30 Mayıs 2013 Perşembe

Dayan!

Dehşet içinde izliyoruz burada olup biteni, nefes almayı isteyen birçok farklı ideolojik görüşten insan bir araya gelmiş, ağacı, yeşili korumak için bedenlerini siper etmiş, kitap okumaları yapıp şarkılar söylüyor, ya sen ne yapıyorsun? Halkın olduğun söylediğin bu insanlara zarar veriyorsun, gözünü bile kırpmadan, olmaz olsun böyle din iman, olmaz olsun böyle iktidar.

Bu kadar uzaktan bile

“Ama örtmenim Musa da yapıyoo”

Bu da yeni itiraz hattı. Diyorlar ki neden sırf Muhammed’le kavga ediyorsun? Adalet bu mu? Beni Kureyza’dan söz ederken hani Eski Ahit peygamberlerinin kestiği kavimler? Hani Amalekîler, Yebusîler, Midyenliler? İsa’nın yedi bin kişiye balık ekmek yedirdiğine inandın da Muhammed’e bir vahyi mi çok gördün?

Hem bunu söyleyenler cühela tayfası değil, bayağı aklı başında insanlar. İnanın bazen ümitsizliğe düşüyorum. Şelaleye doğru hızlanan bir derede akıntıya kürek çeker gibi hissediyorum.

*
Tam elli yıldır tarih okuyorum.[1] Tarihteki sıradışı adamlarla boğuşan yazarları da – Sophokles’inden Carlyle’ına, Mario Vargas'ına kadar – hatmetmişliğim var. Muhammed'in yaptığına anlayışla, ironiyle, hatta şefkatle bakabilecek kadar perspektifim oluşmuştur sanırım. Musa'dan daha mı gaddardı? Sezar'dan daha mı oportünistti? 8. Henry'den daha mı şehvet düşkünüydü? Gandhi'den daha mı çok masumun kanına girdi? Herhangi bir devlet kurucusundan daha mı zorbaydı? Hiç zannetmem.

Peki, Tanrıyla konuşmuş ya da konuşmamış olması çok mu ilgilendiriyor beni? Zerdüşt, Akhilleus, Assisi'li Francesco ve Mormonluğun kurucusu Joseph Smith de Tanrı(lar) ile muhatap olduklarını iddia etmişler. Siena’lı Azize Katerina İsa ile gerdeğe bile girmiş. Onlar aleyhine atıp tuttuğumu duydunuz mu hiç?

İtiraf edeyim, tanrı(lar) ile muhatap olan insanlar, diğerlerinin çoğundan daha fazla ilgilendiriyor beni. “Geçen gün televizyonda ne diyordun, şimdi ne diyorsun” diye heyecan yapmayın hemen, ne dediğimi biliyorum. Allahla kontak kuranları, hayat boyu hamburger yemekten öte bir iş yapmamış olanlara tercih ederim.

Tarihteki kötülüklerin veya absürdlüklerin çetelesini mi tutmak maksadım? El insaf, bunca zamandır izliyorsunuz yazdıklarımı. Üç tane iç savaşın içinde bulundum, profesyonel katillerle arkadaşlığım var diye anlattım kitabımda. Aklınız alıyor mu, “ıyy, ama Muhammed adam öldürmüş” diye ahlak krizi yapacağımı? Barış kumrusu filan mıyım ben, barbie bebekle mi büyüdüm?

O kadar basit bir şey ki söylediğim, hayret ediyorum nasıl anlaşılmaz.

BUGÜN ve BURADA, benim muhataplarım arasında, epey bir kesim,
BİR: Muhammed'i hakikatin ve ahlakın mutlak referansı sayıyor;
İKİ:  daha vahimi, insanları "bizler" ve "ötekiler" olarak ayırmak için Muhammed'e itaati baz alıyor; en ötekisever ve en empatici olanlar dahi bunu yapıyor;
ÜÇ:  en vahimi, o referansı reddeden veya aleyhinde argüman serdedenleri, kâh şiddet diliyle, kâh alınganlık ve duygusallık diliyle susturmaya çalışıyor.

Mesele bu. Davam 1400 sene önce ölmüş gitmiş bir adamla değil, bu arkadaşlarla.

Bir gün Musa'yı veya İsa'yı kullanarak beni susturmaya veya gözümü korkutmaya çalışanlar olursa, peki, o zatı muhteremlerin de zannedildiği kadar matah şeyler olmadığını anlatmaya çalışayım. Ama öyle bir şey yapan yok ki? Bir kişi bile çıkmadı bugüne dek beni Zerdüşt'le korkutmaya çalışan, ya da Joseph Smith’e laf edersen senle ebediyen küsüz diye atarlanan. O zaman ne uğraşayım? Çeşit çeşit inanç var dünyada. Öğrenir, istifade ederim. Mizah duygumu söndüremem belki, ama acı bir söz söylememeye gayret gösteririm.

*
Muhataplarımdan üç beş kişi yarın çıkıp, "hımm, haklısın ya Sevan, bu Muhammed pek fenaymış, şimdi anladım" dese ne olur biliyor musunuz? Külahları değişiriz. "Tarihte hiç kimse siyah beyaz değildir, bak o dönemin koşulları, şu sebeple öyle davranmış olması makul" filan diye öyle bir savunurum adamı ki aklınız şaşar.

Altı yaşında kızla nikâh kıydı, dokuz yaşında yatağa aldı, yuh, diye baygınlık geçirenler var. Ben mesela onlardan değilim. İnkâr ve tevil edilen olguları saydım, o kadar. O kademe önemlidir, onsuz olmaz. Ama o kademeyi bir geçelim, başka açılar da var gözden geçirecek. Misal: Neden hem Ebubekir’in hem Ömer’in kızlarıyla evlendi? Neden Hafsa’yı alınca Aişe ile, yaşına rağmen, yatması gerekti? Neden Ömer’in diğer kızını da alması istenince reddetti? Kıtıpiyos bir ahlakçılıktan daha ilginç değil mi bu sorular?

Eleştirdiğim şey, ahlak felsefesini bir kişi ve bir aidiyet üzerinden kurmaya çalışanlardır. Onların ahlaksızlığını, onların kaçınılmaz olarak içine düştüğü riya tuzağını teşhir etmeye çalışıyorum. Hepsi o kadar.




[1]  Evet ilkokul ikiden beri. İlkokul üçteyken bir tarih ansiklopedisi yazmayı kafaya koymuştum. Üç dört sene onunla uğraştım, yüzlerce sayfa doldurdum. Beşteyken mesela son beşyüz yılın bütün papalarını (ve İngiltere başbakanlarını, Kanuni’nin sadrazamlarını vb.) ezbere sayabilirdim. Hâlâ da biraz zorlasam geri gelir.

31 Mayıs 2013

Ne çekti bu başım, midem kısaca bedenim benden. Yine epey yordum kendimi, eziyet ettim resmen bedenime. Öğreniyor insan sürekli ama bende de bir öğrenememe ve akıllanmama gibi durumlar da var sanki. Elbet bu da değişecek bir gün o eski halimden eser kalmayacak. Rutinim değişti yine, bloğuma sızlanmak dışında yazacak, ekleyecek birşey bulamıyorum. Kısa süreli birşeyler yapma çabaları hep sonuçsuz kalıyor.Artık burayı sanki lastik gibi sündürüp, süründürüyorum gibi geliyor. Ben bu hallerden kurtulup kendime dönebilmeyi çok istiyorum geldi mi peşpeşe gelir hesabı, ağırlıyorum her geleni. Özledim bol elişili, muzur kuzu resimleri, hamur işleri, sokak manzaralı postları. Ben arayadurayım onları, mutlu haftasonları...

''Gideceğin yoldan eminsen, ENGELLER dinlenme noktan olmaktan öteye gidemez. ''  Paulo Coelho                                                                                   

Sabah gazete okurken aklıma düşenler

“Eskiden kiremit imalathanelerinin bulunduğu, sonra saray bahçelerine dönüştürülen Tuileries…” demiş Eyüp Can, Paris'in göbeğindeki parktan söz ederken. Oha, nasıl fark etmemişim bunca yıl? Fransızca tuile, bildiğimiz “kiremit”; tuileries = kiremitçiler. Latincesi tegula, Fransızcada vurgusuz hecenin sessizi düşer, sözcük sonundaki dişil eki +a ise +e şeklini alır. Nitekim 12. yy’daki en erken örneklerde tiulekaydedilmiş. 14. yy’dan itibaren i/u metateziyle tuile biçimi yerleşmiş.

İngilizceye Fransızcadan değil direkt Latinceden alınmış, 9. yy’dan itibaren örnekleri var. En eski metinlerde tigule veya tegele. Yaklaşık 1400’den itibaren, i'ye bitişen /g/ sesinin İngiliz dilinden düşmesiyle beraber, uzun î ile tile. Yüksek Almancada sözcük başındaki /t/ daima /ts/ sesine dönüşür, z ile yazılır. O yüzden Ziegel, “kiremit”.

Latinceden Bizans Yunancasına da geçmiş. Besbelli bu kiremit hadisesini Romalılar keşfetmiş olmalı, öbür türlü Latinceden Yunancaya kolay kolay kelime almazlar. Genelde tersi olur, teknik ve ticari terimler Yunancadan Batıya akar. Bulabildiğim en erken örnek Manuel Moskhopoulos’un Philostratos sözlüğü şerhi, sene yaklaşık 1400. Touvla diye geçiyor, g > ğ > w evrimi tipik. Πλίνθος şerhi diye vermiş, yani “pişmiş topraktan yapma tabaka, tuğla”. O zamanın tuğlalarını gördüyseniz bilirsiniz, aşağı yukarı 4-5 cm kalınlığında otuza otuz, kırka kırk kare şeklinde olur, şekil itibariyle kiremide yakın. Zaten İngilizce tile da hem kiremit hem yer karosu.

Türkçe tuğla, benim bulabildiğim kadarıyla, en erken Floransalı tüccar Argenti’nin 1533 tarihli Türkçe notlarında geçiyor. İstanbul “sokak Türkçesi” hakkında elimizdeki en eski ve en değerli kaynaklardan biridir. Belli ki tuğla o tarihte henüz yazı diline geçmemiş, ancak kozmopolit İstanbul’un günlük konuşma dilinde kullanılıyor.

*
Yine Radikal’de, Murat Yetkin: “Yavuz’un İran’ın batıya ilerlemesini durduran ve Suriye’yi fetheden Türk (?) imparatoru olduğu unutulmamalı.”

Hoppala, buyur buradan yak. Bu açıdan hiç düşünmüş müydük? Düşünmemiştik. Türkiye’nin bugünkü dış politika hedefleri ne? İran’ın batıya ilerlemesini durdurmak ve Suriye’yi fethetmek olabilir mi acaba?

*
Sonraki sayfa, Özgür Mumcu, bazılarının şair ve filozof saydığı Necip Fazıl Kısakürek’ten alıntı. Siyasi ütopyasını anlatıyor hoca:
“Türk vatanının yalnız Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her türlü tedbir alınacaktır.”
Tbi canııım, soykırım olmamıştır, olsa da münferit vakadır, zaten yapan da Osmanlıdır bugünkü Türkiyeyi bağlamaz. Değil mi?

Geçen gün de Molla Davudzade Mustafa Nazım diye birinin 1913’te yazdığı Rüyada Terakkiadlı romanı okudum yarısına kadar. (Kapı Yayınları 2012). Vatanî-hamasî ve terakkici bir bilim kurgu romanı, galiba Türkçede ilk, ana fikirleri Jules Verne’den aparmış.  Yazara göre Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike ve geçmişindeki en büyük hata neymiş?

“Efendim siz kuvvetinize güvenerek Asya’da, Evropa’da, Afrika’da birçok memleketler zapt etmişsiniz. (…) Fekat asla düşünmemişsiniz ki, feth ve istila etmiş olduğunuz bu yerlerin ahalisi hep anasır-ı muhtelifeden mürekkeptir. Bunlar ekseriyetle kendi muhitlerinde baki kaldıkça, bir fırsat buldukça menfaat-i milliyelerini nazarı dikkate alarak istiklallerini isteyeceklerdir. (…) o kadar kan dökerek zapt etmiş olduğunuz memalik-i Osmaniyeyi yine kan dökerek Osmanlıların elinden alacaklardır.” (sf. 16-17)
*
“Konstantiniyye’yi alan asker ne kutlu askerdir” ne demek? Konstantiniyye o tarihte dünyanın en zengin ve en büyük kenti. Yağlı lokma. Ola ki aldın, adam başına eline geçecek ganimetin haddi yok. Eğer gasp ve talan mesleğinde isen, meslekî kariyerinde bundan öte bir hedef, bundan büyük bir ödül olabilir mi?

Adamın kullandığı “kutlu” kavramını biri bana açıklasın. Somali korsanlarının şecaat anlayışından farklı bir boyutu var mıdır?

Arabistan’da bugün adamın biri çıkıp “İstanbul’u alan asker ne kutlu askerdir” dese tepkin ne olur?


30 Mayıs 2013

Yine ara verdim. Şu ara tahtaya vurayım sürekli geziyorum arkadaşlarımla. Ne de olsa okulların kapanmasına çok az kaldı bu ne demek, özgür öğleye kadar vakitlerin bitimine az kaldı demek bizde değerlendiriyoruz elimizden geldiğince.
Elişlerinden haber yok şu ara. Gezmekten elim değmiyor demek daha doğru olur aslında ama geziyorum, okuyorum, bunlarda en az elişleri kadar iyi gelen terapiler bana. Beğendiğim bir kısa yazıyla son veriyorum postuma.

Fi
“...Bir şeyin yitip gitmesine izin vermezseniz asla doğum gerçekleşmez, bir açıdan bakıldığında, filiz tohumun ölümüdür. Bir tohum çatlar, deforme olur, kendisi olmaktan çıkar, yani ölür ve filiz çıkar ortaya. O dönemde insanları böyle değerlendirmeye başladım. Tohum gibi, içinde bir ağacın potansiyelini barındıranlar ama asla çatlama cesaretini gösteremeyip filizlenemeyenler, çatlayıp filiz gibi yeşerenler ama fidan olamayıp kuruyanlar, fidan gibi büyüyenler ama meyve veremeyenler, meyve verip ağaç olanlar ama meyvesinde tohum olmayanlar ve süper insan, yani tohumluktan meyve veren bir ağacın yeni meyvesindeki tohum olabilmeye kadar gidebilenler... İnsanın yüceliği ve acizliği arasındaki ince çizgiyi gördüm. Bize güç veren şey aynı zamanda en büyük acizliğimiz de olabilir. Ne olduğumuzu ve ne olabileceğimizi ancak kendimizle yüzleşirsek anlayabiliriz. Sahip olabilmek adına, sahip olduklarımıza tırnaklarımızı korkuyla geçirdiğimizde, ne çatlayıp filize dönüşebiliriz ne de çürüyüp içimizdeki tohumları toprağa bırakabiliriz. Sahip olmak için doğmadık biz! Büyümek, gelişmek, dönüşmek için buradayız...”
(Fi, Akilah, Goa Yayınları, 2013, 592 sayfa) www.marjinal.com.tr

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Jeff Buckley- Last Goodbye




"Zamanla seni sadece ağlatacağımı bilmek; bu bizim son vedamız.."

Cumartesi günü Şampiyonlar Ligi Finali bittiğinde inanılmaz kötü oldum. Nedensiz aslında.. Sabah NTV Spor, Banu Yelkovan ve Reinhard Stumpf ile keyifli muhabbetler, Nişantaşı'nda güzel bir kahve, tatlı bir sohbet derken muhteşem bir final maçı ki hiç bitmesin dedim.. Akabinde mideme ağrılar girmeye başladı, depresyon denilen naneyi en üst seviyede yaşamaya başladım. Hatta bunun üzerine yazı yazmak istedim. Nedenini de biten tatilin arkasından başlayan iş hayatının yarattığı psikolojik çöküntüye benzer şekilde Şampiyonlar Ligi finalinin sonrasındaki boşluğa bağlıyordum. Bir arkadaşıma nedendir bilmem hayatımda önemli bir yer tutmuş eski sevgiliyi sorduğumda cumartesi akşamı evlendiğini duydum.

Beden bizden habersiz hissetmiş olmalı, çekti acısını dedim

Uzun zamandır düşünmüyordum gerçi ama son dönem arkadaş arasında kimi duygulanımları anlatırken onu anlatıyor, anlattıkça yeniden hatırlıyor ve hatırladıkça da kötü oluyordum.

Şöyle örneklendiririm geçmişi. X tane insanla beraber oldum ve bunlardan 3'ü olmadı ve ben 3'ünü de çok sevdim. Olmadığı  için sevmek değil, çok sevdiğim için olmadı işin doğrusu.

Bir yerde hep o ısrarcı adam olamayışımdan kaybediyor olduğumu geçenlerde arkadaşım söyledi, hak verdim. Israr etmeyi bırakın iş çıkmaza girdiğinde "gel benimle hayatını geçir" diyeceğim esnada uzaklaşıyordum. O kritik noktaya gelindiğinde "onunla yaşam kurmak için çıldırdığım noktada"  kaçtım hep.

Neden derseniz eğer..

İnsanlar kendilerini çok beğenir, ben beğenmem. İnsanlar bir diğerine mutlu bir yaşam sunacağına inanırlar, ben inanmam. İnsanlar yaşam kurma konusunda çok beceriklidirler, ben değilim. İnsanlar mutludurlar, ben değil. Şu zamana kadar gelecekte hiç çalışmayacakmış gibi yaşayıp bir aile kurmak için gereken her türlü araç gereçten de yoksun olmamın bunda payı var. Ama bugün böyle sorunum olmasa da düşünce tarzımda çok büyük değişimler yok..

Sevdiğim zaman hali hazırda gereğinden fazla olan farkındalığım tavan yapıyor. En ince ayrıntısına kadar yanımdaki insanı analiz ediyorum. Aldığı nefesin içerisine giren havanın boşlukta çizdiği şekillere kadar detaya iniyorum. Bunun olağan sonucu onu çok iyi tanımak, üzüntülerini ve sevinçlerini onu yaşayan insandan bile daha iyi hissetmek olduğu vakit işler karışıyor. Çok sevdiğin insanın üzülmesi katlanılmaz bir duygudur. Daha da katlanılmaz olan ise bizzat senin neden olduğun üzüntü. Problem de burada başlıyor.

Hepsinin bir yaşamı, geleceğe dair hayalleri, öz.. özlemleri oluyor.  Sanki ben bunların yıkıcısı konumunda gibi hissediyorum.

Evlendiğini duyuyorum mesela. Mutlu olacak..  Bundan öncekilerin olduğunu söyleyemem ama bu böyle düşünmeme engel değil. Garaja girerken fark ettiğim ve benim arabayı önce park edip onu izlemem sonucu kolonlara çarparak kaza yapıp hayatıma giren bir insandı.  Zor bir insandı. Kırılgan ve tutkulu. Gördüğüm en tutkulu kadındı. Bir yanlış bakışa gözünden yaşlar akardı, bir yanlış söze ortadan ikiye ayrılır gibi kırılırdı. O narinliğe çok yakışmasa da "delikanlı" kızdı. Çok güzel börek yapardı ve en önemlisi son dönemde değerini çok daha iyi anladığım "düzgün karakterli" varlıktı. Bu yaşamda ender olanlardandı..

Şimdi olsa en azından hak ettiği değeri daha iyi bir şekilde vermek isterdim. Lakin evlenmiş.

Mutlu olsun..

İnsanların yaşadığı acılarını sahiplenmemesi de bana "nankörlük" gibi geliyor. Yaşanılan her acının altında o acıyı doğuran derin mutluluklar vardır. Yokluğunun acısı varlığının sana kattığı güzellikten gelir. Diğer bir ihtimal çekilen acı potansiyel mutluluğun başlangıç noktasıdır. Acıdım çok, diğer bir yandan kısa da olsa muazzam özel anlar geçirmiş bir insan olduğum için içten içe keyiflendim. Yaşamımın bundan sonraki kısmına fazla önem göstermediğim için yaşanmış bitmiş güzel şeyler kendimi iyi hissetirmemi sağlıyor. Onca şehir, ülke, kadın ve kahve içebildiğim mekanlar, maç izlediğim stadyumlar bana bundan sonraki ömrüm için de yetiyor aslında, bunu fark ettim..

"Bitti.

yeniden başlamaz.."

Ben Bir Baskasidir.!


Bir şehir, ben ve hepsi de buydu.

On sekiz yaşında  insanlardan yorulmuştum. Kirk-elli insanin ayni odada uyudugu yatakhanelerden bin kisilik yurtlara kadar her türlüsünde konaklamistik ögrenci yurtlarinin.. Bir süre sonra dayanamadim, bir daha asla diyerek henüz universiteye gitmez iken eve ciktim. Sonrasinda ise hep ev oldu.. Yurt denildigi vakit istemsiz bir sekilde morali bozulan, kimi durumlar karsisinda paranoyak tepkiler veren insan oluvermistim sabahin altisinda kalkilan etütler ile gecirilen on üc yilin ardindan.. Dolayisla alti yil boyunca Ankarada her yerde kaldim, yurt haric.. Ve yine de aksamin dokuzundan sonra disarida kaldigim her an yanlis yapiyor hissini en derinden yasadim. Her gec kalktigimda bir kurali yikmis oldugum duygusuyla uyandim sabaha, düzene karsi durus aslinda böyle böyle istemsiz bir sekilde önce iceride basladi.. Almanyada ise Münih gibi son derece pahali bir sehirde dahi iki odali bir eve ciktim.. Velhasil yaklasik on yil sonra yine döndüm, dolastim ve bu yeni sehirde bir ögrenci yurduna geldim.

Bir oda, ben ve yeni bir sehir.

Beni bu sehirde kimse tanimiyor. Yeni tanidigim insanlarin hicbirisi geride kalan yillarin ortalamasi olan bu kimligi algilayamiyor. Bu algilanan kimlik ile kimse beni ve hareketlerimi baski altina alip beklentilerle esir etmiyorlar.. Yüzüme dogru baktiklari zaman beni göremiyorlar. Kendimi görünmez kilmistim, azat etmistim insanlarin algisindan. Yanimda odalar, odalarin icerisinde insanlar ve o insanlarin bakislarinda yepyeni ya da gercekle sanılanın karısımı bir ben. Benim icin önemli olan gercek ya da sahtenin disinda varolan eskinin sona erdirilmesi. Arayistan ziyade luzumsuz bir baskidan kacis. Sehri turluyorum, yeni tanistigim insanlarin davetlerine istirak ediyorum ve sonrasinda kısa süreli iliskiler yasiyorum ya da yarim yamalak ingilizcemle yaklasabildiğim almanca bilmeyen güney amerikalilarla beraber karsiliyorum dogan günesi..

Özenle seciyorum insanlarimi,ne kadar az kelime o kadar az borges..

..bir oda, gayet yeni bir sehir, futbol.

Pazar ogle sonrasi alman cafesine gidip birami icerken bundesliga seyrediyorum ve akabinde hemen yirmi metre ilerisindeki karadeniz kahvehasine gider iken salimi cikariyorum, gömlegin iki dügmesini acip anahtarlari da tesbih gibi sallayarak iceri giriyorum selamün aleykum diyerekten.. Ne orada ne burada ne de baska yerde siritiyorum herkes cok seviyor beni, birami da cayimi da ismarlayan oluyor olmadi ben tüm kahvehaneye yeni borgesin serefine söylüyorum caylari, biralari.. karismiyorum hic. Onlar da beni karistirmiyorlar, üzerime gecirdigime uygun davranislar sergiliyorlar.. Gercekten inaniyorum kendime ve bazen fazlasiyla kaptiriyorum kendimi.. Bir Galatasaray macinda ekranda beliren Adnan Polat'a küfürler savuran insan isin icine aleviligi filan katinca inletiyorum ortalığı. yeniyi sonradan görme iştahıyla sahiplenip abartıyorum birden..

..bir oda, bir ben ve yepyeni bir sehir.

Sehir yeni kalmali diyorum hep.. hic konusmadan anlastigim hatunlarin bir kismi siniri asip bana dogru geldiklerinde uzaklasıveriyorum hemen. Tehlike arzeden durumlar icin artik eve geri dönme kurali koyuyorum kendime. Her zaman geri geliyorum kapisindan bir baskasi olarak ciktigim yere.. Okula gidiyorum, ise gidiyorum ve yeni borgesleri kesfediyorum icimde.. Ne cok parcaya bölmüsler beni ve en acisi da sanki bunlar yokmuscasina, hepsi bir bütünmüscesine tutarli olmak zorunda kaldigim yillarda cektigim acilar geliyor aklima.. Tekrardan cikiyorum disariya ve eski isyerimdeki yeni arkadasimi ziyaret ediyorum bölgenin en lüks mekaninda. Bu sefer en oturakli borgesi cikariyorum icimden ve yola koyuluyorum. Bir arkadasi ziyarete diye gittigim yerde aynisindan alti tane daha buldugumda ise hic sorun etmedim.. Henüz adini ilk defa menüde gördügüm bir ickiyi ismarlama arifesinde Almanya'da yasayan ama tek cümle almanca bilmeyen Türklere konu nasil gelmisti, bilmiyorum. O dedim, bahsettiginiz insan, benim annanem, uzatmayin. Altiya karsi yetmis iki, mümkün degil yenemezsiniz beni. Birakin basladigimiz yerden devam edelim, kantin ahlakindan goethenin muhtesemliginden ve almanlarin güzelliginden bahsedelim, serefinize icelim ama dinlemediler, ben de dinleyebilecekleri düzeye erisiverdim hemen. Sasirdilar.. Hakaret ettim, küfre yakin cümleler kurdum. Üstelik öyle bir yapiyordum ki kimse yerinden kipirdayamiyordu ya da o denli saskinlik söz konusuydu. uyarmistim, yeni bir sehirdeyim demistim size ki henüz odamdan ve icerisinde barindirdigim yüzlerce insandan bahsetmedim. Tutarlılık denilen nanenin absürdlügünü kavramıs ve artık olusan kosullarin cikardigi her kimligi sahipleniyordum, özgürdüm bu yeni sehirde..

Elestiri adi altinda asagilama kültürü narsizmin bir parcasidir ve insanin kendisini yüceltmesinin bir baska yolunu da icerisinde barindirir. Almanlarin bir kismi eskiden nazizm altinda sahnenin en önde olma yarisina girmislerdi, simdi de elestiri adi altinda bir baska kilif ile bunu yapmaya calisiyorlar. Ankarada da sürekli olarak bulundugu ortamin düsüklügünden sikayet eden insan her daim o ortama kendi yüceligini göstermek isteyen olurdu aslinda. Burada da durum farkli degil. Elestiri ve hatta dedikodu ortami kisinin kendisini rahatlatmasi ya da övgüde bulunmasinin diger yüzüdür, bunun oglu kötüdür derken aslinda oglu ile "bunun oglu" arasindaki farki ortaya koymak isterler.. "Bunlar böyle sekerim" diyen aslinda ben bak böyleyim diyendir.  X'lerin,onlarin, bunlarin kültür seviyesi üzerine salakca yorum yapan bu insanlar da aslinda bulundugu ortamdan sectikleri pek de dertlerini anlatamayan kelimeleri ile kimliklerinin insasi icerisindedirler. Insan hem düsündügünü söze dökme eyleminde olup ayni zamanda varolani degil olusturmak istedigi bir kimligin insasinda olursa, tökezler. Bu yüzden dövdüm hepsini.

Maske takiyorum ya da bir baskasi oluyorum degil zaten olanlari disari cikariyorum. Benim degil toplumun o yüzeysel algisinin bana taktigi maskeleri cikariyorum. Istedigimi söyleme/eyleme özgürlügü degil, benden önce yasayanlarin, benim hayatimi hicbir sekilde yasamamis olangillerin belirledigi ortalama davranislarin dayatilmasina karsi bir durus. Ahlaka karsi ahlaksizca ama ahlakli olmak bir baskaldiri. hem o ve ayni zamanda da bu olabilme özgürlügü.

Tutarlilik aslinda sahtekarliga dogru acilan penceredir cigligi..

Bir oda, bir düzine ben ve hala yeni olan bir sehir.

Bu kadar farkli kimliklerin özgür biraktigi o cümleleri o kadar özlemisim ki.. Ne düsünüyorsam söylüyorum, neyi hissediyorum onu belirtmekten kacinmiyorum. Tanimadiklari ben kadar özgür bir ben yoktur bu dünyada. Kimseye karsi gerceklik konusunda bir sinirim kalmiyor artik. Bana bir tek siniri koyan dil.. Özgürlügün sinirini da esaretini de belirleyen kelimeler.."kelimeler seyleri eksilterek duygusuzlastirir. kelimeler kisiliksizlestirir olaganüstü olani" derdi Nietzsche. Dil hem bir tutsaklik hem de özgürlük aracidir... bardakdan bosanircasina yagiyorum üzerlerine.. Ne varsa her seyi söylüyorum bu yeni sehirde.. sinirsizligimin önünde sadece kelimeler var, her anlama gelebilseler duvarlari asacak ve gercek bir özgürlüge ulasacaktim belki de bu piyasaya sürdügüm yeni borgeslerle.. Yine de olanla yetinmeyi her zaman basarmisimdir, sehir hala yetinebilecegim kadar yeni ve fakat ben azaliyorum kimlimklerimde.. yoruluyorum insanlarin saskinliklarinda..

Bir oda, ben ve yalnizligin baskenti yeni sehrim.

yillar önce binlerce insana kafamda yarattigim muhtesem kimligi sunma derdine düsmüs iken, sürekli celisik tavirlardan kacinip alemin en tutarli insani borgesi oynamaya calisirken ne kadar yorulduysam bugün de o kadar yoruluyorum her biri bütüne ait parcalari tek basina bir bütün yapmaktan.. Geriye cekilmeye basladim, "merhaba" demekten itina edip yalnizliga dogru yelken actik.. Beklemedigim bir durumdu. Bu kadar erken odama dönecegimi bilmiyordum ve acil durumlarda calinacak olan kapilar da buradan oldukca uzakta yasamaktaydilar.. Ben, yeni sehrim ve yalnizligim beraberce turluyorduk sokaklarda.. Bazen o benim üstüme biner, bazen yalnizlik her ikimizi de ele gecirir iken benim bu ikisine karsi eylemci durusum pek olmamistir zira elde kalan son siginaklarima karsi tavizkar ve sadik bir anlayis ile yaklasiyordum.

Yalnizlik kelime anlami ile belki dogrudur ama en cok da insan yalniz oldugunda aslinda secme sansi olur ve bir baskasinin,sorumlulugun, gerekirliklerin rahatsiz edemedigi ortamin tanimi icin kullanilir bende. Kısa süreliğine şehirde yasanilan özgürlük artik yalniz kaldigim anlarda mümkündü. Bir siginaktir aslinda yalnizlik. Insan yalniz kaldiginda kitap okuyabilir, yalniz kaldiginda kendisine mesgale arayabilir, yalniz kaldigimda en güzel sigarami kahveyle icerim, en iyi o zaman müzik dinlerim ya da dinledigimi sonuna kadar yasarim.. Sadece yalniz oldugum zaman diliminde Ahmet Kaya'dan Janis Joplin'e dogru kimseyi rahatsiz etmeden gecis yapabilirim..Bütün borgeslerin ayni anda dans etmesi, herkesin istedigini yapabildigi ve fakat kimsenin kimseye dokunamadigi bir ortam.. yalnizlik aslinda gercek anlamda ruhun özgürlügü..

diyordum ki hic beklemedigim bir sey oldu bir oda, pek de yeni olmayan bir sehir ve ben'de!

Bu kadar cok bilesini olan yapiyi kim kaldirabilir diye düsünmekten ziyade arabayi garaja park eder iken o angarya isin agirligi cöktü üzerime. Asagi dogru dik bir vaziyette arabayi durdurup cüzdanin icerisindeki yedek anahtari cikarip kilite zar zor sokup garaj kapisini bir sekilde acip iceride park edecektim arabayi, bir okul dönüsü.. Birden sans yüzüme güldü ve önümde siyah bir seat benden önce girdi o cukura ve bana sadece onu takip etmek kaldi. Yasam bazen o kadar kolaylasiveriyordu ki her sey kafanizda bir sonraki durumun sikintisini yasamaktan ibaretti. O sikintiyi yasamadiginiz vakit isler cok zorlasabiliyordu ve ben sürekli siyrilma olasiligim olan sikintilar üretiyordum icimde.. Her bir borgesin kendisine ait sikintilari, sorunlari vardi ve bunlarin hepsi potansiyel mutluluklardi aslinda. iceri önümdeki arabayi takip eder seklinde girdim ve güzel bir sekilde park ederken arabayi bana muhtesem bir iyilik yapmis olan siyah seat'in hala arabayi park edememis oldugunu gördüm ve o anda anladim onun bir kadin oldugunu..

Yeni olmayan bir sehir, seksen alti tane borges ve hepsine bedel bir kadin..


to be continued..

demişim Kasım 2008'de.  Devam etmedi Mayıs 2013'te..

İlk bebeğimin normal doğum hikayesi

Uzun bir süredir doğal anneyim... İki normal doğum hikayemi de yazmak istiyordum. Henüz kendi bloguma bile koyamamıştım, 4.5 sene oldu. Sevgili Eren BYBO (Bebek Yapım Bakım Onarım) blogunda normal doğum hikayeleri yayınlamaya başladı. Benim de hikayemi konuk etti. Bu vesileyle ben de kızlarımın normal doğum hikayelerini sizlerle sırayla paylaşacağım.

İlk bebeğimin normal doğumu

Çocuğumuz olmasına karar verince doğumun doğal bir şekilde gerçekleşmesini istiyordum. Hamile kalmadan 6 ay öncesinde hastalıklarda ilaç kullanmayı bıraktım. Bitkisel yöntemlerle atlatmaya başladım. Zaten sigara alkol kullanmıyordum, en sağlıklı yumurtanın gelişmesine ortam sağlayacak şekilde diyetime daha da dikkat etmeye başladım.

Okuduğum Dr. Sears’ın “The Baby Book” kitabı beni doğal ebevenylik ile tanıştırdı. Ben de bir anne adayı olarak hemen araştırmaya başladım. Tüm bebek ve doğum sitelerine, bloglara baktım. İlk önce kendime bir basit doğum planı yaptım. Doktorum Meltem Özkan Girgin hamilelik ve doğumla ilgili doğal yaklaşımlarıma ve doğum planıma sıcak baktı. Belki doğuma hazırlık kursuna ve hamile yogasına giderim düşüncesiyle Asude Ebe ile görüştüm. Çok aydınlatıcı bilgiler verdi. Genelde anneler normal doğumdan sancılar sebebiyle çok korkuyorlar. Ben ise sezeryan olmaktan, anestezi almaktan ve epiduralden daha çok korkuyordum. Vücuduma ameliyat boyutunda herhangi müdahaleyi kabul etmek istemiyordum. Kurslarda normal doğum korkusunu yenmeye çalışma üzerine daha çok odaklanıldığına kanaat getirerek, kendimi evle iş arasında akışa bırakmaya karar verdim. Bu esnada tüm beynimi, bedenimi, hayallerimi, düşüncelerimi normal bir doğuma ve bebeğime odakladım.

Standart ilk 3-4 kontrol ve 2’li, 3’lü testlerden sonra 3 ay kadar ultrasona gitmedim. Biraz da ilk bebeğimi olduğu gibi kabullenmek istedim, doğabileceği her haliyle... Neticede ilk hamileliğimdi, bebeğime gelişimi için elimden gelen en iyi şartları sağlayacak, ne olursa olsun onu doğuracaktım. Yine de bir şeylerin ters gideceğini hissedebileceğim bir durumda doktoruma kontrole gelmeye söz verdim. Doğumu her ne kadar evde, ya da suda yapmayı hayal etsem de ilk bebeğim olduğu için bunları denemek yerine hastanede karar kıldık.

Hamilelik öncesinde ve sırasında bashico blogumda kedi ve köpeklerimle ilgili blogları yazıyordum. İşten doğuma 2 hafta kala ayrıldım ve beklemeye başladım. Bir sabah 39. hafta ultrason kontrolümüzün olduğu gün sabah 15 dakikada bir ufak bir sancı gelmeye başladı. Kontrolde 2 cm açıklık olduğunu söyledi doktorum. Artık bebeğimi 1-3 gün içinde bekliyorduk. Uzun süre blog yazamayacağımı bildiğimden günümü bilgisayardaki yazılarımı bitirmeye çalışarak ve sancılarımı ölçerek geçirdim. Bebeğim gece yarısı yatağa yatar yatmaz koca bir tekme ile suyunu patlattı. Anne karnında birçok su baloncuğu varmış. Dolayısıyla bir bardak kadar su geldi önce. Hemen toparlanıp hastaneye gittik.

Hastanede gece 01.00'de hiçkimse kalmamış, her yer kapalıydı. Acil kapısından girdik. Doğumhaneye indik. Heryer bomboştu. Belli ki hemşireler de dinleniyordu. Benden başka doğum yapan kimse de yoktu. Zar zor bulduğumuz bir hemşire gelip bizi sancı bekleme odasına aldı. Doktorumu aradılar. Doğum planımı doktorum hemşireye telefonda aktarmış, açıklık 7-8 cm. olunca geleceğini söylemiş. Sancılarımı sayarken her yarım saatte bir NTS cihazına bağlanıp geri kalan zamanda odada yürüdüm. Sancıları ayakta karşılamak yatarak gelen sancılara göre çok daha rahattı. Nefesimi derin alıp çok yavaş vererek sancıların kaç nefes sürdüğünü saydım. Bu odaklanma dayanma gücümü artırdı. Derken lavman yapıldı.

Biz beklerken arada ufak ufak sularım patlamaya devam etti. Normal doğumun sancılarıyla uğraşırken hemşirenin gelip devamlı kelebek takmak istemesi çok fenaydı. Sanki suni sancı almaya zorunluymuşum gibi... Bebeğimi sabah kucağıma alma düşünceleri ile tüm olumsuzlukları uzaklaştırmaya çalıştım.

Sonunda doğumhaneye geçme zamanı geldi. Açıklık 8 cm olmuştu. Doktorum geldi. Filmlerdeki gibi bağıranlar, heyecanla içeri giren hemşireler, etrafta koşturanlar gibi bir beklentim olmuş herhalde ki sakin ortam beni çok şaşırttı. Eşim devamlı yanımdaydı.... Bebeğin kalp atışları yavaşlıyor diye doğumu biraz hızlandırmak için suni sancı verildi. Doktorum beni beklerken sudoku çözüyordu. Bunu görünce aslında doğumun ne kadar normal bir süreç olduğunu düşündüm. 

Ben içerideyken arada bir doktorum doğumhaneden dışarı çıkıyor, son anda haber verdiğimiz anne ve babalarımızla görüşüyordu. Onların kapı açılırken içeriye heyecanlı ve meraklı bakışlar atmaları beni biraz utandırdı. Bir ara meraktan içeriye dalıp beni öpen annemi sıktığı parfüm kokusu dikkatimi dağıttığı için sonradan pişman olacağım şekilde dışarı yolladım. Doğum sancıları çekerken her türlü kokuya, harekete karşı son derece hassas oluyorsunuz. Etraftaki herkes de nazınızı çekiyor.

Sonra her sancı geldiğinde biraz nefes almak ve en kuvvetli anında ittirmek üzerine çalışmamı istedi doktorum. Beni de bebek kanalda daha rahat aşağı inebilsin diye yan yatırdı. Sancı gelince itmeye çalıştım. Ancak bu erken denemeleri fazla ciddiye alınca yoruldum. Son noktada bebek kafası görünmüş ve çıkmak için bir kaç santim kalmışken doktorum enerjimin erkenden bittiğini farketti. “Yardım edeyim mi?” sorusuna karşılık “Eğer 5 dakikada bu iş bitecekse, evet!” dedim. Zaten öncesinde yapılan lavmanla tüm enerji veren besinler dışarı atılmıştı. Enerjimin geri kalanını da boşa harcamış o kadar bitkin düşmüştüm ki o anda yapılan her türlü müdahaleyi kabul etmeye hazırdım.

Bu andan itibaren doğum odası dolmaya başladı. İki hemşire daha geldi. Ayaklarımı standart doğum masası pozisyonuna soktular. Doktorum bebeğimin başına kauçuktan bir el vakumu taktı. Bir hemşire yanıma çıkıp karnıma çok kuvvetli bastırdı. O anda nefesimi tutarak tüm gücümle ittim ve ittim. Tam bebek çıkarken doktorum epizyotomi yaptı. Bebeğin başının çıktığı anın ateş çemberi olarak adlandırılması çok doğru. Çünkü bu en zor geçişten sonra devamı oldukça kaygan bir şekilde çıkıveriyor. Çıkış anının zorluğundan çok yapılan kesinin şoku beni inletmişti.

Hemen bebeğimi göğsüme ilk temasımız için koydular. Bana o kadar sakin ve ağlamadan baktı ki kendimden utanıp ben de sakinleştim. Anlaştığımız üzere doktorum kordon kanının bebeğe geri akmasını yarım dakika kadar bekledi. Sonra da babası kordonunu kesti. İlk kontrollerini bebek hemşiresi yaptı. Doktorum kesilen yere dikişlerimi atarken bebeğimi doğumhane soğuk diye hep sıcak tutulan bebek odasına çıkardılar. Bebeği camdan aileme göstererek başını yıkamışlar. Ben de üzerimde bir yorgan ile soğuk bir odada yarım saati aşkın suni sancının bitmesini bekledim.

Bebeğim çok saçlı doğmuştu, hatta yıkarken saçlarını bile taramışlardı. Yukarıda odamda bebeğimle buluşup yanımda birlikte uyuduğumuz ilk uykumuz herhalde dünyanın en güzel, en huzurlu uykusuydu. Aylardır bu kadar yorulmamış, böyle güzel bir uyku çekmemiştim. Normal doğum paketim kapsamında bir gün daha hastanede misafirlerimizi kabul ettik. Bebeğimi emzirdim, hemşireler bez bağlama, giydirme konusunda destek oldular. Doğumdan hemen sonra ayağa kalktım. İlk duşumu almak çok iyi geldi. Bir 10 gün kadar gitgide azalan adet kanaması şeklinde akıntılar oldu. Hemen ikinci gün dinlenmiş bir şekilde evde ayakta işlerimi yapıyordum. Doğumu kutlamak için tüm aile büyüklerimiz bir arada bizim evdeydik. Ben bebeğimle ilgilenirken herkes evde bir işe koşuyordu. Çok güzel ve keyifli anlardı.
İlk doğumum normal doğum oldu ancak doğal doğum olmadığını hiçbir epizyotomi, suni sancı, vakum gibi müdahaleleri içermeyen başka hikayeleri okuyunca öğrendim. Doğum aslında çok kutsal bir an. 9 ay boyunca bedeninizde büyüttüğünüz canlıyı ilk kez gördüğünüz ve onun bu sihirli gelişimi zorlu çıkışını kucakladığınız önemli bir an. Tam hayal ettiğim bir ilk doğum olmasa da annem de beni suni sancı ile doğurduğunu, hatta son anda artık dayanamayıp kendini uyutturduğunu söyleyerek avuttu... Neticede onun tecrübesini geçebilmiştim. Ben kendimde son anki gücümü kaybettiğim için hayalkırıklığı hissetsem de doktorum da normal doğurmamın önemini ve güzelliğini anlatarak beni avuttu. İlk doğumumdan sonra kendime notlar çıkardım.

Şimdiki bilgilerim olsa kordonu hemen kesmez, atmanın durmasını beklerdim. Hatta lotus doğumundaki gibi kordonun plasentaya bağlı kalmasını ve kuruyup kendi kendine düşmesini bile bekleyebilirdim. Sonra suni sancı yaptırmazdım. Çünkü bebeğim kucağımda olabilecekken en az 45 dakika ayrı kaldık. Bebeğimi yıkatmazdım. Meğer ne daha detaylı doğum planları varmış bunları da içeren. Aklımda bunlar, ben de ikinci doğumumu nasıl planlayacağımı düşünedurdum.

Bundan sonra ikinci kızımın doğal doğum hikayesini anlatacağım.

Görüşmek üzere...

"Şimdi ben senin ebene sövsem bu da benim ifade özgürlüğüm değil mi?"

Bu memlekette insanların hakaret neymiş, küfür neymiş, düşünce özgürlüğü neymiş, hatta “düşünce” neymiş, bu konularda kafaları feci surette karışık. Mecbur, öğretmeye çalışacağız.

Hakaret mevzuundan başlayalım.

Sevan Efendi hakaret etmiş diyorlar. Peki Sevan Efendi herhangi bir kişiye veya zümreye edep dışı bir sıfat mı yakıştırmış, birinin ebesini düzmeyi mi önermiş, leşini köpeklere yedirmeyi mi tahayyül etmiş?  “Amerikan uşağı, hain, siktir git vatanından” mi demiş?

Hadi diyelim aşağıda eklediklerim gibi renkli bir dil kullanmaya mizacı veya edebi müsaade etmedi, daha fanfinfon bir dille hakaret etti. Peki, Sevan Efendi herhangi bir insan zümresi hakkında herhangi bir yerde düşmanca bir his mi ifade etmiş? “Tutsiler orospu çocuğudur katil şerefsizler” mi demiş? “Yahudiler korkaktır, Kürtler eşkiyadır, Müslümanlar göbeğini kaşır” mı demiş? “Bütün ahlaksız şerefsiz tipler Budistlerden çıkıyor” mu demiş? Birilerinin yaşam tarzını veya huy ve kültürünü “Takunyalılar, cahiller, karafatmalar” diye aşağılamış mı? Bırak onu, ahalinin yüzde doksanının alkışlayacağı ucuz goller vardır, misal, “feministler kıllı olur” mu demiş, eşcinsellere laf mı söylemiş? On senedir yazdığım her cümle internette mevcut yahu, arayın bakalım bir tane bulacak mısınız.

Bir defasında pislik yapan birine alenen “ibine” dedim, gay arkadaşlar öfkelenip eleştirince, “haklı bunlar” deyip lafımı geri aldım, özür de diledim. Yakın devirde en büyük falsom odur, daha beterini bulamazsınız.

Sayfamda başkaları bu tür söylemlere girişince ne yapmışım onu da bilen bilir. Tartışmanın en sıcak anında bile birileri çıkıp kişileri ve grupları aşağılayıcı laflar etmeye başlayınca bir uyarılır, iki uyarılır sonra sayfamdan şutlanır. Aşağılamanın hedefi ister “Müslümanlar” olsun, ister “Türkler” yahut “sosyalistler” ya da “feministler.” Veya “Amerikalılar”. Ve hatta “Ergenekoncular”.

Bizim derdimiz insanlarla değil fikirlerle. İnsanların özünde iyi olduğunu, ancak yanlış fikirlerin peşinde yollarını kaybettiklerini söylüyoruz. “Gel birader, yanlış yoldasın” diyoruz. Doğru yola getirmeye çalıştığın biraderine neden küfredesin ki? Aptallık olur.

Örnek. “Feminizm faşist ideolojinin bir şubesidir” dersen bu hakaret değildir, çünkü “gel sevgili kardeşim vazgeç bu yoldan” mesajını taşır. Buna karşılık feministlerin şahsi ahvaline, kılığına, ahlakına, yaşam biçimine laf edersen hakaret olur. Onyedi yaşımdan beri ne ağzımdan öyle bir laf çıkmıştır, ne aklımdan öyle bir fikir geçmiştir. Emsalleri de aynı hesap.

*
Ha peki, yeri ve zamanı gelince Türkçenin güzelliklerini kullanmayı seviyor muyum? Seviyorum. Birtakım ikiyüzlü bürokrat bozuntuları, nefret ve önyargılarına yenilip, hayat boyu alınterimle ortaya koyduğum her şeyi yıkmaya kalkıştıklarında “hassiktir” çektim. Doğrudur.  İlgi çekmeye çalışan bir taşra politikacısı “ateistler tecavüze uğramış tiplerdir, yok edilmeli, ruh hastası, kişiliği bozuk” diye saçmaladığında, evet, “dalyarak” sıfatının yakışacağını düşündüm. ODTÜ kampüsünde etrafımı sarıp tehdit eden güruha, ehem, organik konuştum. Sokak çocukları gibi küfreden bir ayyaş şairin notunu“Götten İnciler” başlıklı blogumda teşhir ettim. (http://nisanyan2.blogspot.com/2009/03/sozlugumu-yuttururum.html)  

Sen bak ki, bir, şahsıma yönelik açık ve terbiyesizce bir saldırı olmadan hiç cevap vermiş miyim, ve iki, cevabımın her zaman muhatabımın saldırısından daha zarif, daha esprili ve daha zararsız olmasına özen göstermiş miyim. Ne demiş eski eskrim ustalarımız? Yarala ama asla öldürme!

Kaldı ki hakarete hakaretle cevap vermek Türk hukukunda sövme sayılmıyor. Cezası sıfır.

[Başka bir boyutu da var bu küfürleşme işinin, onu da müsaadenizle şey edeyim. Bu memlekette bir gayrimüslimle kavga edince (hatta kavga etmeden, durup dururken) soyuna, ırkına, dinine sövmek kadim bir gelenektir. O kadar kanıksanmıştır ki çoğu insan farkına bile varmaz. Hulki Aktunç’un o sefil notundaki “anladikos” ibaresi var ya, mesela öyle. Ya da aynı blogda paylaştığım diğer mesajlarda üç lafın birinin “Ermeni” mevzuuna çıkması öyle. Gayrimüslimin bu pozisyonda cevap vermemesi, edebiyle susması beklenir. İşte o durum beni eskiden beri illet etmiştir. Lafı gediğine koymadan duramamam bazen bununla ilgilidir. Bir tür kültür hizmeti sayılır. “Şimdiki Ermeniler senin bildiğin gibi değil, kamyon altında kalır, laf altında kalmaz” fikrini yaymaya çalışıyorum belki, bizim Ermenilerin yüzde doksanını korkudan öleyazma raddesine getirme pahasına da olsa.]
*
Nedir benim esas kabahatim, onu da söyleyeyim, hakkaniyet yapmış olayım. Bazen fazla ukalayım. Muhatabıma tepeden bakıyormuş intibaını veriyorum. Akıllarını ve bilgilerini, hatta kişiliklerini küçümsediğim hissine kapılıyorlar.

Kabul edelim ki nahoş duygudur. Biri bana yapsa hiç hoşuma gitmez. Bi sürü insanın kudurmuşçasına bana kızmasının esas nedeni de bu duygudur sanıyorum. Ermeni olmam, iki Mustafalara laf sokmam, yahut yüzde yüz haklı olduğum bir kavgada çaresiz kalıp eski eşimi aşağılayan bir davranışta bulunmam değil.

Kızmakta haklıdırlar sanırım. Bir kişilik zaafıdır, düzeltmem lazım. Ama linç edilmeme yahut 13,5 ay hapse atılmama yeter sebep midir, ondan emin değilim.

[Neden bi türlü aşamıyorum o kişilik zaafını, düşünmedim değil. Çok üstüme varıyorlar belki ondandır. Nefretlerini kolay bir galibiyete çevireceklerini sanıyorlar, o yüzden vurdukça vuruyorlar. Eh bende tank yok, tüfek yok, en büyük silahım aklım, bir de sivri dilim. Kendimi savunmak zorunda kaldıkça onlar ön plana çıkıyor. Onlar ön plana çıkınca daha beter kızıyorlar, daha beter saldırıyorlar. Saldırıya uğradıkça benim dilim sivriliyor. Fasit daire.

Halbuki şimdi Barış Süreci modası var, deneseler, “gel birader senle oturup bi çay içelim, derdin nedir anlatıver” deseler belki de mesele kalmayacak. Kavga edilmedikçe pekala mülayim, hatta bazen alçak gönüllü bir adam olduğumu görecekler. ]

*

Gelecek bölüm: Muhammed’le meselem ne?



**************************************
Misal, 22-25 Mayıs tarihleri arasında sadece Facebook kullanarak "ifade özgürlüklerini" yellendiren arkadaşlara birkaç örnek.


Lutfullah Yanik (Eskişehirli, Belçika-Limburg’da yaşar) https://www.facebook.com/lutfullah.yanik
türk ve islam düşmanı bıyıklı patates dini mensubu maymun bozması şebelek haddini bil dini değerlerimize dilini uzatma çakma şener şen kılıklı hoşuna gidiyorsa burda bütün papazlar pedofil çocuklarını yollada okutsunlar ALLAH azze ve celle sana yaptıklarını tek tek haber verecek türk düşmanı adi kişiliksiz karaktersiz maymun
22.05.2013 14:46

TC Mustafa Koç (Karslı, İstanbulda yaşar) https://www.facebook.com/mustafa.koc.71271
sevan nışanyan sen bır orospu çoçuğusun gelkı bütün ermenıler orospu çocuğudurlar katıl şerefsızler sıktırın gıdın burdan yaşasın türkıye cumhuryetı yaşasın azarbeycan kahrolsun ermenısta kayrolsun rusya
22.05.2013  19:40

TC Murat Şimşek (Malatya’da bakkal) https://www.facebook.com/murat.simsek.75033
rabim seninle karşılaştrmayı bana nasip esin sen benim yolunun tozuna bin kere kuban oldugun o yüceler yücesi olan nur yüzlü PEYGAMBERMİN haında yanlış konuşmusun yazdgın o parmaklarını dişimlen parcalıyacam senin aldıgın nefes bile haram sana git at kendni biyerde
22.05.2013  23:12

Baltaş Emlak (İzmir) https://www.facebook.com/baltas.emlak
Senin ben amina koyayim sen varya annadini siktigim oglu sen muslumanligi konusacsk kapasitede birimisin
Sen vara olum senin gibileri asmak lazim iran şeriat laxim
23.05.2013  11:27

23.05.2013  11:54
Osman Çalışmaz (Sorgun’lu, Mekke’de işçi) https://www.facebook.com/profile.php?id=100000788535384
Lan oruspu evlati sen hangi doluun picisin

23.05.2013  14:13
TC Kutay Baran (Ankara) https://www.facebook.com/kutay.baran.94
senin anan varrr onu sikiyem haaaaa senin bacın varrr onuda sikiyemmm hatta senin o bıyıgınıda sikiyem

23.05.2013  14:15
Ibrahim Güneş (Yahya Altınbaş Lisesi mezunu, öğretmen) https://www.facebook.com/ibrahim.gunes.9279
ŞEREFSİZ KÖPEK ,AŞAĞILIK BİR HAYVANSIN SEN.KİMSE ADAM YERİNE KOYMAYINCA PEYGAMBER EFENDİMİZE HAKARET EDEREK PRİM YAPMAYA ÇALIŞIYORSUN.AŞAĞILIK İTİN TEKİSİN. SENİN ANAN BABAN KARIN ÇOÇUĞUN HEPSİ SENİN GİBİ AŞAĞILIK BİRER YARATIKTIR.ŞEREFSİZ KÖPEK

23.05.2013  14:17
Huseyin Duran (Gümüşhaneli, Yıldız Teknik mezunu) https://www.facebook.com/huseyin.duran.391
Lan serefsiz yahudi sen kimsin it oglu it dilini keserim senin

23.05.2013 15:22
TC Hakan Güney (Trabzonlu) https://www.facebook.com/hakan.traphuzonli1
lan şerefini skdğimin oğlu sen nasıll insannsınn seninn annlından vurmak vardıyaaa sen benim peygammberime nasıll dil uzatırsınn şerfsizn oğluu

23.05.2013  15:50
Aslan Sever (Fatih, İstanbul) https://www.facebook.com/aslan.sever.796
soysuz köpek, Allah ıslah etsin seni, şu sıfata bak, meymenetsiz. Rabbim öyle sabırlı ki senin gibileri çarpıp, tuzbuz etmiyor, hayvan herif, sen kimsin ki Hz.Muhammed (SAV) efendimize dil uzatıyorsun iitttt.. Senin beynini uyuşturan mallığın, öküzlüğün, hayvanlığın başka bir şey değil. nişanyanmısın manukyanmısın ne sikimsen fazla kaşınma, kaşırlar o poponu itoğluittttt.

25.05.2013  10:55
Emir Korkmaz  https://www.facebook.com/emir.korkmaz.52
ananın amına boşalayım ananın amına el bombası atayım babanın prezerevatifi delik orospu çocuğu ananın leğen kemiğine boşalayaım orospu evladı ananın götünü sikiyim. ananın ruhunu sikiyim orspu evladı piç ananı at arabasına başlayıp asfaltta kpşturduğumun evladı piiç anaın lesini sikeyim. orospu eladı annın ağaca başlayıp gölgesinde bacını sşkeyim. orospu evladı pezevenk

Trilok Gurtu – Spellbound

İndirme Linklerini sınırsız yapan 3 ayrı çevirici site. Zaman zaman kapalı olsa da oldukça işe yarıyor.

22 mayis 2004 te babylon'da verdigi konseri biraz erken bitirmek zorunda kalan* ve konser bitmesin diye alkislayan seyircilere* kizan ve "siz alkisladikca ben kalip calmak, oynamak, soylemek isitiyorum ama valla gitmem lazim, sabah uyanamam sonra. lutfen alkislamayin!" diye yalvaran sempatik muzisyen. (ekşi'den)

28 Mayıs 2013 Salı

Doğum Planım

Her iki normal doğumumda doğumun nasıl olmasını istediğimi doktorumla doğum öncesinde hazırladığım doğum planım üzerinden konuştuk. Böylece nasıl bir doğum istediğinizi önceden belirleyebilir, doğum telaşında sonradan sizi mutsuz edecek seçeneklerle karşılaşma riskinizi en aza indirmiş olursunuz. Doğum planınıza yapmadan önce doğum öncesi, sırası ve sonrası ile ilgili bloguma bakmayı atlamayın.

NORMAL DOĞUM PLANIM
Doktorumun onayıyla aşağıdaki doğum planını oluşturup doğal bir doğum geçirmek için bu planı uygulamayı arzuluyorum.

1. Anne ve bebeğin birbirleriyle en sağlıklı iletişim kurma yolunun öncelikle doğal doğumdan başladığına inandığım için doğal doğumu destekleyen ve ekibinin de buna hazırlıklı olduğu bir hastanede doğumumu gerçekleştirmek istiyorum.

2. Tıbbi bir gereklilik olmadığı sürece bebeğimi normal doğum yöntemi ile doğurmak ve bu konuda başta doktorumun (buraya ismini yazabilirsiniz) gözetiminde güvende olduğumu bilerek kendisinin fikirlerine saygı duyduğumu belirtmek istiyorum.

3. Bebeğimin suyu yeterli olduğu sürece, kasılmalarımın doğal seyrinde ilerlemesini, doğumumun kendi ritmini yakalamasını istiyor, damardan ilaçlarla doğumumun erken başlatılmasına veya hızlandırılmasına sıcak bakmıyorum. Her doğumun sürecinin farklı işlediğini biliyor, dolayısıyla doktorumun, benim ve ailemin bu süreçte gereken sabrı göstereceğine inanıyorum.

4. Açılma döneminde bebeğin doğum kanalına rahat girebilmesi için kasılmalar boyunca yürümek ve hareket etmekte özgür olmayı, serum veya diğer cihazlara yatar vaziyette sürekli bağlı kalmayı tercih etmiyorum.

5. Doğumumun bütün evreleri boyunca gerekli olan fiziksel ve duygusal destekçimin ve doğum koçumun eşim olduğunu ve doğumla ilgili tüm konuların açıklıkla kendisiyle paylaşılabileceğini belirtmek istiyorum.

6. Doktorumun tavsiyesi doğrultusunda lavman yapılmasını kabul ediyor, fakat aynı zamanda ilk fazda tansiyon ve kan şekerimin düşmesini engellemek için tuzlu veya şekerli (bisküvi, kraker vb.) gıdaları alabilmeyi talep ediyorum.

7. Kasılmalar sırasında anestetik ilaçlar yerine derin gevşeme, nefes teknikleri, masaj gibi yöntemler kullanarak ilk fazı tamamlamayı istiyor ve epidural anestezi uygulamasından yararlanmak istemiyorum.

8. Doğumum esnasında doğumhanede yarı yatarak doğumumu gerçekleştirmek istiyor, ıkınmalar esnasında bedenimin verdiği sinyallere ve doktorumun sözel desteklerine riayet edeceğimi belirtmek istiyorum.

9. Bebeğimin kordon kanını saklamayacağımdan dolayı, bebek doğduğunda ve ağlamaya başladıktan sonra kordonun hemen kesilmemesini, tüm kanın sonuna kadar bebeğime pompalanmaya devam etmesini (yaklaşık 3-5dk), sonrasında kordonun eşim tarafından kesilmesini rica ediyorum.

10. Doğumdan hemen sonra anneyle bebek arasında kurulacak olan ilk ten temasının doğumun en güzel kazancı olduğuna inanarak, bebeğimin temizlenmeden, yıkanmadan, kordonu kesilmeden veya testleri yapılmadan önce göğsüme verilmesini talep ediyor ve ilk sütümü o esnada bebeğime vermek istiyorum.

11. Doğumdan sonra bebeğimle geçireceğim vaktin ardından ilk kontrollerinin yapılacağı zaman rutin Hepatit B ve K-vitamini aşılarının daha sonra özel doktorumuzla takibi yapılacağı için uygulanmamasını istediğimi bildirmek istiyorum.

12. Doğumdan sonra hastanede kaldığım süre boyunca bebeğimle aynı odada kalmayı talep ediyorum.

Not: Bu planımı iki normal doğumumda da kullandım. Ancak internetten bakacak olursanız bunun gibi daha detaylı doğum planları da bulabilirsiniz.

Resim: http://www.mindfulmum.co.uk/health/2011/how-to-write-a-helpful-birth-plan/ Bu linkten İngilizce örnek doğum planı indirebilirsiniz.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Dünya Neden Var? Jim Holt



"Yılın En İyi Kitabı!

Dünya Neden Var? - Varoluş Üzerine Bir Dedektiflik Hikayesi...
Zehir mi zehir bir kozmik hafiyeyle birlikte kadim dünyadan günümüze varoluş muammasının izini sürmeye ne dersiniz?...

..hazır sizi yakalamışken kapakta kullandığımız fotoğrafın hikayesini de anlatalım. Neden bir evren olması gerekiyor? Neden bizler bu evrenin bir parçasıyız? Neden Hiçbir Şey olmayacağına Bir Şey var? sorularına cevap arayan bu kitabın bir kısmı Café de Flore’da yazıldı.

Varoluşçuluğun babası Jean-Paul Sartre’ın tüm bu sorulara meydan okuduğu Varlık ve Hiçlik de Café de Flore’da yazıldı. Bu kafe sanki bu soruları kucaklıyor… Nihayetinde Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’ın onlarca yıl önce gündelik karargahları haline getirdikleri bir yer…


Sartre, en etkili felsefi denemesi Varlık ve Hiçlik’i 1941-42 kışında, Paris, Alman işgali altındayken burada kaleme almıştı. O kış amansız bir soğuk yaşanmıştı; ama kafenin sahibi Mösyö Boubal, karaborsadan en azından içeriyi asgari derecede sıcak tutacak kadar kömür ve sigara içen müşterilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tütün bulmakta mahirdi. Sartre ve de Beauvoir, sabah ilk iş olarak buraya geliyor, sobanın yanındaki masaya yerleşiyorlardı. Sartre, sütlü bir çay söylüyordu; gün boyunca da başka bir siparişi olmuyordu. Sonra, parlak turuncu kürk ceketine sarınmış bir halde, gözünde yuvarlak çerçeveli kemik gözlükleri, başını kağıttan neredeyse hiç kaldırmadan saatlerce yazıyordu; Beauvoir’ın anılarında anlattığı üzere, yere eğilip, başka bir müşterinin attığı sigara izmaritini alıp piposunu doldurmak için ara veriyordu.


“Hiçlik, varlığın yakasına yapışıyor,” diye yazmıştı Sartre. Ona göre dünya, engin bir hiçlik denizinde yüzen, mühürlenmiş, küçük bir varlık kutusuydu. Bir Paris kafesi bile, çardakları ve aynaları, dumanlı atmosferi, canlı sesleri, çınlayan kadeh sesleri, tıngırdayan fincan tabaklarıyla, “varlıkla dolu olduğu” güzel bir günde bile yokluk için bir sığınak sunabilirdi. Sartre, dostu Pierre ile randevusu olduğu için Café de Flore’a uğrar. Ama Pierre orada değildir. İşte: Küçük bir hiçlik gölü, varlık alanını çevreleyen muazzam hiçlikten varlığa sızar. Çünkü hiçlik, yıkılan umutlar, boşa giden beklentilerle dünyaya girer.


İşte böyle...


Jim Holt yazdı, Ebru Kılıç çevirdi, biz de yayınladık... çok güzel kitap oldu vesselam... "

TDK'nın Kadın Tanımı



TDK Kadın'ı değil Köle'yi tanımlamış sanki. Doğurgan olmadığı vakit kadın olmuyor mu ya da ev yönetimi konusunda "becerikli" değilse?

Hızlı bir şekilde değiştirilmesi gereken..

28 Mayıs 2013

Pazar pazar bir çırpıda yapılan cupcake tutaç. Ufak ufak da olsa birşeyler yapıyorum, terapi niyetine. 

Zaz - 2013 - Recto Verso (Bonus Track Version)

İndirme Linklerini sınırsız yapan 3 ayrı çevirici site. Zaman zaman kapalı olsa da oldukça işe yarıyor.

Müziğin şımarık kızı yeniden şarkı söylüyor...

Zaz - 2013 - Recto Verso

26 Mayıs 2013 Pazar

Mizah Yazarı Arkadaşımız Mehmet Semih 'i Kaybettik

 Mizah yazarı Mehmet Semih(61) bir süredir tedavi görmekte olduğu Şişli Etfal Hastanesi’nde önceki sabah yaşamını yitirdi. Cumhuriyet döneminin ilk gazetecilerden Emin Refik Uzman’ın oğlu olan yazar İstanbul’da doğdu. Babasının ölümünden sonra öğrenimini bıraktı. Basın kuruluşlarında düzeltmenlik yaptı. 70’lerin ortalarında mizah öyküleri yazmaya başladı. 1976’da, değişik yıllarda Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü’nün de kazandıkları, Bulgaristan’ın uluslararası mizah öyküleri yarışmasının birincilik ödülü ‘Altın Kirpi’ye değer görüldü. 1977’de Karikatürcüler Derneği bürosunda görev aldı, yazışmalarını yürüttü. Mehmet Semih’in, Bulgaristan’daki yarışmayı kazanan öyküsünün adını verdiği “Dünyanın En Haksız Yere Dayak Yiyen Adamı Selahattin Bey”(1977) başlıklı kitabı yanında “Gözlüklü Beyefendi”(1982), “Türk Mizah Hikâyeleri Antolojisi”(1982), “Umutla Yaşıyoruz Efendim”(1983), “Türk Edebiyatında Mahlaslar, Takma Adlar, Tapşırmalar ve Lâkaplar”(1993) gibi kitapları bulunuyordu.
Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması için Akşehir’e gelen konuklar.
Tonguç Baykurt, Ferit Avcı, Mehmet Semih. Cem Kenan Öngü, Valenttin Bincthev
(Akşehir, Dağ oteli terası/1978)
Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması için Akşehir’e gelen konuklar.
Tuncay Urcan, Mehmet Semih, Ümit Öğmel, Mehmet Altuğ , Ferit Avcı, Serdar Güntürkün, Hatay Dumlupınar,Orhan Aksoy,Bülent Akarsu.
(Akşehir, 1979)



Cenaze 27 Mayıs Pazartesi İkindi namazı (17.00) Zincirlikuyu Camii'nden kalkıyor...

Beni Kureyza Katliamı


Beni Kureyza olayında ana kaynağımız Taberi’nin Tarih’i. İngilizce çevirisinin sekizinci cildinde ondört sayfa tutuyor. (The History of al-Tabari, SUNY Press 1997, VIII.27-41)

Önce Taberi’ye dair iki çift söz. Bir kere: Muhammed hakkında bildiğin veya bildiğini sandığın hemen her şeyin ilk kaynağı Taberi’dir. Yani Resmi Tarih’in ta kendisidir. “Doğru dediği ne malum” diye sorduğun anda, Muhammed ne malum, vahiy ne malum, Kuran ne malum, Mekke ve Medine ne malum, Bedir ve Uhud ne malum, Kâbe ne malum, Hadice ne malum, Aişe ne malum, Ebubekir ne malum… diye sormuş olursun. Bana göre hava hoş, yeter ki ne sorduğunu bil.

İkincisi: Taberi iyi tarihçidir. Üç beş sayfa okusan yeter, ciddi bir akademik akılla karşı karşıya olduğunu anlarsın. Masal anlatmaz, anlatanları aktarır. Kaynaklarını sorgular. Farklı versiyonlar arasındaki çelişkilerin ve nüansların altını çizer. İyi bir detektifin delil duygusuna, iyi bir filozofun hakikat sevgisine sahiptir. “Peygamberimize bühtan etmiş” dersen, kusura bakma, bir şey bilmediğini belli edersin.

Peygamberi problemli bir ışıkta gösteren bu hikâyeyi (ve buna benzer diğerlerini) neden aktarmış? Neden sessiz geçmemiş? Bence önemli bir soru. Hatta, “Resmi Tarih’in amacı neydi?” konusuna buradan da giriş yapabiliriz.

*
Beni Kureyza hikâyesini üç ana kaynaktan aktarmış. İlki H 140 yılı civarında vefat eden Medine’li araştırmacı İbn İshak. İbn İshak’ın orijinali elimizde yok. Onun beş veya altı farklı kaynağa istinaden anlattıklarını Taberi aktarmış. İkincisi Peygamberin eşi Aişe’nin Medine’li Alkame b. Vakkas’a anlattığı hatıraları. Bunlar hikâyenin anekdot tarafını dolduruyor. Üçüncüsü H 207’de vefat eden Kitab-ül Mağazî muharriri el-Vâkıdî. Taberi genel olarak Vakıdî’ye pek güvenmiyor, sözlerini ihtiyat payıyla aktarıyor.

Taberi metninin esas zevkli yanı, farklı anlatımlar arasındaki vurgu ve detay farkları. Mesela İbn İshak’ın İbn Şihabe’den aktardığı versiyonda Cebrail ile Dihye b. Halife iki ayrı anekdot gibi aktarılırken, Aişe’nin anlatımında ipek örtülü eğerde oturan Dihye’ye halkın “Cebrail” lakabını taktıklarını öğrenip şaşakalıyorsun.
Metnin tamamını aktarmak bu yüzden – meraklısı için – daha ilgi çekici olacaktı. Üşendim. Özetlemekle yetineceğim.

*
Hikâyenin geçmişi
Uhud Savaşında sayıca üstün olan Mekkelilerin Müslümanları yeneceğine kesin nazarıyla bakılır. Bu yüzden Medine Yahudilerinden Beni Nadir aşireti, Müslümanların yenilgisi halinde başına geleceklerden korkarak, tarafsız kalır. Müslüman zaferinden sonra toplanan Mecliste Beni Nadir yargılanır. Muhammed’in idam kararı vermesi beklenirken Beni Nadir’in koruyucusu (velisi) olan Beni Hazrec aşireti ileri gelenlerinin önerisiyle Beni Nadir tehcir edilir. Malları müsadere edilir.

Beni Nadir liderlerinden Hüyeyy b. Ahtab ve Kinane b. el-Rabi Mekkelilerle temas kurarak onları Medine’ye saldırmaya teşvik ederler. Ayrıca doğudaki Ğatafan aşiretini de Mekkelilerle beraber savaşmaya ikna ederler. Medine’deki diğer büyük Yahudi aşireti olan Beni Kureyza lideri Kâ’b b. Esed Muhammed’le ittifakını bozmama taraftarıdır. Kapısına gelen Hüyeyy’i hakaretle kovar. Ancak Hüyeyy ısrar eder, Kureyşlilerin Muhammed’i yeneceklerinin kesin olduğunu, bu durumdan Beni Kureyza’nın zarar göreceğini savunur. K’ab lanet okuyarak Hüyeyy’e kapısını açar. Uzun süre direndikten sonra Muhammed’le [iddiaya göre yazılı belgeye dayanan] ittifakını bozar.

Mekkeliler ile Ğatafanlılar Medine’yi kuşatır. Muhammed, İranlı kölesi Selman’ın tavsiyesiyle kentin etrafına bir hendek kazdırır. 27 gün süren kuşatmada Müslümanlardan altı ve karşı taraftan üç kişi ölür.

Kuşatma esnasında Muhammed adamlar göndererek müttefikler arasına nifak tohumları eker. Kureyza aşireti, Mekkelilerin kuşatmayı sonuçlandırmadan çekileceğinden korkmaktadır; Müslümanlarla başbaşa kaldıklarında başlarına geleceği bildiklerinden, adım atmak istemezler. Ebu Sufyan komutasındaki Mekkeliler, Yahudilerin savaşacağına güvenmezler, Kureyza ileri gelenlerinden bazı kişileri rehin almadıkça kesin saldırıya girişmek istemezler. Ğatafanlılar Yahudilerin Muhammed’le anlaşacağından ve Mekkelilerin çekilip kendilerini Muhammed’e karşı yalnız bırakacağından kuşkulanırlar. İttifak dağılır. 

Cebrail savaş kışkırtıyor
Kuşatmanın kalktığı gün Cebrail altın sırmalı bir sarık giymiş ve ipek örtülü bir katıra binmiş olarak zuhur eder. “Silahları bıraktın mı ya Rasulallah?” diye sorar. Muhammed evet der. Cebrail, “Melekler henüz silahlarını bırakmadı. Allah sana Beni Kureyza’ya saldırmanı emrediyor. Ben de orada olacağım,” diye cevap verir. Muhammed tellal çıkararak, Beni Kureyza arazisinde toplanmadan kimsenin namaz kılmamasını emreder. Kendisi de Kureyza surlarının yanına gelerek “Ey maymun soylular! Allah sizi lanetledi ve intikamımı üzerinize saldı,” diye seslenir. Yahudiler cevaben ona hakaret ederler.

Aişe’nin anlatımına göre Cebrail “Melekler silahlarını bırakmadı, git ve onlarla savaş” der. Muhammed zırhını kuşanır. Yolda rastladığı kişilere “buradan kim geçti” diye sorar. Onlar da “Dihye b. Halife geçti” derler. Dihye’ye büyük sakalı ve ipekli eğeri nedeniyle “Cebrail” adı verildiğini Aişe belirtir.

Maymun korkusu
25 gün veya bir ay süren kuşatmadan sonra Kureyza aşireti teslim olmaya karar verir. Müzakere için Muhammed onlara Beni Aws aşiretinden Ebu Lübâbe b. Abdülmunzir’i gönderir. Aws aşireti Beni Kureyza’nın koruyucusu (velisi) ve Ebu Lübabe onların dostudur. Erkekler onu karşılarken Yahudilerin kadın ve çocukları çığlıklar atarak etrafını sararlar ve merhamet göstermesi için yalvarırlar. “Muhammed’in hakemliğini kabul edelim mi?” diye sorarlar. Ebu Lübabe “evet” der, fakat bunu söylerken eliyle boğaz kesme işareti yapar. Yapar yapmaz pişman olur. Allah’a ve resulüne ihanet ettiği kaygısına kapılarak koşa koşa gider, camide kendini bir sütuna bağlatır. Allah kendisini affetmedikçe oradan ayrılmayacağını bildirir. Muhammed bunu duyunca güler. “Bana gelseydi affederdim, ama şimdi ancak Allah affedebilir,” der. Birkaç gün sonra Allah’tan gelen bir vahiyle Ebu Lübabe’yi affeder. [Bahis konusu ayetin hangisi olduğuna dair tefsirciler arasında ittifak yoktur.]

Kureyza lideri Kâ’b, aşiretine hitaben konuşur. Başlarına gelen beladan Hüyeyy’i sorumlu tutar. Üç seçenek sunar. Ya topluca Müslümanlığı kabul edeceklerdir. Bu reddedilir. Ya [Masada'daki Yahudiler gibi] kadınlarını ve çocuklarını öldürüp, ölünceye kadar savaşacaklardır. Bu da reddedilir. Ya da Yahudiler için savaşmanın dinen haram sayıldığı Şabat günü sürpriz bir saldırı düzenleyeceklerdir. Tevrat’a göre Şabat günü savaşmak Yahudilerin domuza veya maymuna dönüşmesine yol açacağı için, bu seçenek de reddedilir. Teslim olmaya karar verirler.  

Bağımsız yargı
Beni Kureyza Aws aşiretinin mevalisi olduğundan, hukuken Muhammed’in yargıç olması mümkün değildir. Bu nedenle Aws aşiretinden Sa’d b. Muaz görevlendirilir. Sa’d Hendek savaşında yaralanmış ve yarası şişmeye başlamıştır (birkaç gün sonra ölecektir). Hükmü açıklar: Kureyza erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecek, malları müsadere edilecektir. Muhammed “Allah’ın ve resulunün yargısıyla yargıladın” diyerek onu onaylar.

[Yargı görevinin ölmekte olan birine aktarılması muhtemelen kan davası güdülmesini önlemeye yönelik bir tedbirdir.]

Nusra Cephesi tesadüf mü?
Resulallah karardan sonra Medine’nin çarşı alanına giderek hendekler kazdırır. Beni Kureyza erkekleri gruplar halinde buraya getirilerek hendeklerin başında kafaları kesilir. Toplam katledilen sayısı bazı kaynaklara göre 600 ila 700, bazılarına göre 800 ila 900 kişidir. İdamların çoğunu Ali b. Ebu Talib (sonradan dördüncü halife) ve Zübeyr infaz ederler.

Komplonun lideri Hüyeyy getirilir. Pembe kumaştan değerli giysisini (ganimet edilmesin diye) delik deşik etmiştir. Muhammed’e hitaben “Sana düşmanlık ettiğim için kendimi ayıplamıyorum, çünkü Allah’ın terkettiği kişi lanetlenmiştir,” der. [Bu sözün anlamı açık değildir. Lanetlenen kişinin Hüyeyy mi Muhammed mi olduğu anlaşılmaz.] Sonra halkına dönerek “Allah’ın emrinde haksızlık yoktur. Zira İsrailoğulları için büyük bir katliam olacağı Kitabımızda yazılıdır,” der. İdam edilir. [Hüyeyy’in son sözleri daha sonraki İslami literatürde süslenip püslenerek, Yahudilerin idam kararının kendi Kitaplarına uygun olarak verildiği tezine dönüşecektir.]

Aişe’nin ifadesine göre idam edilenler arasında tek bir kadın vardır. “Rasulallah erkekleri meydanda öldürürken kadın benim yanımdaydı, sohbet ediyor ve durmadan gülüyordu. Derken bir ses adını çağırdı. ‘Ne var?’ dedim. ‘Öldürecekler’ dedi. ‘Neden’ diye sordum. ‘Yaptığım bir şeyden ötürü’ diye cevap verdi. Götürüp kafasını kestiler. Neşesini ve gülüşünü hayatta unutamam. Öldürüleceğini biliyordu.”

Vakıdî’nin anlatımına göre kadının öldürülmesinin nedeni, kuşatma sırasında sur üstünden bir değirmen taşı atarak Hallâd b. Süveyd’in ölümüne sebep olması idi.

Ebubekir halt etmiş
Öldürülecekler arasında geçmişte Müslümanlara iyiliği dokunmuş olan yaşlı Ebu Abdurrahman el-Zebîr vardır. Müslümanlardan Sabit b. Kays Rasulallah’tan rica ederek yaşlı adamın canını bağışlatır. Ebu Abdurrahman “karım ve çocuklarım olmadan hayatın ne anlamı var?” diye sorar. Onlar da bağışlanır. “Malım ve servetim olmadan nasıl yaşayabilirim?” der. Malına dokunulmayacağına söz verirler. “Aslanlar aslanı, güzel adam Kâ’b b. Esed ne olacak?” diye sorar. Öldürüldüğünü söylerler. Aşiretinin akıbetini sorar, hepsinin idam edildiğini anlatırlar. “O zaman bana bir iyilik yapıp beni de öldürün” der. “Akrabalarım olmadan yaşamanın faydası yok, öbür dünyada onlara kavuşmak için sabırsızlanıyorum.”

Ebubekir bu sözleri duyduğunda “akrabalarıyla Cehennemde buluşacak, orada sonsuz azap görecek” diye konuşur.

Emval-i metrukenin paylaşımı
İdamlar sona erdikten sonra Rasulallah Beni Kureyza’nın mallarını, kadınlarını ve çocuklarını müminler arasında pay eder. Beşte bir [kamu payı] çıkarıldıktan sonra geri kalandan süvarilere üçer pay, piyadelere birer pay verilir. Bu savaş esnasında Müslümanların otuzaltı atlısı vardır. Onların hakkı, bir pay ata, iki pay sürücüsüne olmak üzere üç pay olarak hesaplanır. Ganimetin beşte birinin [Muhammed’e] ayrılması kuralı ilk kez bu olayda uygulanır ve daha sonra gelenek (sünnet) olarak benimsenir.

Rasulallah köle kadın ve çocukların bir kısmını Sa’d b. Zeyd ile orta Arabistan’daki Necd’e göndererek, karşılığında at ve silah satın alır. Esir alınan kadınlardan Reyhane bt. Amr’ı kendine ayırır. Cariye edindiği bu kadın, Muhammed’in ölümünde halâ onun kölesidir. Muhammed ona kendisiyle nikâhlanmasını ve hicaba girmesini teklif ederse de Reyhane “ya Rasulallah, senin kölen kalayım, böylesi senin için de benim için de daha kolay” diyerek reddeder. İslamiyeti kabul etmeyerek Yahudi dininde ısrar eder. Bundan ötürü Muhammed onu nikâhına almaz, fakat canı sıkılır. Kimi anlatımlara göre daha sonra Reyhane Müslümanlığı kabul ederek Muhammed’i sevindirir. [Ancak bu anlatımla, Muhammed’in ölümünde Reyhane’nin halâ köle olduğu bilgisi çelişir.]

*
Bu anlatı neden Resmi Tarih’e dahil edildi? Neden unutturulmadı? Sorumuz bu.

Resmi Tarih’in işlevi meşrulaştırmaktır. Bir hikâye anlatırsın. Bu hikâye senin bugününü, varlığını, iktidarını, yasalarını, törelerini, eksiklerini, yanlışlarını haklı kılar. Vicdanındaki soruları giderir. Seni – toplumca – iyi hissettirir.

Bak mesela “Kurtuluş Savaşı” anlatısına, ve İŞLEVİ NEDİR diye sor. Yedi düvel, kağnılar, iç ve dış düşmanlar, hain padişah, damat ferit, ordular ilk hedefiniz vs… Az düşün, ne anlatıyor? BUGÜNKÜ devletinin ve iktidarının hak olduğunu anlatıyor. BUGÜNKÜ hatalarının hiç mertebesinde olduğuna seni ikna ediyor. Dün Ermeniden gaspettiğin o tarla ile dükkânı sana helal kılıyor.

Taberi Tarihinin de öyle bir şeyi olmalı bence.

Ülkeler fethetmişsin, şehirler zaptetmişsin. Bunu yaparken de epeyce kırıp dökmüşsün. Şimdi bir hikâye anlatman lazım ki, yaptığının hak ve meşru olduğuna seni inandırsın. Seni bırak, yarın çocuğun gelip “ya baba biz neden böyleyiz” diye sorarsa, verecek cevabın olsun.

*
Devam ederiz bir ara. “İslam dini dediğin şey, o Resmi Anlatının ta kendisidir” diyeceğim sırası gelince.  Linç ederlerse de kendi bilecekleri şey.

26 Mayıs 2013

 Epey olmuştu öreli arka kumaşını bulup tamamladım nihayet.
Yuvarlak yastıkları seviyorum, ilk denemelerimi elden çıkardığım için çok üzülmüştüm sonradan. 
Uzun zamandır aklımdan geçen elmalı pasta için direniyorum. Üzeri bol pudra şekerli. Altı kıtır üstü mis gibi tarçınlı, cevizli ve elmalı.
Epey ara verince keçe, etamin, kumaşla uğraşmayı çok özledim. Güzel güzel desenli kumaşlarla dolu yerleri geziyorum ama bir hedef olmayınca eskisi gibi al al bir ara değerlenir yapamıyorum. Fikir çağrışımları için nette bolca geziyorum, belki bişeyler çıkar ilerleyen günlerde.
Bu hafta çoook uzun sürede hazırlanıp çabucak yenmesiyle meşhur yaprak sarmayı birdaha yapmayı göze aldığıma inanamıyorum ama yaptım. Bahçenin incecik ve körpe yapraklarına alışınca onlardan da biraz toplamadan edemedim.  Keyifli haftasonları dilerim...

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Detay





Bugünkü Noni & Nil'i çizgili :)


Nil'i giydirirken hiç farkında olmadan elim çizgili elbisesine gitmiş, bu detay sonradan çok hoşuma gitti doğrusu ;)






Favori bebeğimiz "Keltoş"... Anasının kızı işte ;)




Nil artık kıpır kıpır kucak onu kesmiyor kesinlikle!




Hooop başlıyoruz yine :)




Yandım ben yandımmm :P






T-shirt: SUKHA (Stilin Olsun)


Pantalon: Be Street Lady


Çanta: Michael Kors


Ayakkabı: JLo by Jennifer Lopez


Küpe: Twist


Nil'in elbisesi: Panço

Ayakkabısı: Pediped




Hazır sırası gelmişken sizlere bir şey sormak istiyorum... Biliyorsunuz blogumu belli bir kategoriye sokmuyorum, içimden ne geliyorsa & ne yaşıyorsam onu yazıyorum. Ara ara alışverişlerimle ilgili postlar yapsam da her kıyafetimin altına nereden olduğunu yazmıyorum çünkü o kadar güzel moda blogları var ki (ve bu işi öylesine ciddiye alıyorlar ki) kendi giydiklerimin nereden olduğunun bir önemi yok diye düşünüyorum. Ama bazen sizlerden benim veya Nil'in kıyafetiyle ilgili sorular gelebiliyor. (Tam sınavlık bir cümle kurdum ha! Aşağıdakilerden hangisi devrik cümledir diye olanlardan hani... Doğrusu "Ama bazen sizlerden benim kıyafetim veya Nil'in kıyafetiyle ilgili sorular gelebiliyor" olmalıydı. Öfff nelere takılıyorum ya deli miyim ne! Vallahi ben bu gereksiz detaylara takıldığım için erken yaşlanıcam dediydi dersiniz! Bu arada benden Türkçe öğretmeni falan da olmazmış bütün sınav sorularını didik didik inceler bir sürü imla ve yazım hatası bulur adım sıfırcı hocaya çıkardı kesin! Yurdum öğrencilerini Allah korumuş bence! Neyse esas konumuza dönelim biz...) Sizce bu postta olduğu gibi her postta marka belirtmeli miyim yoksa gereksiz bir detay mı bu? Oh be sorabildim en sonunda sorumu :)