30 Aralık 2012 Pazar

Abdullah Avcı


NTV'de 90 + programına çıktı ve konuştu. Bir anlamda kendisini de savundu. Ben yine Selçuk konusunda tatmin olmadım. Sadece sol ayaklı olduğu için Emre'yi ve sonrasında ise Nuri'yi tercih ettiğini söyledi.

Emre'yi bir kenara koyuyorum zira ulusal takımda Emre'nin kötü maçı yok ki zaten ben daha çok geriye düşülen maçlarda ve Hollanda karşılaşmasında taktik gereği Selçuk'un uzun paslarının önemli olduğunu düşünürdüm ama bu da kalsın bir kenarda.. Topal'ın alanları daha iyi kapadığını düşündüğünü söyledi ki mantıklı bu. 

Hollanda maçı en iyi maçımızdı diyor. Doğrudur. Van Gaal'in pek çok değişikliği yaptığı, pek çok oyuncuyu transfer görüşmesinde olduğu için çağırmadı ve ilk resmi maçı olduğunu gözden kaçırmamalı. Beklentimiz evimizdeki Hollanda maçının da benzer şekilde geçmesi. 

Diğer açıdan.. Bana yeni bir şey söylemiyor. Samet Aybaba'yı misal keyifle dinliyorum zira samimi sohbeti bir yana farklı şeyler söylüyor, Abdullah Avcı ise ezberimi çalıştırıyor sadece.

Dahası..

"Biz sürekliliği olan, takımlarında oynamış oyuncuları seçiyoruz" dediğinde..

Orada bulunan Metin Tekin, Mehmet Demirkol ve Önder Özen de şu soruyu soramadı:

"Öyle de hocam.. Macaristan maçında İlk 11'e koyduğunuz Mehmet Ekici'nin o ana kadar oynanan maçlarda sadece "10" dakika forma giymiş olması burada oynayan Alper'lere ona buna hakaret değil midir. Siz kadroya çağırdığınızdan bir hafta önce Bremen'in ilk 18'ine dahi alınmamıştı bırakın ilk 11'i. Kadroya çağırmak bir yana "sağ" ayaklı Mehmet'i ilk 11 oynattınız.. Ligin ilk devresinin toplamında Mehmet Ekici 28 dakika forma giydi, siz çağırdığınızda 10 dakika giymişti sadece.."

sorulamadı bu soru..

Yine de umutluyum. İletişimi iyi, çalışkanığı vesaire.. Olacaktır mutlaka ama şimdilik en azından beni etkileyecek nedenlere, içeriğe sahip değil. Bir gün kendisiyle de röportaj yapmak umuduyla zira sorular çok aslında.. 

Salgado-Maradona-Falcao


NTV Spor'daki Maradona belgeselini izledim yine.. Şuna bir daha inandım: Eğer Maradona bugünlerin futbolcusu olsaymış çok daha başarılı olurdu. Ya da her maçta bir kırmızı kartı çıkartırırdı.. 

Cesc


Rangnick ve Gençler


Leipzig ve Salzburg'un sportif direktörü olarak çalışmalarına devam ediyor. Brezilya ve Gana'daki akademilerden iki takımın da altyapısına kadar pek çok ayrıntıyla ilgileniyor. Röportajını okudum ve bir kaç ayrıntıyı şuraya ekleyelim.

Kulüplere temel futbol felsefesini oturtmaya çalışıyor. Agresif, topa karşı ve topla olan ilişkisinde belli prensipleri olan ve daha da önemlisi her yaş grubunda aynı tarzın geçerli olması için çaba gösteriyor. Yine kendisi hazırlıyor pek çok ayrıntıyı. En iyi bildiği iş budur. 

Gençlere önem veriyor ve bugünkü Alman kulüplerinin başarısını yeni ve modern bir şekilde eğitilmiş gençlerden oluşan kadrolar nedeniyle olduğunu düşünüyor. Dortmund'da Weidenfeller ve Kehl'i çıkarın U23 kadrosu gibi diyor. Schalke'de Huntelaar, Farfan ve Jones'u çıkarın aynı şekilde diye gidiyor.

Röportajdan küçük bir alıntı..

-Son on yıldır Bundesliga'nın Almanya'da oluşturulan altyapı performans merkezleri'nin etkisi altında olduğunu görüyoruz. Pek çok  Bundesliga yıldızı buralarda eğitim gördü.  Siz de kendinize bu yapıyı örnek alıyor musunuz?

Biz de Leipzig'de burayı örnek alıyoruz. Ama kolay değil benzer şekilde altyapıyı oluşturmak, yetenekleri keşfetmek v.s.  Son beş yılda dahi futbol inanılmaz değişti. Bir oyuncunun artık maç başına 12 km koşması istisna değil ondan beklenen olağan bir ihtiyaç oldu. Bu fiziksel değişim aynı zamanda antrenman metotlarını da farklılaştırdı.

Bundesligada 20 yaşında olan yıldızlar uluslarası arenada dev kulüplerle görüşüyor. Bugünkü konumda oyuncuların kariyerlerinin hızlı bir şekilde ilerlediğini düşünüyor musunuz? 

"..Thomas Tuchel, Christian Streich ya da  Sascha Lewandowski. Bunlar düne kadar genç takımları çalıştırıyorlardı ama bugün Bundesliga takımlarının başındalar.  Ve bu yüzden Almanya'daki gençler A takımlarda bu teknik adamlar nedeniyle daha kolay yer bulabiliyorlar. Bu da benim gençler üzerine olan tezimi doğuluyor. Başka hiçbir büyük ligde takımların kadrolarının içerisinde bu kadar çok genç yetenek böylesine bir yer kaplamıyor.  Bu Almanya'nın son on yılda altyapıya yaptığı yatırımın ve farklı şekilde eğitmenin doğal bir sonucu. 

Genç oyuncuların ne gibi avantajları var?

Bu oyuncular fiziksel ve mental olarak 15-16 yaşlarından itibaren en iyi seviyede eğitildiler. 3 önemli avantajı var bana göre.  Çabuk iyileşiyorlar, bu fazla yükü daha iyi kaldırıyorlarlar. İki maç arasındaki o kısa sürede kendilerine daha çabuk geliyor, maça daha hazır oluyorlar.  Öğrenme istekleri fazla ve yeni bilgilere karşı zihinleri daha açık. Bugün yapılan antrenmanların pek çoğu mental. Beyin jimnastiği.  Bugünkü -umschaltspiel, agresif oyun tarzı ve topa karşı yapılan mücadelede oyuncuların kendinden vazgeçip bir diğeri için oynama özelliğine sahip olması gerekiyor, yani takım olmak gençlerle çok daha kolaydır.  Gençler daha kolay bir şekilde takım olur, kompleksleri yoktur, öğrenmeye açık ve antrenöre daha bağımlıdır.  Bu üç önemli özellik gençlerle kurulan takımları daha başarılı yapıyor.  Elbette tüm bunlar için yetenek, iyi eğitilmiş olmak, sağlıklı bünyeye sahip olmak şart. Götze, Reus, Draxler, Hummels, Höwedes, Bender kardeşler.. Bunların hepsi zeki, olabildiğince iyi eğitilmiş ve yetenekli oyunculardan bazıları.:

Jürgen Klopp




Real Madrid yönetimi yerinde olsam Mourinho sonrası düşüneceğim ilk isim sanırım Jürgen Klopp olurdu. Bu sene Avrupa başarısıyla her ayrıntıda artık kendisini kanıtlamış oldu. Üstelik Dortmund'un başarısının sırrı büyük ölçüde teknik adam imzası taşıyor. Oynadığı bütün büyük maçların içerisinde yüzde yüz teknik adam farklılığı kendisini net bir şekilde gösterdi. Bu sene sadece bir büyük hata yaptı ve Schalke maçını bu hatası nedeniyle kaybetti. 3-5-2 denedi ve sonuç hüsran oldu. Lakin bu maçın dışında kalan Bayern Münih maçları, Real Madrid, Manchester City maçlarını düşünürseniz hepsinden alnının akıyla çıkmayı başardı. Sonuçlara aldanmayın.. Manchester City en az deplasmanda beşlik olmalıydı ya da Real Madrid maçında Mesut'un frikiği beraberliği sağlasa da oyun olarak rakibi ve Mourinho'yu kilitlediği gerçeği değişmiyor.

Maç içi analizleri, rakibe göre farklı ve sıklıkla doğru taktikle sahaya çıkmasını yanı sıra İlkay Gündoğan örneğinde olduğu gibi oyuncuları dönüştürücü rolü, yeniden yaratması takdire şayan. Akademik olarak futbolla ilgilendiği kadar motivasyon yönü de inanılmaz. Oyuncularla kurduğu ilişki Mainz'da iken zaten gündeme oturmuştu.. 

Spielverlagerung sitesi 2012 yılının en güzel taktik hamlelerinden birisi olarak geçen sezonun şampiyonluk maçında Klopp'un hamlesini ayrıntılı işlemiş. Bir kaç özel ayrıntıyı da ben buraya taşıyorum ama bundan önce "Yensen de yenilsen de" programında bahsettiğim ayrıntıyı burada tekrarlayayım.

3-1 galip geldikleri St.Pauli maçında Kagawa'nın ikinci golü onu çok mutlu etmişti zira tam da çalıştığı gibi gerçekleşmişti. Bu ayrıntı aynı zamanda "Echte Liebe" kitabına da alınmış olduğunu gördük. 

"Cezasahası içi yerleşim daha iyi olamazdı. Biz her zaman en az üç ve sıklıkla dört kişi rakip ceza sahasında olmalıyız. İki kişi de kenarlarda olmalı.Burada da böyleydi. Götze çizgiye kadar topla indi. Penaltı noktasındaki Greukreutz'u gördü. O tam da olması gerektiği yerdeydi. Kevin  vurabilirdi belki ama arkasında Kagawa'nın olduğunu ezbere bildiği için topa dokunmadı ve Kagawa yerden köşeye golü attı. Eğer ki o top kaleciden ya da direkten dönseydi Bender de orada  dönen topu tamamlamak için bulunuyordu. Tam da bizim çalıştığımız gibi.. Muazzam bir "çalışılmış" gol."

Elimde bulunan kitapta öyle ayrıntılar var ki bu çalışmanın sonucunun bugünkü başarıdan dahi fazlası olması gerektiğini düşünüyorsunuz. Oynan maçın her karesini farklı şekidle yeniden izleyip oyuncularına yeniden yaşatıyor. Hataların üzerinden geçiyor ve yeni tekniklerle beraber farklı metotları uygulayıp fark yaratıyor Klopp..

İşte o farkı geçen sezon şampiyonluk maçında da yaratmıştı..



Mevzu bahis konu 4-4-2. Savunmada her iki takım da 4-4-2 dizilimiyle rakibi baskı altına almak ister. Bu savunma diziliminin en önemli getirisi stoperlerle defansif orta sahalar arasındaki bağlantıyı iki forvet baskısıyla kesmesidir. İki forvet sıklıkla iki stopere baskı yapar, oyun kurmasını zorlaştırır. Şunu da hatırlatayım.. Sezon başı Dortmund'un rakipleri oyun kurucu stoper olan Hummels'e baskı yaparak Dortmund'u bir süreliğine etkisizleştirmeyi de başarmışlardı. Ortalama topla buluşması 80 küsur olan Hummels 39'a kadar gerilemişti.  Klopp bunun da üstesinden geldi (başka bir post konusu olsun) Burada ise sorun Bayern'in presi. Bayern-Barça gibi takımlar topa bu kadar çok sahip olurken en önemli özellikleri tam saha presidir. Klopp burada farklı bir şey denedi.


İki defansif orta sahasından birisini iki stoperin arasında değil soluna yani sol bek Schmelzer'in dahi arkasına kaydırdı. Yerleşim 3-3-3-1 oldu.  İki stoper bir defansif orta saha.. beklerle beraber İlkay.. Üç ofansif orta saha ve bir forvet şeklinde. Bu şekilde Bayern presi kırılmış, forvet baskısı etkisizleştirilmiş oldu. İki forvetin(Gomez ve Müller) önünde üç oyuncu yer aldı. Adam paylaşımında ikilemde kaldılar.  İlkay Kehl'in yerine  geçti. Kehl sol bek Schmelzer'in arkasına yerleşti. Gomez ve Müller presi ise deyim yerindeyse anamsızlaştı.  Gustavo hali hazırda Kagawa'ya yapışmış, Kroos ise bir adım geri gelerek pas aldığında İlkay'a baskı yapacak şekilde kendisini konumlandırdı. Lakin Dortmund oyunu geriden bek bölgesinden kurdu zira buraya bir yardım da sol ön oynayan ama savunması güçlü Greuskreutz'u soktu. Bu şekilde hem presi kırdı hem Robben-Lahm gibi Bayern'in en etkili hücüm silahına üç savunma oyuncusuyla karşılık vererek etkisizleştirdi ve toplamda oyun dengelendiği anda sağ kenarında oluşan boş  alandan da sonuna kadar faydalandı..

Hayatım Futbol'a Hamburg analizi yaptığımız vakit Hamburg teknik direktörü Fink'in defansif orta sahasını pek çokları gibi  iki stoperin arasına "oyun kurucu rolünde" sıklıkla yerleştirdiğini ve diğer orta sahayı da hücumda on numara olarak kullandığını belirtmiştim. Geçen sene hatırlarsanız eğer Ersun Yanal da  başarılı bir deneyim olmasa da Dede'yi aynı şekilde kullanmaya başlamıştı. Klopp stoperlerin ortasına değil de kenarına yerleştirerek olası bir top kaybında gelecek kenar ortalarda merkezdeki stoperlerin savunmasından faydalanmaya devam edebildi.   Bayern'in etkili kenarına üç savunma oyuncusu koymuş oldu ve Scmelzer'i bir adım öne atarak daha etkili bir şekilde de kullandı hücumcu bekini. 

Bayern'e göre hazırlanmış muazzam bir maç planıydı.





Mourinho'nun İnter'i 2010 Şampiyonlar Ligi finalinde Robben'i benzer şekilde durdurmuştu. Cambiasso'yu solda Hamit'in de oynaması nedeniyle Robben kenarına kaydırmış ve çalımlarla ilerleyen Robben her seferinde aut çizgisinin dışında bulmuştu kendisini. Burada hem hücum hem de savunma açısından fark yaratacak bir plan kurmuştu Klopp..


Presi kırdıkları anda İlkay ve Pisczek ikilisinin Kagawa ile olan iletişiminin önünde engel de kalmıyordu.. 


Dortmund Lig maçlarında Bayern'e beş maçtır yenilmiyor. Beş maç içerisinde de Jürgen Klopp'un özel taktiği, imzası vardır. 

Real Madrid maçı öncesi söyledikleri çok iyiydi:

"İnsanların anlamadığı ya da yanlış anladığı konu şu: En yetenekli futbolcu saha içerisinde en fazla alana sahip olmuyor"

İki madrid maçında da Real'e alan bırakmadı. Götze gibi teknik bir on numaravari ofansif oyuncu deplasmandaki madrid maçının savunmasıyla maçın adamı oldu. İki maçta da kurgulanmış oyun planı sonuna kadar işledi. Belki ikinci maçın ikinci yarısı Mourinho'nun hamleleri işi değiştirdi diyebiliriz ama 180 dakikanın 130'unda Dortmund daha iyi olan taraftı. 

2012 yılının bana göre en iyi teknik direktörüdür. Yerel başarı: Yılın ilk yarısında hem ligi hem de kupayı aldı. İkinci yarısında ise ölüm grubunu yenilgisiz ve rakiplerine üstün gelerek lider bitirdi. 

Helal..

Tatlı bir yeniyıl için...



Bir yılı daha tamamlarken 2012 nasıl geçti diye düşünüyorum. Henüz yuvaya gitmeyen kızlarıma yakın yaşlarda çocuklardan oyun grupları oluşturduk, her hafta iki gün düzenli devam ettik, annelik konferansında konuşmacı oldum, beslenme, eğitim, çocuk gelişimi hakkında pek çok kaynak okudum, evdeki doğal sütten yoğurt, kefir yapımına ek olarak ekşi mayalı ekmek yapmaya başladım. Doğal Anneyim Facebook grubum 2500’ü geçti, milliyet.com.tr’de köşe yazarı olarak ve Köpekler ve İnsanları blogunda da yazmaya başladım. Ancak en güzeli kendi doğal annelik yolumda bana eşlik eden harika arkadaşlar edindim. Hatta artık herkes kendi bildiği doğal ürün kaynaklarını ve kendi üretimlerini imece usulü paylaşır oldu.  Yolumda emin adımlarla ilerlerken bana destek olan tüm sevdiklerime ve bu yazıyı okuyanlara buradan çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.

Şimdi tatlı bölümüne gelecek olursak şekerin zararları bu sene çok konuşuldu. Her türlü hastalığa, kısırlığa, kansere yol açabiliyor. Meyve şekeri de bazı doktorlar tarafından beğenilmese de size arkadaşım Eren’den tarifini aldığım rafine şekersiz bir tatlı tarifi vermek istiyorum.


Bu arada belirtmeden geçmek istemiyorum yine kısırlığa yol açtığı için sigara ve alkol alımında da yeni bebek planlayan ailelerin dikkat etmesi gerekiyor. Yeni yılda benim de bir çocuğum olsun diye planlıyorsanız arkadaşım Eren’in Bebek Yapım Bakım Onarım Bloguna mutlaka bir göz atmanızı öneririm.

Hurmalı Tatlı Toplar

Malzemeler:
 - 3 kap (cup) ceviz
 - 1/2 kap tatlandırılmamış, organik kakao
 - 1 çay kaşığı vanilya
 - 1/4 kap evde sıkılmış portakal suyu
 - 1/2 kap hindistan cevizi yağı *
 - 10 adet çekirdeği ayıklanmış hurma
 - 1 çay kaşığı zencefil
 - 1 tatlı kaşığı tarçın
 - Süslemek için hindistan cevizi

*Başak: kıymetli yağım çabuk bitmesin diye genelde daha az koyuyorum tariflerde.

Cevizleri rondodan geçirin ama unufak olmamasına özen gösterin. Kenara ayırın.

Süslemek için kullanacağınız hindistan cevizi hariç, diğer malzemelerin hepsini rondoda karıştırın.

Cevizleri karışıma ekleyin ve karıştırın.

Elde ettiğiniz tatlıya istediğiniz şekli verebilirsiniz. Dondurma kaşığıyla minik cupcake kalıplarına doldurabilir ya da elde yuvarlayıp top haline getirip tepsiye dizebilirsiniz.

Hindistan ceviziyle süsleyin.

Buzdolabında 4 saat kadar bekletin.

Afiyet ve sağlık dolu bir yeniyıl dilerim!


ODTÜ ayakta, başbakan çöküşte :)

http://www.youtube.com/watch?v=fj37G1ZAuEU

29 Aralık 2012 Cumartesi

İsa ne zaman doğmuş?

Biri yazmış, "su miladi takvim ve Isa'nin dogum tarihi konusunda bizi aydinlatir misiniz?Tam olarak hangi tarihte dogmus ve buna gore 1 ocak'in yilbasi olmasi dogru bir hesaplama midir?" diye sormuş.

Cevap yazdım:


İsa'nın, bırak hangi gün, hangi yıl doğduğu belli değildir. İsa'ya ilişkin en erken yazılı bilgiler, MS 60-70 yıllarına aittir.

25 Aralık Roma takviminde kış gündönümüdür. Roma takvimi hakiki takvime göre yaklaşık 120 yılda bir gün kaydığı için, bu tarihten hareketle Roma takviminin ne zaman tesis edildiği hesaplanabilir. Miş.

Gündönümü, altı ay boyunca devamlı azalan güneşin geri gelmeye başladığı gündür. Bu nedenle, Roma imparatorluğunda bir ara pek popüler olan Mithra dininde, tanrı Mithra-Güneş'in de yeniden doğuş bayramı olarak kutlanmıştır. 4. yy ortalarına doğru İsa'nın doğum günü olarak benimsenmiştir. Malaki Peygamber 4:2'de Mesih "Adaletin Güneşi" diye adlandırıldığı için, İsa ile Mithra'nın birleştirilmesinde bir sakınca olmadığı kanaatine varılmıştır.

Doğu Hıristiyanlarının birçoğu, zındıklık saydıkları bu görüşe karşı çıkmıştır. Tepki olarak, İsa'nın Ürdün Nehrinde vaftiz edilişi yortusu sayılan 6 Ocak'ı İsa'nın hakiki doğum günü kabul etmişlerdir.

Halen kullandığımız Roma takviminde yılbaşı 1 Mart idi. (O yüzden dokuzuncu ayın adı September [yedinci ay], onuncusu October [sekiz], onbirincisi November [dokuz], onikincisi December [on] olur.)

Tam olarak bilinmeyen nedenlerle Julius Caesar'ın takvim reformundan bir süre önce, belki MÖ 2. yy'da, yılbaşı 1 Ocak'a alındı. İsa'yla veya Hıristiyanlıkla alakası olmayan bir tarihtir.

Türkiye'de 1 Ocak'ın "noel ağacı ve noel baba" ile kutlanması, çağdaş Türk burjuvazisinin Batı karşısındaki ikircikli tavrının şahane bir simgesidir.

*
[Not: Dikkat ederseniz son cümlede Türk burjuvazisinin Batıya özenmesi eleştirilmemiş. Başka şey eleştirilmiş.]

Yrgnlk


Son günler yoğun geçti. Yoruldum ben biraz..

Şunu anladım ki yalnızlık bende bir ihtiyaç. İnsanlar yalnızlıktan şikayet eder, ben yalnız kalamamaktan.. Röportajlar, yeğenler, iş güç derken yalnız kalamadım ve beni yoran sanırım bu oldu.

On gün önce başladığım kitabım beni bekler, pek çok futbolcu ve teknik adam röportajlarını sıraya dizdim, okuyamadım. Müzik dinlemek, kitap ve futbol üzerine çeşitli yazılar okumak ve gerekirse burada paylaşmak..

Maalasef bunları yapabilmek için yalnızlık şart.

Yılbaşı yaklaşıyor.

Bana kalsa evde otururum ama öyle kolay değil her zaman. Lakin bu sene bir aile ile beraber klasik yılbaşı kutlamasına katılacağım sanırım. Beni cezbeden bu oldu yoksa herhangi bir eğlence, şu bu olmayacak, evde geçirecektim.. 

Yeni yıla pek çok proje var. Çocukluğumun kahramanları ile röportajlar var ki isimleri şimdiden söylemeyeyim.  Şöyle bir ipucu vereyim; Süper Lig takımlarının Teknik direktörlerin yanı sıra Galatasaray efsaneleri önümüzdeki yılda röportajlanacak olan isimler.. Biraz tartışmalı da geçecektir muhtemelen ama sonucu  hep beraber göreceğiz..

Şimdiden hepinize keyifli ve eğlenceli bir yıl diliyorum. 

Artık gözlüğümüzü takalım..

Yeni Allofs: Thomas Eichin


Klaus Allofs'un gidişinden sonra onlarca aday arasında ismi geçmeyen Thomas Eichin sürpriz bir şekilde Werder Bremen sportif direktörü oldu. Hemen herkes Lemke'den bir sürpriz bekliyordu belki ama böylesini de kimse düşünmemişti.

İlginç br seçim oldu.

Eski bir futbolcu olsa da Eichhin 13 yıldır Buz Hokeyi'nde  Kölner Haie takımının çeşitli yerlerinde çalıştı.

1985-90 arası Gladbach ve Nürnberg formalrıyla 180 Bundesliga maçı yapmış ve hemen herkesin üzerinde durduğu ayrıntı ise bu maçlar içerisinde tek bir golünün dahi olmaması.

Eichin ise aslında bir golün atıldığından bahsediyor:

"Bir maçta gol atmıştım aslında. Ama işte rakip teknik direktör dört yabancı oyuna sokunca  gol geçersiz oldu. Kendi kişisel tarihimde yer alsa da kayıtlara geçemedi"

Konuşması ve yaklaşımı oldukça etkileyici olsa da sonuç nasıl olacak hep beraber göreceğiz..

Aaron & Semra


Bremen'in kaptanı Hunt ile Semra yanlış hatırlamıyorsam geçen sene bu zamanlar evlenmişti.  O günden bu yana Hunt'un kronik sakatlığında bir düzelme olduğunu söyleyebiliriz. En azından bu sezonun ilk devresinde takımına liderlik ettiğini, 17 maçın 15'ini oynadığını ve 6 gol 4 asist ile iyi bir performans gösterdiğini söyleyebiliriz.

Sakatlığı ona evleneceği hatuna götürdü.  Özellikle 2007'de kamp kurduğu rehabilitasyon merkezinde tanışıyor bugünkü eşi Semra Hunt ile. " Ağır sakatlık dönemlerimin güzel bir sonucu varsa o da Semra'dır" diyor ki haklı.

Semra da futbol oynamış..  Sosyal pedagoji eğitimini üniversitede alması bir yana Hamburg'da "face model" da çalışıyordu.  Daha da önemlisi  bölgesel ligde  Jahn Delmenhorst takımında uzun süre futbol oynamış.  Üstelik bununla yetinmemiş bir de Antrenör olarak  A Lisansına sahip olmuş.. Benzer durum Hamza Hamzaoğlu'nda da söz konusu. Onun da eşinin A Lisansı var. 

Bazıları nasıl şanslı öyle?

Kadın güzel, akıllı.. Futbol oynamış, A Lisanslı teknik direktör.  Gençleri çalıştırıyor. "Her maç sonrası oynadığım doksan dakika üzerine uzun uzun konuşuruz" diyor Aaron Hunt..

Diğer yandan Hunt'un annesi İngiliz, babası Alman. Semra Türk ve Müslüman. Çocukları ise artık internasyonal! 

Hunt ikinci devreye de damgasını vuracaktır.. O Müzmin sakatlığından, diskolardaki kavgalardan filan eser kalmadı. Her şey bazen "doğru kadını" bulmakla sonlanabiliyor..


28 Aralık 2012 Cuma

Eren Derdiyok ve Fenerbahçe


Fenerbahçe Eren'i istiyor. 

Bu transfer olabilir mi?

Bence önünde bir engel yok. Hoffenheim bu kadar pahalı bir yedeği kaldırabilecek durumda değil. Eren için de yeni bir şans.. Üstelik Fenerbahçe sportif açıdan da Hoffenheim'dan çok daha iyi bir seçenek. 

Çok yetenekli. En üst seviyede futbol oyayacak şekilde donanımlı. Kafası çok iyi, ayakları da.. Transfer olursa teknik detaylar yazılır muhtemelen.

Bir şey eksik sadece..

"Azim" ya da "Hırs"

Futbol Almanya'da biraz daha fazla 11 kişiyle oynanmaya başladı. Yeteneğin yılda atacağı dört beş estetik golden ziyade azmin, hırsın, mücadelenin her maçta takıma her anlamda katkı yapmasını bekliyorlar. Stefan Kiessling bu yüzden iki adım önüne geçti. Joselu da aynı şekilde.

Aykut Kocaman Eren'i yeniden diriltebileceğine inanıyorsa hemen bugün bitirsinler işi. Lakin bu sanıldığı kadar kolay değil. Bundesligada bugüne kadar olan süreç içerisinde başarısız olmuş bir futbolcuyu transfer ediyorsunuz.

Yeteneğinden kimsenin şüphesi yok. O hırs, azim, istek konusunda sorunlu. Tek sorun o potansiyeli işlemekte. Leverkusen'in onu bırakma nedeni budur. O potansiyel açığa çıkarılamıyordu.  Bir açıdan Kuyt'un tam aksi yönünde bir oyuncu diyebiliriz her ne kadar Dirk Kuyt'un da hafife alınamayacak bir yeteneği olsa da.. hırs konusunda ise Eren tam zıttında duruyor. 

Ben şahsen böyle bir yeteneği izlemek isterim ama takımda görmek ister miyim çok başka. Beş yıl önce geleceğin yıldızı konumundaydı, bugün değil.




"Müller varsa oynar "


Van Gaal'in sözüdür bu. "Thomas Müller varsa oynar"

Çok da doğru gibi zira biraz şöyle bir geçmişe baktığınızda Almanya ve Bayern Münih'in kaybettiği finallerde onun olmadığını görüyoruz hep. 

İlk profesyonel olduğu yılında çifte kupa kazanıp Şampiyonlar Ligi finali oynamasının ötesinde Dünya Kupası Gol kralı olmuştu.

O final maçında oynamadı.

Dünya Kupası yarı final'de İspanya'ya kaybedilen maçta cezalıydı.

Chelsea maçında golü attıktan sonra çıkarıldı. O varken Bayern kazanıyordu.

Avrupa Şampiyonası yarı final İtalya maçına ise oyuna girdiğinde 2-0 takım gerideydi zaten.
En son İsveç ile oynanılan 4-4'Lük maçta dahi o oyunda olduğu zaman takım kazanıyordu v.s.

Gerd Müller ile bir konuda benzeşir aslında.

Onun nasıl bir futbolcu olduğu bakıldığında algılanabilcek kadar kolay değil. Nasıl ki Gerd Müller'i istatistikler en güzel bir şekilde anlatıyorsa Thomas Müller'i de olmadığı maçlar..

Van Gaal haklı.

Müller varsa oynar..

MY NAME IS ZLATAN - AL' PACH

27 Aralık 2012 Perşembe

Heyecan, telaşe ve keyif

Bu aralar bir heyecan, telaşe, keyif, şurada bahsettiğim büyük büyük kararlar.

Keyfim pek yerinde, bir yanım kırgın biraz ama ne yapalım.

Oğlanın okulda noel partisi vardı dün, aman ne heyecan,Noel Baba geldi de en istediğim jipi almışta, başka okullara da gitmişte, herkese hediyeler almışta..bırbırbır. 2.5 yaşında bir cocuğun bu kadar farkında olması heyecanlandırıyor beni.



26 Aralık 2012 Çarşamba

Dünkü Biz :)

Tanrımmmm ipad'den post yapmak ne zormuş böyle! Blogger ile hiç uyumlu değil, fotoğrafları eklemek bir dert yazıyı yazmak ayrı bir dert! Dünden beri uğraşıyorum ama bir türlü başaramayınca prensin bilgisayarına tünedim :) Bu postu yayınlayabilirsem kocaman bir aferin göndereceğim kendime :)
İzmir şansımıza harika bir havayla karşıladı bizi! Nil'im bol bol D vitamini aldı, Moskova öncesi bu vitamin takviyesi bize çok iyi geldi :)
Güneşi görünce paltomu bile fora ettim!
Kolyem İpekyol'dan...
Botlarımı da dün İzmir'den aldım ;)
Şimdilik bu kadaaaar!

25 Aralık 2012 Salı

Terakki, Rukiye, Nergis


RQY رقى fiilinin iki anlamı var. Bir: raqiya “(dağı veya basamağı) çıktı, tırmandı, yükseldi”; masdarı raqy veya ruqiyy. İki: raqâ“büyü ve efsun yaptı, muska yazdı”; masdarı ruqye. İki anlam arasındaki semantik bağı bulmak zor. Eldeki kaynaklarda da bir açıklama bulamadım.

Birinci anlam grubundan merqâمرقىً “merdiven”, raqqâ رقّاء “tırmanıcı,” modern dilde “dağcı”, teraqqî ترقّى “basamak çıkma, yükselme,” İttihat ve Terakki’den tanıdığımız bir sözcük, "çağ atlamak" anlamında kullanmışlar. Ruqiyyeرقيّة için de Tacül Arus sözlüğü “yükseliş” demiş.

İkinci gruptan ruqyeرقة ve ruqyâ رقيا “büyü, muska”. Özellikle bir hastalığı iyileştirmek için yapılırmış, ama kötü niyetle yapıldığı da olurmuş.  Arapça olmayan bir dilde muska yazdırmak caiz değilmiş, ancak kem göze karşı bir Kuran ayetini veya maruf bir duayı muska edinmekte sakınca yokmuş. Büyü yapan kişiye ism-i failden râq راقٍ adı veriliyor.

Kuran’da Kıyamet suresi 27’de geçen men râqin راقٍ من ifadesi iki türlü de yorumlanmış. Türkçe çevirilerde genellikle “kim tedavi edecek? Kim ilaç yazacak? Kim çare bulacak?” üzerinden çeşitleme yapmışlar. Ama tefsir ilminin piri sayılan İbn Abbas “kim [onun ruhuyla beraber] yükselecek” diye okumuş.

Peygamberin ikinci kızı olan Ruqayya’nın adının hangi anlamda olduğunu gösteren bir kaynak bulamadım. “Yükseliş” mi, “büyü” mü? Bu isim Türkçede neden kesre ile Ruqiyya> Rukiye yazılır, onu da bilemedim maalesef.

*
Akraba dilleri de gözden geçirmek lazım haliyle.

Önce eski Asurca, Chicago Assyrian Dict. Cilt 14, sf 420. Ruqqû neymiş, “to prepare spices or perfume”. Kokulu yağ veya baharat karmak, aromatik yağlardan ilaç ve parfüm yapmak. Sıfat olarak ruqqû “aromatik, parfümlü”. Bît raqqî “parfümcü veya baharatçı dükkânı”, Türkçesi otacı olur, aynı zamanda eczacı işlevi de görür bunlar. Türevleri: muraqqû “perfume maker”, narqîtu “ilaç, şifalı ot”.

İbranicesi de aynen var. Raqah רקח “aromatik yağ veya şifalı ot karmak”, riqûh “parfüm, şifalı ot karışımı”, reqqah “otacı, baharat veya parfüm satan”.

Arapçada karşımıza çıkan “büyü” anlamı belli ki “aromatik yağ veya ot karışımı, baharat, buhur” fikrinden türemiş olmalı. Baharatçı ve parfümeri ile eczanenin ayrışması şunun şurasında kaç yüzyıllık yenilik ki? Hem bak, modern İbranicede eczacılık mesleğinin adını ne koymuşlar: raqâhot, aynı kökten, “aromatikler ilmi” anlamında! Ot = ilaç = tedavi = büyü: anlaşılır bir dizi.

“Yükseliş” anlamına akraba dillerde rastlamadım. Belki vardır da gözümden kaçtı. Belki de Sami anadilindeki ilk anlamı buydu, ama bu soyut/ilkel anlam sadece Arapçada korundu. Arasam bulurum bir şeyler herhalde ama şimdi üşendim.

Acaba “yükselme” fikri ile buhurun ya da kokunun buram buram tütmesi arasında mı anlam bağı kurmuşlar? Olabilir bak. Emin değilim ama mantıklı görünüyor.

*
Şu yukarıda geçen narqîtu’ya da mim koyalım. Acaba Yunanca nárkissos“uyuşturucu etkisi olan bir bitki, nergis” ve nárkê “[bir ilaç veya zehirle] uyuşturmak” ile bağı var mıdır? Bakıyoruz Frisk (Gr. Etym. Wört. II.290) ve Chantraine’e (Dict. étym. gr. s.v.), ikisi de Yunanca sözcüklerin kökenini çözememişler, “yabancı dilden alıntı olmalı” deyip geçmişler. Vay canına, ister misin…

Nergisle narkozun akraba olduğunu biliyoruz da, Rukiye ile terakki de aynı familyadan çıkarsa şaşarım çok. 


Fuat Çapa Röportajı

Fotoğraflar: Ayşe Nur Şenel

1968 yılında Emirdağ’da dünyaya gelen bir adam. 4 yaşında ebeveynlerinin peşine takılıp memleket memleket geziyor. Önce Fransa ve hemen ardından uzun yıllar yaşayacağı Belçika’ya ailesiyle beraber göç ediyor. 80’lerin başında ailem beni “burada gurbetçilerin çocuklarının okuma şansı yok” diyerek Türkiye’ye gönderiyor ama 70’li yıllarda çocukluğuna üç farklı ülkeyi sığdırmış Fuat Çapa bu kaostan yara almadan sıyrılıp Belçika’da üniversite eğitimini ekonomi üzerine alarak farklılığını göstermeye başlıyor.  Öyle bir nokta geliyor ki futbol ve eğitim arasında seçim yapmak zorunda kalıyor. Hikâyenin geride kalan kısmını ise Gençlerbirliği teknik direktörü Fuat Çapa'dan dinleyelim..


Kubat ile aynı köydensiniz ve sanırım yurt dışında onunla beraber geçen bir çocukluğunuz var. Yanılıyor muyum?

Ben ondan 5-6 yaş büyüğüm. Abisi Kadir ile daha çok ilişkimiz vardı ama Kubat’ı da sever dinlerdik çok. Özellikle onun babasının besteleri müthiştir. Bir kaçını sanırım kasetlerinde de kullandı.

Türkü de seviyorsunuz anlaşılan?

Çoook.. Özellikle bizim yöremizim günümüzde çok popüler olmayan ezgilerini..

Hocam hemen herkes şunu merak ediyor: Bankacılık mesleğinden futbola nasıl bir geçiş oldu?

Aslında bir geçişten bahsedemeyiz zira futbol benim hayatımdan hiç çekip gitmedi. İkinci ligde oynayacak seviyede profesyonel olarak futbol oynuyordum ama 18 yaşımda ya okul ya da futbol demeliydim.

Siz futbol dediniz muhtemelen..

Ama ailem eğitim dedi ve ben de onları dinledim.  Futbolu bırakıp üniversite eğitimine yoğunlaşsam da bir yandan futbolla ilgilenmeye devam ettim. 30 yaşımda belki de en genç teknik direktörlerden birisi olarak üçüncü ligde takım çalıştırmaya başlayınca bugünlere gelen yolu açmayı başardık.

Bir 3.Lig takımı olan KV Turnhout’u şampiyon yapmanız mı kırılma noktası?

4 yıl bu takımı çalıştırdım. Birisinde şampiyon olup üçünde de play-off oynadık.

Röportaj esnasında içeriye İlhan Cavcav girer ve hemen gidip selamlaşırız..

Bir efsaneyi görmüş gibi hissettim kendimi.

Öyledir kendisi. Türk Futboluna ve bu kulübe hizmetleri düşünüldüğünde tartışmasız bir efsane başkandır o.

Yalnız ilk Gençlerbirliği maceranız sadece beş hafta sürmüştü. Benim aklımda kalan en önemli ayrıntı geldiğiniz anda size takınılan tavır. “Bu sizin takımınız ve bu da sizin ekibiniz” İkinci gelişinizde bunlar değişti mi ya da kabaca neler değişti diyebiliriz?

Şöyle diyelim. İlk geldiğimde ben Belçika’da bir üniversiteden mezun olmuştum ama Türkiye’deki okula daha yeni başlamıştım. Elbette kültürel olarak buradan belki hiç kopmadık ama biz orada yaşarken buradaki yaşamı kaçırdığımızı fark ettim. Aradaki fark nedir dersen bu ülkenin geldiği noktayı kavramak, kendisine has kurallarını algılamak ve buradaki okuldan da artık mezun olmuş bir insan olarak ikinci seferimize başlamak diyebilirim. Bizler yabancı bir ülkede uzun yıllar yaşadıktan sonra buradaki değişimi kaçırdık biraz. 

5 hafta sonra siz gittiniz yerinize Reinhard  Stumpf geldi.

Benden sonra beş teknik adam daha geldi.

Daha çok Stumpf ve bugünkü Prosinecki seçimleri üzerinde durmak istiyorum. Bayern Münih için dünyanın en iyisi olarak addedilen Guardiola ve hatta Bundesliga için Mourinho gündeme gelse dahi hemen dil tartışması başlıyor. Diyorlar ki: Almanca bilmiyor, nasıl olacak? Avrupa’nın beş büyük ligine baktığınız zaman teknik direktör seçimlerinde bir dil birliğinden bahsedebiliriz. İngiltere daha çok Galler, İskoçya tarafına yöneliyor. Almanya misal Almanca bilen insanların yaşadığı Avusturya, İsviçre.. İspanya dil birliğinden kaynaklı Güney Amerika’ya inebiliyor. Lakin İngiltere'de İsviçre'den İspanya'da İskoçya'dan ya da Almanya Uruguay'dan teknik adam getirmiyor. Bizde bu yabancı adı altında biraz işleniyor ama doğru bir şekilde de tartışılmıyor. Dil aslında fazlasıyla önemli değil midir bu meslek içerisinde?

Kesinlikle ve hatta sonuna kadar katılıyorum. Bir futbolcunun performansını belki de son tahlilde teknik adam ile olan iletişimi belirler. Elbette teknik, taktik pek çok detay önemlidir ama kabaca sonuca etki eden teknik direktör ve futbolcu ilişkisidir. Bir antrenör sadece teknik konularla ilgilenmez, aynı zamanda yöneticidir.  Sıklıkla psikolog olmak durumundadır. İletişim çok çok önemli. Sizinle şu an var olan iletişimde dahi aynı dili konuşuyor olmamızın avantajlarını yaşıyoruz. Siz bazen benim mimiklerimden, kelimeleri kullanma biçimimden sesimin tonuna kadar kendinize bir şey çıkarıyorsunuz ve elbette ben de sizden. Futbolcular da aynı şekilde. Bu da sahaya yansır. Kendinizi saha içerisinde oyun olarak ifade etme oranınız dil ile beraber azalır ya da artar. Dil bazen her şeydir.

Uzun yıllar boyunca bu ve benzer pek çok detay önemsenmedi. Bizde içerik, uyum ikinci planda kaldı hep. Sizce neden?

Bizde marka her şeydir. Vitrine çıkardığınız anda taraftarların algısında nasıl bir ses getireceği gerçekte var olan uygun olup olmama durumundan daha önemlidir. Size uyar mı ya da bir teknik adamın başarılı olduğu koşullar burada var mı gibi pek çok önemli soru önemsiz kalır. O marka, o vitrinde durduğu sürece çıkaracağı ses ve taraftarı yatıştırmak asıl hedef.  Taraftarlar da o markanın sevdiği kulübün içerisinde olmasından mutluluk duyuyor. İşlerliği ikinci planda kalıyor. Öncelikli hedef kamuoyunu rahatlamaktır ve bu yüzden “isimler” daha önemlidir içerikten. Taraftarlar rahat olsun ki rahat bir çalışma ortamı doğsun yöneticiler için.

Transferde söz sahibi iş adamları olduğu vakit markalaşma kaçınılmaz değil midir? Detaya inemez, algılayabildikleri de "markaların" dışına çıkamaz.  Oysa bilirkişi ancak teknik detayları önemseyerek gerekli transferleri yapabilir. Siz de transferler nasıl yapılıyor?

Bizler de senin dediğin şekilde teknik bir transfer yaptığımızda denetleyici mekanizma ya da tirbün de  aynı şekilde tepki veriyor.  Bir oyuncu aldığımızda misal bizim en üst düzeydeki futbolcumuz olan Arda Turan gibi olmasını bekliyorlar. Hızlı bir şekilde sonuç almak istiyorlar. Diğer bir ihtimale yer vermiyorlar. Oysa bu işin Avrupa’daki en iyisi olarak bilinen Arsenal’e baktığınızda bütün yıldız oyuncularının belirli bir süre sonunda piyasaya çıktığını görürsün.  Son dönemin en formda takımı Dortmund’a bakarsan eğer transfer edilen oyuncunun bir süre sonra ancak yıldızlaştığını görürsün. Lewandowski ilk geldiği sene hem kulübün en pahalı transferi hem de Barrios’un yedeğiydi ama bugün Manchester United’a gitmemesi için uğraş verilen konuma geldi. Biz transfer yaptığımız zaman hızlı bir şekilde sonuç bekleniyor.  Burada önemli olan takımın bir program dâhilinde yapılandırılışının sürece dayalı olması gerektiğidir.  Her hafta, her ay yine yeniden yapılandırmalarını söz konusu olması yine bu sabırsızlık ve hızlı sonuç alma beklentisiyle ilgili.

Yeterli zaman tanınmıyor mu diyorsunuz?

Araba sürmeyi öğrenirken önce debrajın, gaz pedalının yerlerini öğrenirsin ama ayağa kaldırmak için senden istenilen bu ikisi arasındaki geçişi yapabilmendir.  Başlarda sıkıntıyla ve pek çok deneme sonrası başardığın bu eylem zaman içerisinde otomatikleşir. İşte futbol takımı da buna benzer.  Takım olmak ancak zaman içerisinde herkesin bir diğerinin saha içi bir sonraki hamlesine kadar olan kısmı öğrendiğinde kazanılan otomatizasyon sonucu gelişir. Bunun için önkoşul ise kadro istikrarıdır. Her altı ay ya da her sezon başı yedi sekiz oyuncu değiştirerek başarılı olmanız çok zor. Avrupa’da başarılı olan takımlara baktığınızda kadro istikrarı birkaç istisna dışında önemli farklılıklarıdır.  Ligimizde de başarılı olmuş takımlarda kadro istikrarı yine öne çıkar. 

Sizde durum bu açıdan çok iyi değil zira kadronuzun yüzde ellisini sezon başı değiştirmek durumunda kaldınız.

Altyapıdan gelen oyuncular ve yapılan 6 transferle beraber bu sezonun başında yine yüzde elli değişim geçirmiş oluyoruz. Orta seviye takımların genel sorunu budur. Öne çıkan takımın önemli oyuncularını kaybediyorlar.  Benim takımımın yüzde ellisi değişti ama sadece bu değil. Giden oyunculardan Herve Tum’un 17 Yasin’in 7 Soner’in 6 golü vardı.  Asistlerini bir kenara bırakalım ama geçen sezon atılan 50 golün 28’ini atan oyuncularıyla yollarımızı ayırmak zorunda kalmışız. Yeniden takım olmak kolay değil.  Geçen senenin iyi oyuncularını elimizde tutma şansımız olsaydı ve bunların üzerine ekleme yapıp ybu sezona girebilseydik her şey çok başka şekilde gelişebilirdi.

Kadro istikrarı kadar bir felsefeye sahip olunup bunun korunması da sanırım bizdeki eksiliklerden bir tanesi.

Bugün en çok konuşulan takımların başında Borussia Dortmund geliyor. Dikkatli bir şekilde incelerseniz eğer orada sistem aslolandır. Çok iyi oyuncular vardı Mladen Petric ya da Alexander Frei gibi. Bu oyuncular kötü performans gösterdikleri için değil Klopp’un temel felsefesine uyum gösteremeyecekleri için kulüpten gönderildiler. Barça’da örnek olarak İbrahimovic aynı şekilde. Herhangi bir insan belki de şu an dünyanın en iyi santrforu olan İbrahimovic’in yeteneğini ya da oynadığı takımlara katkısını inkâr edebilir mi ama takımların özenle korudukları sistem burada başarıya giden asıl yoldur. Barça’nın bugünkü konumunun temeli 70’li yıllarda atan Rinus Michels’dir. Ondan sonra beş tane Hollandalı teknik adam üzerinden geçti ama temel felsefede değişim olmadı. Altyapılarını ziyaret ettim Orhan ve görmelisin.. A Takımı ile aynı şekilde oynuyor gencecik çocuklar.

Teknik adam istikrarı diyoruz ama şuna ne dersiniz: Arsenal ve Man U’yı dışarıda bırakırsanız Real Madrid’den Bayern Münih’e Barça’dan İnter ve Milan’a kadar bütün takımlar 2-3 yılda bir teknik direktör değiştiriyorlar ama başarılı olma konusunda sıkıntı yaşamıyorlar.

Her şeyden önce kulübün felsefesi önemlidir. Siz teknik direktör olarak felsefe belirleyemezsiniz.

Uzun süre kalırsanız?

Yine de olmayabilir. Sizin belirlediğiniz programa yönetim uymayabilir zira buna göre onlar bir bütçe çıkarmalı, transferler yapmalı ve pek çok önemli detayı gerçekleştirmeleri gerekir.  İngiltere’de menajerlik sistemi vardır.  Teknik adama belirli bir bütçe verirler ve antrenör bu bütçe doğrultusunda çeşitli harcamalar yapar ve sonucu devre arası ya da yıl sonunda değerlendirilir. Bu bir yöntem. Mesela Hollanda’da çok başka şekilde işleyiş var. Takımların bir transfer komitesi şeklinde çalışan kadro planlayıcıları olarak görülen bir ekip vardır.  Bunlar kadroyu oluşturur ve bu kadroya uygun bir şekilde teknik adamı belirlerler. Biz oyuncu kadromuz ve vizyonumuza göre sizi seçtik derler.  Biz böyle kadro oluşturduk, yeterli buluyor musunuz diye teknik adama sorarlar.  Yeterli bulmuyorsanız misal kaç tane ve hangi mevkilere transfer istiyorsunuz?  Siz mevkilere uygun birkaç isim verirsiniz ama bu o isimlerin alınacağına dair bir garanti değildir. Sıklıkla da başka isimler alınır. Onların zaten uzun süreli çalışma sonucu o mevkilere göre belirledikleri isimler vardır. Bu da bir anlayış. Türkiye’de ise bu ikisinin karışımı var. Yönetim transfer yapar, hoca transfer yapar.

Sizde bu durum nasıldı?

Biz geçen sene transfer yapamadık zira ben geldiğimde transferler yapılmıştı. Bu sezon ise sportif direktör değişikliği olduğu için biraz geç kaldık.  Mehmet Dilber gitti Cem Onuk geldi ve zamanımız kalmamıştı.  Yaptığımız transferlerin bazılarını biz gidip izleyip aldık bazılarını ise uzun zamandır kullanılan Wild Scouting sistemi ile kulüp tarafından uzun incelemeler sonucu alındı. Bilgisayarda verileri var ve çeşitli istatistiki verilerine bakılıp alınıyor.

Sorun nedir burada?

Futbol aslında bir denge oyunudur. Futbolcunun önemi ve hatta değeri kadro yapısına göre değişebilir. Çok iyi futbolcu daha çok o takımın içerişinde ihtiyaca göre bir yer iştigal edebiliyorsa ancak iyi olabilir. Bu da oyuncunun nitelikleri kadar diğerlerinin oluşturduğu bütünle alakalı bir durumdur.

Sanırım bizim değerlendirme kriterlerimiz biraz daha başka.

Bizde topla ilişki çok önemli. Biz futbolu sadece topla oynandığını düşünüyoruz. Topla ilişki her şey.  Dortmund üç topla kendi yarı sahasından çıkıp pozisyon üretiyor, bizde oyuncu on beş kez dripling yapmadan topu ayağından zor çıkarıyor. Üstelik tribün bunu seviyor. Ayak üstü ya da içi ortayı kesmek önemli ama bunu ne zaman ve hangi koşullarda nereye yapıldığı önemsiz. Kabaca “verim” denilen çok önemli ayrıntı sıklıkla gözden kaçıyor.

Oysa tüm bunların dışında modern futbolda alan, zaman ve hız çok daha önemlidir sanırım.

Futbolda 4 önemli zaman dilimi vardır. Top rakipte iken.. topu rakipten aldığınız zaman.. Topa sahip olduğunuz zaman ve topu kaybettiğiniz zaman. Topun sizde ve rakipte olduğu zamanlar karşı taraf organize olmuş bir şekilde sizi bekler. Lakin topu rakipten kaptığınız ve topu kaybettiğiniz anlarda yapılan aksiyonlar ise belirleyicidir. Burada hız önem kazanırken fazladan atacağınız bir çalım ya da pası vermekte geciktiğiniz bir saniye skoru lehinize ve aleyhinize değiştirir.  Bu iki geçiş sürecinde alana ve zamana sahip olursunuz. Bunu iyi bir şekilde değerlendirmek doğru oyunla ancak mümkündür ve bazen tribünün çok hoşuna giden yetenek gösterileri burada sizin skor almanızın önüne geçebilir.  Bu anlar ve duran toplar futbolda belirleyicidir.

Duran toplardan bu sene oldukça iyi sonuçlar aldığınızı söyleyebiliriz sanırım.

Attığımız 25 golün 14’ü duran toplardan.

Bundesligada ilk devre bitti ve bu devrenin sonundaki istatistiklerden bir kaçı oldukça ilgi çekici. En çok ikili mücadeleye girmiş olan üç futbolcu –Kiessling-Szalai-Lewandowski- da forvet. Ne düşünüyorsunuz bu ayrıntı hakkında?

Futbol artık 11 kişiyle oynanıyor. 8 ya da 9 kişiyle oynayamazsınız. Başta da söylediğim gibi bu bir denge oyunu. Bu şekilde siz orta sahanızda mücadele gücü daha az olan teknik bir oyuncuyu barındırabiliyorsunuz. Juventus’da Pirlo ya da son dönem üst düzey futbol oynayan Dortmund’da İlkay’ın yeteneğini o bölgede sergilemesini bu şekilde sağlayabilirsiniz. Lewandowski ile beraber sağında ve solunda oynayan Götze ile Reus’un baskı yapıyor oluşları orta sahanın da topla ilişkisini bir seviye daha arttırıyor. İlerideki üçlü bu baskıyı yapmazlarsa eğer gerideki üçlünün oyuncu karakteri de değişecektir ve topla ilişkisi azaldığı ölçüde oyun olarak da gerileyecektir.

Lucien Favre’de görmüş ve çok etkilenmiştim. Santrforlarına belirli alanlara baskı yaptırarak rakibin hücum organizasyonunun yönünü tayin ediyordu.

 Onu biz de yapıyoruz. Stoperlerin oyun kurucu rolünde olanına baskı yapıyoruz ya da kendi savunma bloğumuzun güçlü olduğu yere rakibe baskı yaparak yönlendiriyoruz. Bunun adı kolektif futboldur.

Dortmund’un başarısının sırrı gençlerde ve bunun da altına inerseniz modern futbola göre yetiştirilmiş, yeniden kurgulanmış olmalarına ve elbette bizdeki altyapı eksikliğine geliyoruz. Bizim durumumuz nedir?

Dortmund yönetimi altyapıya geçtiğimiz yıllarda toplam 38 milyon euro yatırım yaptıklarını belirtmişlerdi. Son derece güzel tesislerin yanı sıra yeni çıkan teknikleri gençlerin hizmetine sunuyorlar. Biz ne veriyoruz Altyapı hocasına bin lira maaş ve 15 takımın çalışacağı suni çim saha. Altyapıdaki bir oyuncuya biz ne veriyoruz?  Çalışma sonrası duş alıyor, hepsi bu. ?  İnanılmaz yetenekli oyuncular var burada. Dünyanın en zeki adamını okula göndermeden verimli olması ne kadar mümkündür? Sen burada altyapısı hocasına bin lira veriyorsun. Başka işte çalışıyor, gelip yan iş olarak bu çocukları çalıştırıyor, geleceğin büyük yıldızları. Sorun belli, sır değil. Çözümü de belli sır değil ama olmuyor. Kimse o bütçeyi yaratıp buralara akıtamıyor.  Hocaların pek çoğu maaş yetmezliğinden başka meslekte çalışmak durumunda kalıyor ve yarı mesai ile ilgilenebiliyor çocuklarla.

Sorun yetenek değil eğitim diyorsunuz?

Kesinlikle. Bu ülkede en son dert edilmesi gereken konu yetenekli oyuncunun azlığıdır. İnanılmaz yetenekler var ama onların eğitimi konusunda sorun çok fazla. Kime sorsanız bu sorunu ve aslında çözümünü de hemen söylerler ve fakat birisi de çıkıp bütçe ayırıp buraya yatırım yapmıyor.

Peki ama neden?

Biz her zaman kolayına kaçarız. Evde yemek yoksa eğer markete gidip bir şeyler alıp yapmaktansa lokantaya gidip yapılmışını yemek isteriz.  Bunun gibi düşünebiliriz. Yetiştiremiyoruz mağlubiyetini hemen kabullenip yetiştirilenleri satın alma yolu çok daha cazip geliyor.

Türk Futbolu’nun temel sorunu bu mudur?

Başka ne olabilir ki? Hemen herkes milli takımın turnuvalara katılıp katılmayacağına odaklanmış durumda. Oysa biz Dünya üçüncüsü olduk, Avrupa Şampiyonasında yarı final oynadık, değişen ne oldu? Eğer başarı kriterimiz buysa neden biz bu başarıyı elde eden teknik adamları gönderdik? Eğer bu başarıysa neden Türk Futbolu’nu kurtarma planları yapmaya o zaman da bu zaman da devam ediyoruz.. Belçika on milyonluk nüfusu ile bugün milyar euroya yaklaşan bir milli takım kadrosu oluşturdu. Üstelik kendi evinde gerçekleşen turnuva hariç son on yılda turnuvalara katılım göstermeden bunu başardı. Almanya 98’de bu atılımı yaptı ve 2000 ile 2004 yıllarında tarihlerinde daha önceden bize Derwall’in gelişini sağlayan ve sadece bir kez yaşadığı gruplardan çıkamama başarısızlığını bu dönemde iki kez üst üste Avrupa Şampiyona’sında yaşadı. Başarısız süreci göze alıp temele indiler, bizim temel eğitime inmemiz gerekir.

Yön belirleme konusunda bir öneriniz var mı?

Fatih Terim, Şenol Güneş, Mustafa Denizli gibi teknik adamların yanı sıra Hakan Şükür, Rüştü Reçber ve Bülent Korkmaz gibi deneyimli oyunculardan oluşan bir kurulun oluşturulması ve milli takıma yön vermesini isterdim. Böylesine büyük tecrübelerin toplamından yanlış çıkmaz. Bunu yapardım



Sportif direktörlerin ilk fırsatta teknik direktörlüğe geçişini nasıl yorumluyorsunuz?

Almanya’da bu sistem yaygın bir şekilde kullanılır ve hiç böyle bir şey gördünüz mü? İçeriden antrenör atarlar ama asla sportif direktör teknik adam olmaz. Bizde kimse olduğu yerde mutlu değil ve hemen hepsi Süper Lig’de takım çalıştırmak istiyor. Altyapı hocasının da sportif direktörünün de hedefi hep aynı. Mutlu değiller, yetinmiyorlar.  Daha çok yönetim olarak amatörüz.  Yöneticiler sınırlarını biliyorlar mı? Bu ülkede başkanlık ya da bir numaranın önde olup her şeyi belirmeye çalıştığı bir sistem var.  Ülkenin dahi yönetim biçimi bu şekilde.  Dolayısıyla başkan giderse sistem çöküyor. Başbakan’a bir şey olsa iktidar ayakta kalamaz, ülkede kaos yaşanır. Oysa misal Belçika iki yıl başbakansız kendisini sorunsuzca idare etti, sistemdir aslolan. Görev dağılımı yapıyorsunuz ama o görevleri o insanlara bırakmıyorsunuz. İşverenin her şeyi belirlemeye çalıştığı yerde profesyonel anlayıştan bahsetmek zor.  Sportif direktör meselesi sadece bunun bir yansıması.

-Oğlunuz Gençerbirliği’nde oynuyor. Ve siz ona sadece kupa maçında bir kere o da sonradan girmek koşuluyla forma vermişsiniz.

 Öncelikle yurt dışından gelen oyuncuların futbola değil Türkiye’ye adapte olmasını sağlamalıyız. Oğlumla beraber bir iki futbolcu var ve her şeyden önce onların buraya adapte olmaları için zaman gerekir.

Geleceğinden ümitli misiniz?

Öyle olmasaydı buraya getirmezdim kesinlikle.

BLOGDAN GELEN SORULAR

Futbolkolik1: Geçtiğimiz yıllara baktığımızda Gençlerbirliği'nin ligi hep orta sıralarda bitirmiş olduğunu görürüz.Bu senede benzer bir durum söz konusu.Gençlerbirliği'nin temel hedefleri nelerdir?

Bu fikre çok katılmıyorum. Bizden önce kümede kalma mücadelesi veriyorlardı.  Bir şeyi bozmak kolaydır, yaratmak zaman alır. Bizim hedeflerimiz var ve bunlar sürece dayalı şekilde belirlendi. Yıllık planlar yaparsanız yıllık kalır. Beş yıllık on yıllık olursa hedefler de büyür. Geçtiğimiz sezon dördüncü bitirseydik Avrupa kupalarına gidecektik ama buna hazır olmayacaktık kesinlikle. Hedef koyduk. Geçtiğimiz sezon 9-12 bu sezon içn 6-9  ondan sonraki sezon 4-6. Bunun için zaman gerekiyor.

Junior: Elazığ mağlubiyetinden sonra niye birden böyle olduk hocam, galatasaray'a kök söktüren, avrupa takımı gibi oynayan takım neden birden böyle çöktü? Bir de yönetimden olsun, görüşebildiği taraftar çevrelerinden olsun, hak ettiğiniz desteği, istikrar isteğini görüyor musunuz?

Güzel soru sormuş. Biz diğer takımlardan uyumu daha hızlı bir şekilde yakaladık. Daha çabuk organize olduk. Geçtiğimiz sezondan bu seneye alt yapıdakilerle beraber 25 oyuncudan 12si gitti. 11 tane yeni futbolcu dahil ettik. Bunların 6’sı transfer 5’i altyapıdan. Giden futbolcu sayısı yüzde 50.  Önemli ve takımın iskeletini oluşturan oyuncuları kaybettik. Bu değişimin oturması zaman ister biz bu değişime rağmen iyi başladık ve Galatasaray maçına kadar iyi bir dönem geçirdik.  Savunmadaki sakatlıklar ve fikstür bu kötü dönemi oluşturdu. İkinci devre ben takımımızın yüzde 30-35 daha iyi oynayacağını düşünüyorum.

FC Start: Devre arası transfer hedefleri var mı?

Üç transfer düşünüyoruz. Bir  forvet iki orta saha.

brkcn1027:Takımın hücumda Hurşut'a bu kadar bağlı olmasının sebepleri nelerdir? 19 Mayıs Stadı hakkındaki düşünceleri nelerdir?

Hurşut çok önemli bir oyuncu ve oldukça da iyi performans sergiliyor ama hücumda Azo’yu dan unutmamak gerekir.  3 golü 7 asisti var. Diğer açıdan stat konusuna gelirsek; Seyrantepe’yi, Kayseri’nin stadını düşününce bizim başkent takımı olarak çok daha önce güzel bir stadımızın olması gerekiyordu.

Pelezinho: Fuat Çapa’nın gıpta edilesi bir ilişkisi var iki taraf da birbirini tamamlıyor. Bu uyumu dört büyük kulüpten hangisi ile yakalayabilir. Taraftar kulüp yapısı iç dinamik.

 Şu kulüp diyemem ama genel olarak şunları söyleyebilirim: Karakteriniz her kulübe uymayabilir. Profesyonel olabilirsiniz ama yine de uyum gerçekleşmeyebilir. Futbolla ve hatta yaşamla ilgili düşünceleriniz uyuşmayabilir. Kendinize yakın bir yerde başarılı olabilirsiniz. Her teknik adam bir yerde başarılı olabilir ama her yerde başarılı olabilir mi? Bilinmez. Guardiola mesele bu uyumu yakalamak adına doğru yeri seçmek için bence bekliyor. Bu açıdan verilen kararlar oldukça önemlidir. Seçim yapılmalı ve uyum gözetilmelidir.

İlker: Orta sahada iki ön libero (Cem Can, Özgür, Petroviç'ten ikisi) ve bir forvet (Azo) arkası oynatmakta karar kıldı bu sene. Sezon başında hayal ettiği 4-4-2 sisteminden vazgeçip buna mecbur oldu sanki? Sezon başındaki planları neden tutmadı? Neden 4-2-3-1'e dönmek zorunda kaldı?

Doğrudur. Bazı oyuncular beklediğimiz seviyede olmadı. Antalya’ya 1-0 mağlup iken 4-4-2’ye geçip maçı çevirdik. Galatasaray maçında 1-0 mağlup iken 4-4-2’ye çevirip 3-2 öne geçtik. Geriye düştüğünüz zaman bunları yapabiliriz ama maça bu şekilde başlamak için taktiksel ve fiziksel anlamda hazır değiliz.

İlker: Gençlerbirliği'nin top rakipteyken takım savunmasının agresifliğinin az olduğunu düşünüyorum. Kendisi ne düşünüyor acaba?

Doğru bir tespit. Elimizdeki oyuncu karakterleri/profilleriyle alakalı bir durum. Biraz önce Dortmund önreğini verdik; Lewandowski, Götze ya da  Reus.  Ben bunu Hurşut’tan ister ve bu durumu zorlarsam Hurşut’un artılarını kaybederiz. 29 yaşından sonra bu denli bir değişim geçirmesini beklemek çok doğru değil.  Son iki haftada oyuncularımız fiziksel anlamda yükseliş içerisinde ve problem zaman içerisinde çözülüyor. Bunun bir nedeni de aldığımız oyuncuların son iki sezonda oynadıkları takımda çok fazla forma giymemeleri. Son dönemde dikkat ederseniz bu açıdan bir iyileştirme olduğunu görürsünüz. Zamanla ve çalışarak bu sorunu halledeceğiz.

Ozan Kartalkaya: Gençlerbirliği bence ligde yabancılarından az katkı alan takımlardan biri. Özellikle hücum bölgesindeki yabancılar sıfıra yakın katkıyla oynuyor. Bu konuya bir müdahelesi olacak mı?

Müdahale çok fazla çalışmak olabilir ama oyuncuları ben yerli ya da yabancı diye ayırmıyorum. Hepsi bizim oyuncumuz. Bunun bizde yerlisi yabancısı olmaz.

Emre Ayan: Antrenör veya Analizci kadrosunda futbolculuk geçmişi olmayanlara yer veriyor mu?

Ben daha çok verim alabiliyor muyum almıyor muyum buna bakıyorum. Burası staj yeri değil, bana net bir katkı yapıyor olup olmaması, etkin bir rol oynayabiliyor mu daha çok bunlar önemlidir.

Neverlong: Teknik direktörlüğün yöneticilik kısmına, futbol dışı iş yaşamının olumlu veya olumsuz bir katkısı olduğunu düşünüyor mu?

Özellikle planlama ve programlama anlamında yüzde 70 katkı yaptığını düşünüyorum.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Coşkun Karademir & Emirhan Kartal - Sırdaşk

Hem bloğumuzda, hem Facebook sayfamızda daha önce tanıtımını sizlerle paylaştığımız o güzelim ezgilerle dolu "Dönüş Yolu" albümünü hatırlarsınız.

Yerin kulağı var derler, hele ki içinde aşk olan sırla gizli bir albümse bu çabuk işitilir:) Kalan müzik etiketiyle çıkacak olan Coşkun Karademir & Emirhan Kartal - Sırdaşk albümü yakında müzik marketlerde olacak.

Dönüş yolu ardından aklımızda ki birkaç soruyu Coşkun Karademir'e sorduk. Bu küçük sohbeti sizlerle paylaşalım;

“Mekteb-i İrfan”
“Dönüş Yolu-The Way Back”
ve şimdi "Sırdaşk"

-Dönüş yolu ile başlayan sızılı yolculuk Sırdaşk ile nasıl bir yolda devam ediyor?

Coşkun Karademir
Dönüş yolu trio, müzikal ifade ile anlatılacak olunursa; evet, sızılı. Sebebi ise, o üçlünün yan yana geldiğinde yaşadığı hâl'dir sanırım. Sırdaşk ise, hem konusu ve hem de müzikal sunumu itibariyle dönüş yolundan fikrin kaynağı olarak uzak olmasa da uzak diyebilirim. Fikrin kaynağı olarak uzak değil dememdeki kasıt ise de yine bir geleneğin taşıyıcılığını ve aktarımını sağlama düşüncesidir. Yine bir yol var ve zorlu....

-Sırdaşk albümünde Hatice Doğan Sevinç'in eksikliği hissedilirmi?

Coşkun Karademir
Müzikal ve konusal farklılıktan ötürü klasik kemençe yani sevgili Hatice Doğan Sevinç'in yanımızda bulunmasına imkan vermiyor diyelim. Çünkü bu albümde ortada zaten bir gelenek ve kültür var. Biz bunu kendi müzikal varlığından çok fazla uzaklaştırmadan biraz icra, biraz da düzenleme çeşnileri yaratmaya çalışarak sunmaya çalışıyoruz diyelim...

-Dönüş yolunda geniş bir coğrafya işlenmişti, Sırdaşk bu anlamda nerelere dokunuyor?

Coşkun Karademir
Dönüş yolu, repertuar bakımından açıkçası sınırsız.. Bu konuda bizim hissettiğimiz herhangi bir eserin dönüş yolu trio repertuarında yer alması çok olası. Ama sırdaşk, konusu itibariyle sınırlı, aslında bu sınır bir hayli büyük, yani çalıp-söyleme, aşıklık, alevi-bektaşi vb. köklü geleneklerin yaşadığı ve yaşatıldığı her yer diyebiliriz.

-Sır verilmez ancak içinde aşk olan bir sır, asla sır olarak kalmaz; Bize fısıldadığı küçük sırlar neler?

Coşkun Karademir
Sırdaşk, aslında geleneğin geleceği konusundaki düşüncelerimizi yansıtmaya çalıştığımız bir albüm. Bunu ilk olarak mekteb-i irfan'da anlatmaya çalıştık. Niyet yine aynı, belki biraz şekli şemali farklı..

-Dönüş yolu ile daha geniş bir kitlenin takibindesiniz, şimdi Sırdaşk; Müziğiniz adına ileriye dönük proje ve planlarınız neler?

Coşkun Karademir
Aslında müzik adına ileriye dönük plan ve proje sistemimiz yok, ama hayallerimiz hep var. Zaten bu sistem işi değil, emeğin arzı meselesidir. Yani anlatıcak kadar bilgi sahibi olamadığımız birşeyi ağzımıza almayız. Bu konuda da tutucu ve sabırlıyız diyebilirim. Ama yinede, gelecekte farklı projeler le nefes almaya devam edicez gibi görünüyor.

-Uzunca zaman popüler müzik tüketimi hakim bir şekilde devam etti, fakat son yıllarda etnik, folk ve özellikle Enstrumanların takip edildiği birçok albüm ve dinleyicisi var. Bu değişimin sebebi sizce nedir? İnsanların müzik tüketiminde ki bu olumlu gelişmenin devamı için neler yapılmalı.

Coşkun Karademir
Popüler kültür ve müzik dediğimiz kavram, bugün dünyada var olan ve hüküm süren bir arz-talep çılgınlığı. Bu süreç olumlu yada olumsuz tabi ki geleneksel kültürleri uzunca bir süre gözardı ettirdi. Yani göz önünde olamayan herhangi birşey nasıl unutulur ve umursanılmazsa müzik de öyle... Şunu da belirtmek lazım ki, geleneksel müziği var gibi görülen ilgi, insanların uyandığından yada farkındalıklarının arttığından da değildir bence. Kökü insanın benliğinde ve yaşadığı toprağında olan her gelenek illaki bir şekilde yaşamını zor da olsa sürdürmüştür. Çünkü varlığı hiçbirzaman tüketilememiştir, çünkü yapılıp satılması beklenen bir mal değildir.

Tahrif etmişler güzelim Kitabı - I


İsa’nın hayatı ve öğretisine dair eldeki en eski metin, Markos’un muhtemelen 65 yılı dolayında yazdığı anlatıdır. Bundan yaklaşık on yıl sonra yine müritlerden Mattheos ve Lukas birer yaşam öyküsü kaleme alırlar. 100-115 yılları arasında Yohannes adlı birine ait dördüncü anlatı (muhtemelen Efes’te) ortaya çıkar. O tarihlerde buna benzer çok sayıda başka anlatı bulunduğu malumdur. Ancak 2. yüzyıl ortalarına doğru bu dört metin genel kabul görür. En geç 189 yılında bu dördü, Kutsal Kitap (Biblion/Bible) adı verilen derlemeye dahil edilirler.

Dört anlatının her birine, Yunanca “iyi havadis, müjde” anlamına gelen euangêlion adı verilmiştir. Latincesi evangelium, Süryanicesi î ile ewangîliyûn’dur. İngilizce gospel de aynı şekilde “iyi havadis” anlamına gelir. Arapça ve Habeşçede ortak olan incîl biçiminin, Muhammed’den bir hayli zaman önce Süryaniceden adapte edildiğini varsayabiliriz. Süryanice /g/ sesinin Arapça ve Habeşçe /c/ye dönüşmesi standarttır. +ion ekinin düşmesinde de sürpriz yoktur. Dolayısıyla /ewancîl/ ara-biçimini varsayabiliriz. Ancak ilk hecenin nasıl değiştiğine dair tatminkâr bir açıklama bulamadım.

Görüldüğü gibi İnciladı verilen bu metinler, biçim ve statü itibariyle Kuran’ın değil, siret ve hadisin eşdeğeridir. [Nitekim Arapça hadîsحديث “haber” demektir; angêlion muadilidir.]  Eldeki anlatımların hiç birinde, İsa’nın kitap yazdığına yahut kendisine bir kitap “indirildiğine” dair bir ibare veya ipucu bulunmaz. Müritlerinin aktardığı İsa meseller anlatır, kendisine sorulan soruları cevaplandırır, bir veya birkaç defa da kalabalıklara vaaz verir. Sözel üretimi bundan ibarettir.

Hıristiyanların Kutsal Kitap saydığı metin, toplam 120 sayfa kadar tutan bu dört incilden ibaret değildir. İsa’nın öğretisini içeren Yeni Ahit, bunlara ek olarak, Havarilerin İşleri adlı kronolojik anlatıyı, havarilerden beşinin çeşitli Hıristiyan cemaatlerine ve cemaat önderlerine hitaben yazdığı ileri sürülen 21 mektubu, ve nihayet, bir başka Yohannes’in kıyamet gününe dair vizyonunu içerir. İsa’nın ölümünden 120 ila 150 yıl sonra son şeklini almıştır. Toplam 27 metindir. İnciller bunların dördüdür.

*
Kuran’da İncil sözcüğünün zikredildiği 12 yerin birçoğunda bunun (Tevrat’la beraber) “indirildiği” ya da “verildiği” yazılıdır. Hadîd 27’de Meryemoğlu İsa’ya İncil’in “verildiği” özellikle belirtilir. Meryem 30’da, Meryem’in sabi oğlu konuşarak “Allah bana kitap verdi ve beni nebi kıldı” der. Demek ki İsa’nın kitabı kendisine çocuk yaştayken “verilmiştir”.

Bu durumda iki ihtimalden birini seçmek zorundayız,

1) Kuran, bize ve erken dönem Hıristiyanlarına malum olmayan bazı bilgi kaynaklarına sahiptir; veya,

2) Kuran yazarı “İncil” adını verdiği kitap hakkında yeterli bilgi sahibi değildir. Hıristiyanların bu isimde bir kutsal kitaba inandıklarını ve bu kitabın havariler tarafından yazılmayıp bizzat İsa’ya “verildiğini” sanmaktadır. Kitabı okumamış ve muhtemelen hiç görmemiştir. Konu hakkındaki bilgisi kulaktan dolma ve üstünkörüdür.

Birinci ihtimal zayıftır. İsa şayet bir “kitap” yazmış veya edinmiş ise, Hıristiyanların bunu unutması veya inkâr etmesi için makul bir sebep olamaz. Faraza bazı kötü niyetli kişiler tahrifata girişmiş olsa da, muharref olan kitabı İsa’ya mal etmek isteyecekleri şüphesizdir. İsa’nın ölümünden hemen sonra yoğun tartışmalara dalan Hıristiyan liderleri arasında hiç olmazsa bazılarının, tahrif edilen kitap(lar) yerine “aslını” ileri sürmeleri, en azından bunun sözünü etmeleri beklenir. Oysa böyle bir iddia duyulmamıştır.

Dolayısıyla, ikinci ihtimalin daha güçlü olduğu kabul edilmelidir.

*
Muhammed’in Hıristiyan Kutsal Kitabı hakkında bilgisiz olması bence şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, onun ölümünden otuz yıl sonra Kuran metnini derleyenlerin halâ aynı anlatımı sürdürmesidir. Ortadoğu’nun bellibaşlı Hıristiyan kültür merkezleri ve milyonlarca Hıristiyan nüfus İslam egemenliği altına girdikten sonra, Müslüman liderlerin Hıristiyan kutsal metinleri hakkında daha fazla malumata sahip olmaları gerekir.

Acaba her şeye rağmen (yanlışlığını bile bile) Muhammed’in özgün söylemine sadık kalmayı mı tercih ettiler? Yoksa özgün söylemde daha feci hatalar vardı da sadece bir kısmını düzeltmekle mi yetindiler? Kuran metnindeki bariz anlatım bozuklukları ve anlam belirsizlikleri, acaba editörün silgisinin izleri midir?