf sayfası 12 Nisan 2009)


Çoluk çocuk durmadan yazıyor, sana okulda öğretmediler mi Atam vatanı kurtardı diye? Pes yani bu kadar bilgisizlik olmaz, bak ilkokul kitapları bile yazıyor. İlkokul kitaplarında YAZMAYAN bir şey gerçek olabilir mi? Feryadı basıyorlar: Örtmenim Sevan dersini çalışmamış!!


Halbuki ilkokul kitaplarında benim bildiğim bir sürü şeyi yazmıyorlar. Belki unutuyorlar, belki de vatanmillet edebiyatından sıra gelmiyor. Buyurun, aklıma gelenlerden bir demet sunayım. Daha bir sürü var, bunlar misal.


Dünya harbinde DÜŞMAN’ın amacı yurdumuzu bölmek parçalamak ele geçirmek sömürgeleştirmek değil miydi?


Birinci Dünya Savaşının son döneminde düşman savaştan sonra kurmak istediği düzeni herkesin anlayacağı şekilde açık seçik ilan etti. 5 Ocak 1918’de İngiltere Başbakanı Savaş Hedefleri deklarasyonunu yayınladı. Ondan üç gün sonra ABD Başkanı meşhur Ondört İlkesini açıkladı.


Türkiye’ye dair ikisinin söylediği neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır. A- Türkiye’nin nüfus çoğunluğu Türk olan kısmında sağlam, güçlü, güvenli (secure) bir devlet kurulmalıdır. B- Nüfusu Arap olan yerler Türkiye’den ayrılmalıdır; bu yerlerin “serbestçe” gelişmesi için galip devletler gerekli idareyi kurmalıdır. C- Türkiye’nin kalkınması için gerekirse bir veya birkaç devlet yardımcı olmalıdır. D- Savaş esnasında Almanya’nın Türkiye’ye verdiği devasa krediler silinmelidir. E- İstanbul Türkiye’ye bırakılmalıdır. F- Boğazlar galip devletlerin kontrolünde uluslararası trafiğe açılmalıdır.


Hepsi bu. Arzu eden bakıp okuyabilir, Wilson’s Fourteen Points veya Lloyd-George’s War Aims Declaration diye ararsanız her yerden bulunur. Sonra da bir zahmet Lozan Antlaşmasını okuyun, aradaki yedi farkı bulun. Ben şahsen bulamıyorum.


Neden bu yolu seçtiler? Hep sanırdım ki Rusya’daki ihtilal yüzündendir; 1917’de Rusya’ya Bolşevikler iktidara geldi, ondan korktular. Rusların İstanbul’a çıkmasını, yahut Anadolu üzerinden Akdeniz’e sarkmasını en büyük tehlike olarak gördüler. O yüzden sağlam bir Türkiye istediler. Çokuluslu eski yapının yürümediği yüz seneden beri belliydi. Nereden tutsan elinde kalan o yamalı bohça yüzünden büyük devletler dört-beş kez birbiriyle savaşmanın eşiğine gelmişti. O yüzden yeni Türkiye’nin imparatorluk sevdasından vazgeçmesini şart koştular.


Şimdi ta 1911 yılında İstanbul’daki İngiliz büyükelçisinin yazdığı analizleri okuyorum, hayrettir ki orada da hemen hemen aynı şeyleri demişler. Aman Türkiye’nin Anadolu’daki toprakları bölünmesin, yahut farklı devletlerin etki alanları kurulmasın, yoksa dünya savaşı çıkar... İngiltere’nin tek başına Türkiye üzerinde garantörlüğe soyunması da olmaz, tehlikelidir... En iyisi Batılı devletler ortaklaşa Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garantilesinler, reformlara yardımcı olsunlar. Ya da illa müdahale gerekiyorsa hep birlikte konsorsiyum halinde müdahale edilsin... Merak ederseniz Sir Louis Mallet’in raporu, Feroz Ahmad’in kitabında tam metni var.


Vatanımızı İŞGAL edip bütün kalelerini zaptetmediler mi? Bütün tersanelerine girmediler mi?


Ettiler tabii. Dünya savaşı çıkartıp yenilirsen seni de zaptederler. Hoşuna gitmiyorsa elalemin dünya savaşına girme, gireceksen de yenilme.


Ama askeri işgal başka şeydir, ilhak (el koyma, istimlak etme, “bura benimdir” deme) başka şeydir. Adamlar Türkiye ile aynı tarihte Almanya’yı, Avusturya’yı, Macaristan’ı, Bulgaristan’ı da işgal ettiler. Aşağı yukarı aynı mütareke belgesini imzalattırdılar: yenik ülke derhal ordusunu terhis edecek; askeri teçhizat teslim edilecek; düşman esirleri bırakacak; galipler gerekli gördükleri limanları, demiryolu istasyonlarını, stratejik noktaları işgal edecekler. Girdiler, bir-iki sene kaldılar, barış imzalanınca çekip gittiler.


Türkiye’de de 1923’te Lozan antlaşmasına kadar kaldılar, sonra bir damla kan dökülmeden bırakıp gittiler. Türk antlaşmasının aslında 1919 yazında imzalanması planlanmıştı, Batı gazeteleri 1919 baharında öyle yazmıştı. Neden dört yıl gecikti? Bu soruyu sorabilsen, zaten gerisi çorap söküğü gibi gelir, modern Türk tarihini birdenbire ANLAMAYA başlarsın.


İşgalin nedeni EMPERYALİZMİN doymak bilmez iştihası değil miydi? Kaynaklarımızı sömürmeye, kanımızı emmeye gelmediler mi?


Eğer öyle niyetleri varsa hiç belli etmediler. İşgalin ilk altı ayının belgelerini okuyun bakın, yıllar önce vatanmillet tarihçilerinden Bilal Şimşir yayımlamıştı. Adamların sanki tek derdi varmış gibi görünüyor: savaş suçlularının cezalandırılması. Bir de, memleket çapında İttihatçı direniş odaklarının dağıtılması.


Savaş suçlulardan kasıt, bir, ülkeyi savaşa sokan İttihat ve Terakki önderleri; iki, Ermeni katliamında adı çıkanlar; üç, savaş sırasında sivil halka ve esirlere kötü muamele ettiği ileri sürülen Ali İhsan Sabis Paşa gibi birkaç komutandı. Bildiğiniz Ergenekon tayfası.


Bunlarla uğraşmalarındaki amaç bana çok net görünüyor: Yüz yahut ikiyüz kişiyi şiddetle cezalandır, geri kalanına günah çıkarma şansı tanı, “emir kuluyduk, Türk milleti olarak suçlu değiliz” dedirt. Bir keçi bul, suçu ona yükle. Eskiyi yıka, pakla, siyasette yeni bir sayfa aç. Bunu yapmadan, dünün düşmanıyla dost olamazsın.


1945’te Nürnberg’de ve Japonya’da bu işi daha beceriklice yapacaklardı; 1918’de acemiydiler, olmadı. İşin yürümeyeceği 1919 Mart-Nisan’ında belli oldu. Ondan sonra işgalci güçlerin tavrı yüzseksen derece değişir. Öfke, kin, intikam, hakaret, cezalandırma gibi duygular söylemlerine hakim olur. Mayıs başında Paris’te toplanıp bir dizi karar alırlar. Bir kere Türk barışı belirsiz bir geleceğe ertelenir. Amerika, Türkiye mandasını KABUL ETMEYECEĞİNİ açıklar. Kilikya dedikleri Adana ve Maraş’ın Fransızlar tarafından işgaline yeşil ışık yakılır. Kars, Ardahan ve Batum’da kurulmuş olan geçici Türk hükümetinin lağvı için düğmeye basılır. Yunanlılar İzmir’e çıkartılır.


Soru sormak iyidir. Mesela şu soruyu sorabilirsiniz: 1918 Ekimi ile 1919 Mayısı arasındaki altı ay, bir yandan Türkiye'nin tam bir askeri ve siyasi teslimiyet içinde olduğu, öbür yandan İngiltere'nin henüz ordularını terhis etmediği, dolayısıyla aktif bir müdahale için ideal koşullara sahip olduğu dönemdi. Amaç eğer Türkiye'yi yemek, yutmak, bölmek veya ezmekse, neden altı ay beklediler? Neden o altı ayda hiçbir ciddi düşmanlık belirtisi göstermediler de, iş işten geçtikten, müttefik orduları terhis edildikten, İngiliz maliyesi çöktükten, Avrupa kamuoyu savaş aleyhine döndükten, Türkler yenilgi şokunu atlattıktan SONRA gösterdiler?


Düşman SEVR Antlaşmasıyla yurdu esaret zincirine vururken Kurtuluş Savaşı vermeyip ne yapacaktık?


Atatürk’e göre Kurtuluş Savaşı 19 Mayıs 1919’da başladı (gerçekte daha o yılın Şubat-Mart’ında başladı, ama burada farketmez). Millici rejim Sivas Kongresi’nin (Ekim 1919) hemen ardından Anadolu’ya hakim oldu, tüm vilayetlere kendi valilerini atadı, bürokrasiyi denetimi altına aldı. Ankara meclisi 23 Nisan 1920’de toplandı.


Sevr Antlaşması 18-24 Nisan 1920’de San Remo konferansında şekillendi, 11 Mayıs’ta kamuoyuna açıklandı, 10 Ağustos 1920’de imzalandı.


Demek ki mantıken Kurtuluş Savaşı Sevr’e tepki olamaz. Buna karşılık Sevr belki Kurtuluş Savaşına tepki olabilir.


Kurtuluş Savaşına karşı çıkanlar VATAN HAİNİ gerici yobaz softalar değil miydi?


Güzel ülkemizde vatanmillet deyince akan sular durduğundan, Milli Mücadelecilere kamuoyunda açık açık açık karşı çıkan pek az kişi oldu. Baştan sona açık ve tutarlı bir duruş gösterenler benim bildiğim üç kişidir.


Bir, Rıza Tevfik: Galatasaray mezunu. Modern Türkiye’nin ahlak felsefesi üzerinde ciddi şekilde kafa yormuş ilk ve muhtemelen son düşünürü.


İki, Refik Halit: Galatasaray mezunu. Çağın en dürüst ve duyarlı yazarı, modern Türk edebiyatına “Anadolu’yu” sokan kişi.


Üç, Ali Kemal: Mülkiye mezunu. İstanbul Üniversitesinde edebiyat profesörü. Türk edebiyatında evlilik dışı beraberliği savunan ilk yazar. Gazeteci Hasan Fehmi cinayeti üzerine 1909’da Türk tarihinin ilk üniversite yürüyüşünü örgütleyen kişi. 1920’de üniversitenin tüm fakültelerinin kız öğrencilere açılmasını yasalaştıran Maarif Vekili.


Üçü de resmi dilde “vatan haini” diye geçer.


* * *


Daha ne sorular var bir bilseniz.


Atatürk 1919’da Anadolu’ya çıkmak için neden Karadeniz’de İngiliz işgali altında olan tek liman kenti Samsun’u seçti?


Düşman madem Irak’ı Suriye’yi vesaireyi sömürgeleştirme peşindeydi neden ilk iş bu yerlere yirmi sene içinde bağımsızlık vermeyi taahhüt etti?


Lozan’da Türkiye bilmem kaç yüz bin kişilik ordu besleme hakkını kazanınca daha mı bağımsız oldu daha mı az bağımsız oldu? Bu devasa orduyu teçhiz etmek için 1933 ve 1936'da kime başvurdular?


Amerikan mandasının 1918’de değil de 1946’da kurulması Türkiye için daha mı iyiydi?


Haydn hastası olan Damat Ferid mi daha Batılıydı, meyhane havaları ile pavyon artistlerinden başka müzik bilmeyen bazı millici askerler mi?


İlkokul kitaplarının sınırları dışına çıkınca insanın zihni açılıyor, ufku genişliyor, nefesi ferahlıyor. Deneyin, siz de hoşlanacaksınız.