30 Kasım 2010 Salı

Leyla Halit : Direnişin Simgesi


“Yarışmaya katılımın bu kadar yüksek olması, Filistin’e olan desteğin de boyutunu ortaya koyuyor. Ben bu yarışmaya bir direniş olarak bakıyorum. Filistin’i işgal eden güçlere karşı direniş, karikatür, hikâye, şiir ve silah gibi değişik şekillerde kendini gösteriyor. Bu anlamda bu yarışma ve toplantı, Filistin direnişine yeni bir halka olma özelliği taşıyor”

Leyla HALİD

29 Kasım 2010 Pazartesi

Naci El Ali Yarışması





Jüri toplantısından


Metin Peker, Mustafa Yıldız, Atay Sözer, Leyla Halit, Canol Kocagöz, Tonguç Yaşar, İlker Ekici, Nadel Hashem, Füsun BandırBasın Toplantısı Jitet Koestana (Endonezya)
Hanzala İnsan Hakları Ödülü


Necmettin Asma (Türkiye)
Hanzala Özgürlük Ödülü




Omar Abdallat (Ürdün)

Hanzala İntifada Ödülü

Muhammed Ebu Afefa (Filistinli Ürdün Vatandaşı)
Hanzala Toprak Ödülü





Aasid Houcine (Fas)
Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği Ödülü

Rahelleh Farhangi (İran)
Kemal Türkler Vakfı Ödülü


Bernard Bouton (Fransa)
Karikatürcüler Derneği Ödülü


Fadi Abou Hassan (Suriye)

Evrensel Gazetesi Ödülü



Burhan Demircan (Türkiye)

Hanzala Taş General Ödülü (14-17 yaş)


Volkan Aydoğan (Türkiye)

Hanzala Taş General Ödülü (10-13 yaş)

TEK EKSİĞİMİZ KAR...

Tek eksiğimiz var artık,
Kar taneleri diliyoruz bolca...
Burda ya da Masal Ülkesine vardığımızda Alplerde...
Karın yağışını daha bir hevesle bekleyeceğiz
Ve o vakit kaptığımız gibi aşağıdakini, dışarıya karın ortasına çıkacağız, karın ne güzel birşey olduğunu nasıl bir keyif olduğunu öğrenecek Can...

Bizim kızağımız da yoktu çocukken, kar giysimiz, kar çizmelerimiz de, naylon torbalarımız vardı kızak yerine, üstüste giyilen kazaklar kar giysisi yerine ve bulabilirsek de bir çizme ayağımıza, annemin ördüğü yün çoraplar içine de...

Ne keyifliydi, Ne mutluluktu kar...
Korkulmazdı, sıkıntı vermezdi, yolu gözlenirdi...
Üşümek de yoktu, karın tadı da güzeldi hem, temizinden bir avuç alınıp okul çıkışında yiye yiye eve varışımız gözümün önünde...

Yeniden o günlere dönmek mümkün mü?








28 Kasım 2010 Pazar

NACİ EL ALİ YARIŞMASI SONUÇLANDI


OMAYYA JOHA (Gazze)
(NACİ EL ALİ BÜYÜK ÖDÜLÜ)
Yazı: "Benim adım Hanzala, seninki ne?"
"Umut !"


EMRE ÇILDIR (Türkiye)
(HOMUR ÖZEL ÖDÜLÜ)

27 Kasım cumartesi günü Armada Oteli'nde toplanan jüri 41 ülkeden gelen 400'ün üzerinde karikatürü inceleyerek Naci El Ali ödüllerini açıkladı.
Saat 15.00 de toplanan jüri şu isimlerden oluşuyordu...
Leyla Halid
Nedal Hashem (Arap Cartoon)
Canol Kocagöz (Homur)
Atay Sözer (Homur)
Mustafa Yıldız (Homur)
Füsun Bandır (FHDD)
Tonguç Yaşar (Karikatürist)
Metin Peker (Karikatürcüler Derneği)
Ayrıca Brezilya'da yaşayan Carlos Latuff da internet üzerinden değerlendirmelere katıldı...

Büyük ödülü Gazze'de yaşayan ve ülkesi sınırlarından çıkamayan Omayya Joha aldı...

SONUÇLAR

NACİ EL ALİ BÜYÜK ÖDÜLÜ : OMAYYA JOHA (GAZZE)
HANZALA İNTİFADA ÖDÜLÜ: OMAR ABDALLAT (ÜRDÜN)
HANZALA ÖZGÜRLÜK ÖDÜLÜ:NECMETTİN ASMA (TÜRKİYE)
HANZALA TOPRAK ÖDÜLÜ: MUHAMMED EBU AFEFA (FİLİSTİNLİ ÜRDÜN VATANDAŞI)
HANZALA İNSAN HAKLARI ÖDÜLÜ: JİTET KOESTANA (ENDONEZYA)

HANZALA TAŞ GENERAL ÖDÜLLERİ:
14-17 YAŞ BURHAN DEMİRCAN (TÜRKİYE)
10-13 YAŞ VOLKAN AYDOĞAN (TÜRKİYE)

ÖZEL ÖDÜLLER

FHDD ÖZEL ÖDÜLÜ : AASİD HOUCİNE (FAS)
HOMUR ÖZEL ÖDÜLÜ :EMRE ÇILDIR (TÜRKİYE)
KARİKATÜRCÜLER DERNEĞİ ÖZEL ÖDÜLÜ: BERNARD BOUTON (FRANSA)
KEMAL TÜRKLER VAKFI ÖZEL ÖDÜLÜ :RAHELLEH FARHANGİ (İRAN)
EVRENSEL GAZETESİ ÖZEL ÖDÜLÜ : FADİ ABOU HASSAN (SURİYE)

Anayasa Sohbetleri 6 - Eşitlik

MADDE: Tüm vatandaşlar yasa önünde eşittir. Kamu görevlileri vatandaşlar arasında din ve mezhep, dil ve lehçe, ırk, etnik kimlik, sosyal sınıf, felsefi görüş ve yaşam tarzı nedeniyle ayrım yapamaz ve ayrım yapmayı savunamaz.
Çözmeye çalıştığımız problem şudur:
Senin ders kitapların, resmi propaganda broşürlerin, valilik web sitelerin, turistik tabelaların, Atatürk Bilmemne Kurumu neşriyatın, 19 Mayıs nutukların, askerî beyin yıkama programların, adli yıl açılış törenlerin, devlet onaylı cami vaazların Türk ve/veya Müslüman olmayanlara karşı baştan sona iftira ve sövgüyle dolu olacak. Sonra pişkin pişkin gülüp “aa olur mu, bizde herkes yasalar önünde eşittir, din ırk milliyet yüzünden katiyen ayrım yapılmaz” diye yavşayacaksın.
Bunu nasıl önleyeceğiz? Mesele bu. Yoksa herkes eşittir, ayrım gayrım yasaktır diye anayasaya yazmak kolay. Anayasasına bunu yazmayan devlet yok ki dünyada?
Maddenin sonundaki “ayrım yapmayı savunamaz” sözü bundan ötürü eklendi. Pratikte işe yarar mı, tartışılır. Ama birinci cumhurbaşkanının 1925’ten sonra ağzından çıkan hemen hemen her söz bu maddenin ışığında anayasa suçu haline geliyor, sırf onun hınzırlığı için eklemeye değer.
*
Hakiki dünyada ne yapılabilir? Kolay soru değil. Sonuçta ırkçılığı ve ayrımcılığı ikinci doğası haline getirmiş bir devlet yapılanmasını ıslah etmekten söz ediyoruz. O kültürle yetişmiş milyonlarca devlet görevlisini üç günde düzeltemezsin, istediğin kadar kanun çıkar, yasakla, asmakla kesmekle tehdit et, fayda etmez. Direnirler. Yolunu bulup baypas ederler. Boyun eğseler de içlerinden söverler.
Genel ilke: İnsanları inanmadıkları yasaklarla terbiye edemezsin. Asker takımı bunu anlamaz, ama “sivil anayasa” diyorsan hareket noktan bu olmalı.
Sanıyorum işi en az bir-iki kuşağa yayılacak bir eğitim ve uyarı süreci olarak düşünmek lazım. Benim düşünebildiğim en makul öneri şu. Ayrımcılıkla mücadele edecek bağımsız bir kurul oluşturursun. Toplumsal Barış Komisyonu gibi bir ad verirsin. Başına belki İsak Alaton gibi birini getirirsin. Birkaç gözüpek kamu yöneticisi, Kaboğlu ve Baskın Oran kalibresinde birkaç hoca eklersin. İHD ve TESEV’den, Mazlum-Der’den, Diyarbakır Barosundan destek alırsın.  Bunların işi, resen veya şikâyet üzerine, kamu sektöründeki ayrımcı söylem örneklerini arayıp bulmak ve düzeltme önermek olur. Ceza yetkileri olmaz tabii, ama ekstrem örneklerde dava açabilir veya savcıları harekete geçirebilirler.
Beş-on yıl içinde bayağı ciddi netice almaya başlarlar diye tahmin ediyorum.
Anayasadaki “ayrım yapmayı savunamaz” fıkrası böyle bir heyet için hukuki dayanak teşkil eder, o açıdan faydalıdır.
*
Dikkat buyurunuz: Ayrım yapma ve ayrımı övme yasağı SADECE kamu görevlileri için konmuş. Sivil vatandaşa yasak getirilmemiş. Bu konuda bence net olmak lazım. Vatandaşın canı isterse ırkçı, ayrımcı, şoven olma özgürlüğü vardır. Devletin yoktur. Basit.
Nedenlerini daha sonra uzunca konuşuruz. Şimdilik kısa söyleyelim.
Bir kere Devlet toplumsal barışı sağlamak, kişi hak ve özgürlüklerini korumak için kurulmuş bir teşkilattır. Yani bir kuruluş amacı vardır ve ayrımcılık o amaca fayda değil zarar verir. Oysa vatandaşın kamu çıkarını düşünmek mecburiyeti yoktur. Düşünse pek güzel, ama düşünmese de kendi bileceği iş, bir şey yapamazsın. Zorlamaya kalksan özgürlük kalmaz, herkesin milli davaya piyade yazıldığı Ondokuzmayıs rejimlerine kapı açılır.
İki: Devlet fazla güçlüdür, o yüzden tehlikelidir. Devlet Lazları, eşcinselleri veya başörtülü kızları ezmeye kalktı mı karşısında durmak zordur. Oysa sivil vatandaşın eti ne, budu ne? Devleti kendi hırslarına alet edemediği müddetçe ciddi bir sorun çıkmaz. Çıksa da kontrol altına almanın bin türlü yolu var.
Sivil halka siyasi doğruculuk mecburiyeti getiren her türlü yasağı ben kaygıyla karşılıyorum. Batı ülkelerinde son yıllarda bu tür eğilimlerin artışını “soft” totalitarizme doğru tehlikeli bir gidiş olarak görüyorum. Eğer toplumda ırkçılık varsa, ırkçıların ifade ve örgütlenme özgürlüğü de olacak: yeter ki adam dövmesinler, cinayet işlemesinler.
Adam çalıştığı işyerinde veya oturduğu apartmanda zenci veya eşcinsel veya başörtülü kadın veya gâvur görmek istemeyebilir, keyfi bilir. Bundan dolayı ciddi boyutta bir sosyal haksızlık doğuyorsa – mesela bu yüzden eşcinseller veya başörtülüler sokakta kalıyorsa, iş bulamıyorsa, gettolara mahkûm oluyorsa – çaresine bakarsın. Ama BENİM dilediğim ortamda yaşama özgürlüğüm, ONUN dilediği ortamda yaşama özgürlüğünden büyük değil ki?

12 Kasım 2010 Cuma

SU PERİSİ İSTANBUL'DA


"Su içinde Allianoi İstanbul'da " ,
Karikatür, resim, fotoğraf, grafik, seramik sergisi...
Tarih: 12 Aralık pazar
Saat: 18.00
Adres: TMMOB Mimarlar odası İstanbul Şubesi
Kemankeş cad No:31 Karaköy

11 Kasım 2010 Perşembe

Anayasa Sohbetleri 5 - Küçük Neden Güzeldir

Yerel yönetimi güçlendirmek neden iyidir? Teorik sözleri bir yana bırakıp bu ülkenin tarihinden bir örnekle anlatmaya çalışayım. Olayı daha önce bu yönden düşündüğünüzü hiç sanmıyorum. (Ankara’nın Doğusundaki Türkiye kitabımda kısaca yazmıştım gerçi, kısmen tekrar.)
Hikâye şöyle.
Beylikler devri
Anadolu'nun Bizans tarafından yönetilen bölümünde medeniyet sanki 6. yüzyıl ortalarında sona erer. 550’leri izleyen 600 küsur yıl boyunca başkent İstanbul dışında dişe gelir tek bir eser görülmez. Sanki bu yüzyıllar hiç yoktur. Denizli’ye, Manisa’ya, Adana’ya, Tokat’a bakın: antik döneme ait bir dizi etkileyici kalıntı, sonra uzun bir sessizlik.
Türklerin gelişinden üç-dört kuşak sonra müthiş bir imar patlaması başlar. Anadolu'da bugün varolan kent ve kasabaların hemen hepsi o dönemde kurulmuş veya yeniden şekillenmiştir. 1100’lerin sonundan başlayıp 1500’lerin başına dek hepsi cami, han, hamam, medrese, kervansaray, tekke, saray, şifahane ve imaret ile donatılır. Bunlar gerek sayı, gerek kütle, gerek işçilik bakımından son derece şaşırtıcı eserlerdir. Konya’yı, Sivas’ı geçin, Divriği’ye, Bitlis’e, Niksar’a, Eski Malatya’ya, Kastamonu’nun Kasaba’sına, Harput’a, Ahlat’a, Tercan’a, Eğridir’e, Sivrihisar’a, Milas’a, Selçuk’a bakın. Hepsinde göz kamaştırıcı işler yapılmış.
Şişineceklerdir: “Türkler Anadolu'ya medeniyet getirdi.” Yok efendim, öyle değil. Madem getirecek medeniyetleri vardı, neden Orta Asya’da bunun izi görülmedi? Madem getirdiler, neden 1071’den sonra yüz yıl belli etmediler?
Doğrusunu söyleyelim: Türk beylikleri Anadolu'ya medeniyet getirdi.
Yüz tane başkent
Malazgirt’ten sonra Türkler buraya gelip o eşsiz devlet kurma yetenekleriyle bir Devlet kurmadılar, hayır. Bizans düzenini yıktılar. Yerine sabah akşam birbiriyle didişen, çeteden az hallice birkaç yüz tane beylik kurdular. Konya Selçukluları da bildiğiniz anlamda Devlet değildi, her şehirde ayrı kardeşin, her diyarda ayrı vezirin hüküm sürdüğü bir tuhaf yamalı bohçaydı. “Federasyon” demek fazla iyimser olur sanırım. Daha çok, bir tür organize anarşi durumu.
Merkezi devletin ölü sıkletinden kurtulan Anadolu, Türk beylikleri devrinde muazzam bir canlanmaya tanık oldu. Eskiden imparatorluk memurlarına ve kilisesine giden – ya da nasıl olsa onlara gidecek diye atıl bırakılan – kaynaklarla sayısız mini-devletin başkenti finanse edildi. Her başkentte mimarlar, sanatkârlar, şairler, fakihler, alimler, dervişler doyuruldu. Lüks tüketim malları ticareti patladı.
İnanır mısınız, 1200’lerde lüks parfüm, lüks ziynet eşyası, pahalı kumaş deyince Avrupalının aklına Anadolu limanları gelirdi.
Anadolu'nun o kadar çabuk Türkleşmesindeki asıl etkeni belki burada aramak lazım: kılıç değil, fırsat.
Osmanlı Devleti 16. yüzyılda egemenliğini pekiştirip Bizans'ın yoluna girince işler gene tersine döndü. Memleket Devlet gördü. 1550'leri izleyen 300 yıl boyunca Anadolu'nun İstanbul'dan yönetilen kısımlarında gene taş üstüne konmuş bir taş görünmüyor.
Tezi kanıtlayan istisna
Anadolu’nun Bizans tarafından yönetilen kısmında hayat yoktu dedik. Ya diğer kısmında?
Türklerden önceki yüzyıllarda bu memlekette büyük imar faaliyeti gösteren TEK bölge vardır, o da Van'dan Artvin’e uzanan kuzeydoğu sınır ülkesidir. Arap egemenliğinin doğuda çözülmeye başladığı devirde burada bir dizi Ermeni ve Gürcü devletçiği türemiştir. Bizans'ın askeri gücüne teslim oldukları 11. yüzyıl ortalarına dek, boylarından beklenmeyecek eserler ortaya koyarlar. Sırf Van gölü çevresinde kimine göre 100, kimine göre 300 tane heybetli manastır sayabiliyoruz, hepsi bu devirden. Artvin’in kervan geçmez köylerinde, her biri büyük metropollere yakışır heyula boyutlu kiliseler var, aynı devirden. Kars’ın hangi köyüne gitseniz yine aynı durum. Bunları yapanlar, en muktediri bugünkü Van vilayeti büyüklüğünde olan, her yirmi yılda bir amip gibi bölünen birtakım mikro-devletlerdir.
880 ile 1040 arası o bölgede onca anıtsal kilise, manastır, saray, kale yapılırken neden Bizans egemenliğindeki Anadolu'da bir tane yok? Soru bu.
“Ermenilerde var o haslet” deseniz, 880 yılı öncesinde neden yokmuş, 1040’tan sonra neden olmamış diye sorarlar.
*
Yerel yönetimi güçlendirelim derken kastettiğimiz budur işte. Mantığı sonuna kadar götürürsek merkezi devleti toptan lağvedelim dememiz gerekir. Ama ona cesaret edemeyiz; etsek de kimseyi inandıramayız. O yüzden yerel yönetim reformuyla yetineceğiz, mecbur.

10 Kasım 2010 Çarşamba

YİNE DAYANAMADIM/K...



Yine dayanamadım/k...

Bir anda beliren özlem, tutku...
Masal ülkesine doğru…
Kışın beyaz örtüsüne büründükçe ayrı bir güzelleşen, ayrı bir masallaşan halini yaşamak için...

4 yıl önce aynı vakitler gidişimizde yolculuk boyunca Can, bünyemde minik hücrelerden ibaretti, can olmaya çabalıyordu, varlığından haberim/iz bile yoktu...
Bu kez yanıbaşımızda… Ellerimizi sımsıkı tutmuş, burnumuz bol bol üşümüş olarak…

Ve Caillou izlerken hep gördüğü ama ne olduğunu tam olarak bilmediği muhtemelen geçen seneden hatırlamadığı yeni şeyler...
Kardan adam nedir?Kar nedir?
Kızakla kaymak nasıl bir şey?


Alplerin havasını solumak, soludukça çarpılmak ve tekrar tekrar solumak en büyük özlemim/iz…

Yerin apayrı…
Bir kez daha aç kollarını bize, aynı mutlulukla karşıla, yaşat ve uğurla bizi…

Daha önceleri 4.5 ay önceden alınan biletler bu kez 2 ay önceden alınınca sanki hemen yarın gidecekmişiz gibi yüreğim/iz pır pır…
En güzel kısmı da bu pırpırlar sanırım…
O kadar azalıyor ki yaşla beraber bu pırpırlar… O kadar değerli ki bu yüzden..







6 Kasım 2010 Cumartesi

Allianoi sulara gömülmesin

Homur Perşembe Toplantıları Devam Ediyor


Her Perşembe yaptığımız toplantılara bir süre ara vermiştik, gene başladık.
Tabipler Odası adına çıkartacağımız Allianoi sayısı için bir araya geldik.
Taksim Bi-Melek Cafe'de buluştuk gene...
Aramıza yeni arkadaşlar da katıldı her zaman olduğu gibi...
İşte Homur'un her geçen gün artan kadrosu;
Nevin Elitez, Diçer Pilgir, Serhat Tomur, Prof.Dr.Uğur Kaynak, Atay Sözer, İffet Diler, Canol Kocagöz, Atilla Atala, Burak Akerdem,Tolga Tüzün , İlker Ekici.

Hodri Meydan Kulesi basın bildirisi

6 Kasım 2010

HODRİ MEYDAN KULESİ ŞİRİNCE’DE AÇILDI
Nişanyan “izin almadım, almayı da düşünmüyorum” dedi.

Yazar ve otelci Sevan Nişanyan’ın İzmir’in Şirince köyünde inşa ettiği Hodri Meydan Kulesi bugün ziyaretçilere açıldı. 12 metre yükseklikteki taş kule, Şirince’nin tarihi dokusuyla bütünleşerek köyde yeni bir ilgi odağı oluşturuyor.

Kuleyi yapmak için yetkililerden izin almadığını söyleyen Nişanyan, “İzin almayı düşünmüyo-rum. 27 yılda bir köyün imar planını yapmayı beceremeyen, yaptığını da yüzüne gözüne bulaştıran adamlarla muhatap olmak abestir. Türkiye’de koruma amaçlı imar sistemi çökmüştür. Yanlış kadroların elindedir. Bu gerçekle yüzleşmek gerekiyor,” diye konuştu.

Şirince köylüsünün kendisini desteklediğini savunan Nişanyan, “Şirince köylüsü 27 yıldan beri imar terörü mağdurudur. Artık bu zulme ‘dur’ deme vaktinin geldiğine inanıyor,” dedi.

Çatısıyla beraber 12 metre yüksekliğindeki taş kulenin üstünde bir manzara terası bulunuyor. Kule ücretsiz olarak ziyaretçilere açık.



SORU-CEVAP

Aşağıdaki soruları Hürriyet Daily News’ten gazeteci arkadaşım Vercihan Ziflioğlu sordu. Ona verdiğim cevapları, hoşgörüsüne sığınarak, sizinle paylaşıyorum.


SORU: Neden kuleyi 'Hodri Meydan Kulesi' olarak adlandırıdınız? Üstü kapalı bir mesaj mı bu?

CEVAP: Kapalı değil, apaçık bir mesaj. Adamlar diyor ki mimari yenilenme alanında, turizm alanında Türkiye’de yapılmış en düzgün işlerden biri de olsa bu evleri yıkacağız. Neden yıkacağız? Çünkü bürokratik oligarşiye biat etmiyor, o yüzden yıkacağız.

Ben de diyorum ki: Nah yıkarsın!

SORU: Sevan Nişanyan neden meydan okuyor? Siz ne anlatmak istiyorsunuz kamuoyuna?

CEVAP: Bürokratik oligarşi çürümüştür. Sepetteki çürük elma gibi, bütün Türkiye’yi ve hepimizi çürütmektedir. Bununla mücadele etmek bir vatandaşlık görevidir, insanlık görevidir, onur ve vicdan görevidir. Topluma ve kendi çocuklarımıza karşı sorumluluğumuzdur.

Mücadele her alanda verilmelidir. Yalnız Genelkurmay’da, Ergenekon’da, HSYK’da, Beşiktaş Adliyesinde değil. İmar terörü de aynı zorba zihniyetin eseridir. Çöken Sovyetler Birliği kadar zalim ve ahmak bir yapının yansımasıdır.

Buna meydan okumaktan daha kıymetli ne var ki hayatta?

SORU: Şirincelilerden destek görüyor musunuz?

CEVAP: Tabii, çok içten destek görüyorum. Onlar da aynı çürümüş yapıdan mağdurlar. Birinin çıkıp “yetti gayrı” demesinden gurur duyuyorlar.

İnşallah zamanla onlar da o direnci ve cesareti gösterecekler.

SORU: Görünen o ki Sevan Nişanyan kendisinden sonraya Şirince'de bir iz bırakmak istiyor.

CEVAP: Biliyorsunuz seyahate meraklıyım. İnsanlar yüzyıllar boyunca dünyanın her köşesine ne güzel eserler bırakmışlar, gör gör doyamıyorum. İnsanın gözünü okşayan, ruhunu büyüten, ufkunu açan eserler bunlar. Göreni şu küçük hayattan koparıp daha yüksek yerlere taşıyan izler.

Bana bu hizmeti yapan insanlara karşı benim de bir borcum var diye düşünüyorum. Turist gibi bu dünyanın tadını çıkarmak yetmez. Sen de bir eser ortaya koymalısın ki yarınki kuşaklar görüp “Allah razı olsun” desinler.

SORU: Kule hakkında biraz bilgi?

CEVAP: Taş beden 9.60 metre, çatıyla beraber 12 metre. 2 Eylül’de temeli kazdık, 5 Kasım’da (bugün) bitirdik. Şirince köyünün üst ucunda, Nişanyan Evleri arazisi içinde. Tepesinde manzara terası var. Herkesin ziyaretine açık, ücretsiz. Bir şey de satmıyoruz; ticari amacımız yok.


3 Kasım 2010 Çarşamba

HOMUR, Allianoi'de


HOMUR "Allianoi" için çıkacak...
Homur bu kez de sullar altında kalacak olan dünyanın ilk hastanesi Allianoi için çıkacak... Tabipler odası için çıkacak olan Homur'a konuyla ilgili yazı ve karikatürlerinizi bekliyoruz...

TARİHİMİZE VE KÜLTÜRÜMÜZE SAHİP ÇIKALIM
ALLIANOI KARANLIĞA GÖMÜLMESİN

İzmir’in Bergama ilçesinin 18 km. uzağında, 1800 yıllık geçmişi, kaplıcasının yanı sıra köprüleri, caddeleri ve sokakları ile dünyanın (hâlâ kullanılabilir durumdaki) ilk suyla tedavi merkezi, Allianoi. Bu özellikleri ile dünyada tek örnek.
Dokuz yıl boyunca bin bir emekle yürütülen kazılarla yüzde yirmisi ortaya çıkartılabildi. Şimdi Bergama Müzesi’nde olan on binin üzerinde taşınabilir eserle ülkemiz insanının yüzakı. Arkeoloji, sanat tarihi, mimarlık, mühendislik, tıp, farmakoloji ve hidroloji tarihi bilimlerinin literatürüne girebilecek son derece önemli sonuçlar elde edildi.
2001yılında 1. derecede Arkeolojik Sit alanı ilan edilmesine, gerçek anlamda korunması için alternatif proje hazırlanarak Bakanlığa gönderilmesine, kurulan iki Akademik Bilim Komisyonu’nun raporlarında Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girebilecek değerde önemli bir ören yeri olduğuna ve su altında bırakılarak korunmasının mümkün olmadığına karar verilmesine rağmen (bu raporlar kamuoyundan gizlenerek) sayısız Akademik kurullardan birinde “ Bilim Komisyonu’nun “ raporu Koruma Kurulu’na sunularak katledilmesi yönünde karar çıkartıldı.
Mart 2001’de Allianoi’nin I. Derecede Arkeolojik Sit kararı ile koruma altına alınmasına karar veren Kurul, Ekim 2007’de çamur altında bırakılmasına hükmetti.
Ve şimdi hepimizin gözünün önünde bir tarih ve kültür katliamı yaşanıyor.
Bergama'nın ikiz kardeşi, Antik çağ tıbbının en önemli merkezlerinden Allianoi Yortanlı Barajı’na kurban ediliyor. Kurtarılması, korunması, insanlığın ortak mirası olarak yaşatılması için yürütülen bütün çabalara rağmen kuma, çamura, suya, kısacası karanlığa gömülüyor.
Sayın Kültür Bakanı; “Allianoi konusunda ciddi bir duyarlılık oluştu. Keşke bundan önceki senelerde de olsaydı.” diyor… “Mahkeme kararlarını uygularım ama baraj bitmiş yapılacak bir şey yok.” diyor… “Ben de bu konuda hassasım. İnanın. Ülkemizin her yerinde böyle çok önemli nice eser var…” diye ekliyor.
Allianoi; konuşmalar sürerken kaçak kumla, ısrarlı kurul toplantıları, hassas dengeler, cetveller ve vinçlerle karanlığa gömülüyor.
Bizi duyan var mı?
Tarım ve kültür politikalarını, varsa gözden geçirmek isteyenler neredeler?
Çiftçiyi ağır ekonomik koşullar altında ezilmeye mahkum edenler, şimdilerde suya kavuşturacağız diyerek Allianoi’u kumla gömüyorlar.
Allianoi; harçların içine gizlenen çimentoyla 50 yıl sonrasında anlaşılır denilerek!.. Allianoi; “madem ki öneminin farkındasınız öyleyse 6 ay işlemi durdurun” önerileri dikkate alınmayarak yok ediliyor.
Allianoi ilk adım!.. Hasankeyf, Munzur, Karadeniz de sırada bekliyor.
Ülkemizin; Anadolu ve Mezopotamya’nın geçmişi siliniyor.
Oysa, tarih ve kültür ülkemizin aklıdır.
Gelin, elele verelim; insana, bilgiye, aydınlığa yönelik bu katliamı hep birlikte durduralım.
Allianoi karanlığa gömülmesin.

Karikatür: Kemal Coşlu

Anayasa Sohbetleri 4 - Yerel Yönetim

Federal sistem Türkiye’de olmaz, onu bir kere geçiniz. Federasyon yapmak için federe birimlerin şöyle üçyüz beşyüz senelik bir geçmişi, bağımsız kimliği, geleneği vs. olması lazım. Federe birim varlığını ve meşruiyetini merkezi yönetimden almaz; kendi başına zaten varolan bir organizmadır. Ezelden gelen yetkilerinin bir kısmını kendi rızasıyla merkeze devreder. Var mı Türkiye’de böyle bir şey?

Birbuçuk porsiyon sistemi de iyi sonuç vermez kanımca. De ki Kürtlere özerk yönetim hakkı verdin, İskoçya parlamentosu gibi Diyarbakır’da meclis kurdun. Bir kere Türk kamuoyu böyle bir çözümü hazmetmez, kavga çıkar. İkincisi, öbür şehirler isyan eder neden bizim böyle bir hakkımız yok diye. Sonra ister istemez Diyarbakır’da zamanla başka havalar çalınmaya başlar, memleketin tadı kaçar.

İktidarı merkezden yerele yaymak istiyorsak başka bir formül bulmalı. Buyurun, bir deneme.

MADDE: Nüfusu onbinden büyük olan yerleşimlerde Yerel Yönetim kurulur. Coğrafi olarak bitişik olan yerleşimler, halk oylaması sonucu birleşerek Yerel Yönetim kurabilirler.

Memleketin yüzünü tanınmayacak şekilde – olumlu yönde – değiştirecek bir adımdır.

Özetle ne yapıyor? Yerleşim birimi (kasaba, şehir, köy) ile belediye (idari teşkilat) arasındaki organik bağı koparıyor. Vatandaşın dilediği boyda, serbestçe yerel yönetim birimi oluşturmasına imkân tanıyor. Asgari onbini mesela diye dedim. Yirmibin de olur, hatta ellibin belki daha iyidir.

Türkiye’nin güncel trendlerine uygun üstelik. On senedir memleketin her yanında böyle sentetik belediyeler kurulmakta, bilmem farkında mısınız. Antalya’da Evren ile Seki birleşti, Evrenseki oldu. Bodrum’da Gölköy’le Türkbükü birleşti, Göltürkbükü oldu. Adana’da, Samsun’da, Konya’da bir sürü Ataşehirler, Esenyurtlar, Birlikkentler bu yöntemle kuruldu.

Bence prensip olarak üst limit koymamak lazım: canları isterse on milyonluk metropoller yaratsınlar. Yahut bütün Kürdistan’ı tek belediye yapsınlar. Her ihtimale karşı siyasi anlamda sakıncalı birimlerin ortaya çıkmasını önlemek için belki şu kayıt konabilir:

MADDE: Yeni yerel yönetimler Meclis’in onayıyla kurulur.

Yani halkoyu yetmez, meclis’in de evet demesi lazım. Daha önemlisi şu:

MADDE: Bir yerel yönetim biriminde yaşayanlar, yeni yerel yönetim kurmak şartıyla ayrılabilirler.

Tercümesi: Bitişik sahada onbin kişi toplan, oylama yap, Meclisi ikna et, ayrıl. Bu silah elinde olduktan sonra sıkıysa yerel yönetim keyfî vergi salsın, zabıta terörü kursun. Yahut çöpleri toplamaktan aciz Hacı Ağa’yı hayat boyu belediye başkanı seçsin.

MADDE: Eğitim, ulaşım, sağlık ve imar hizmetlerinde birincil sorumluluk yerel yönetime aittir. Yerel yönetim ayrıca yasayla merkezi yönetime ayrılmamış olan tüm kamu hizmetlerini üstlenebilir.

Ulaşım, sağlık, imar kolay. Eğitime de geleceğiz. Okulları yerel yönetime bağlayıp, merkezi yönetime sadece standartları belirleme işini bırakacağız.

Esas hadise ikinci cümlede. Belediyenin üstlenebileceği devlet fonksiyonlarının sınırını iyice esnek tut diyor. Kendine güveniyorsa girişsin, güvenmiyorsa ya da canı istemiyorsa girişmesin. Vatandaşın da tercih hakkı olsun: az vergi az devlet, çok vergi çok devlet.

Belki daha radikal gidip, “yasayla merkezi yönetime ayrılmamış olan tüm kamu fonksiyonlarını ÜSTLENEBİLİR” yerine “... ÜSTLENİR” demek lazım, emin olamadım.

Ortaya çıkabilecek dengesizlikleri merkezi yönetim sosyal destek politikalarıyla bir ölçüde giderecektir mutlaka. Fakir belediyelere devletin bir miktar koltuk çıkmasına kimse itiraz etmez herhalde. Yeter ki işin ölçüsü kaçmasın, belediyeler devlet çiftliğine dönüşmesin.

Peki: yerel yönetim ordu kuramasın, para basamasın. Yabancı ülkelere elçi göndersin mi? Göndersin tabii. Devir değişti, Paris’in, New York’un birçok ülkede resmi temsilcisi var. İstanbul da şu Kültür Başkenti işi yüzünden yabancı ülkelere heyetler gönderdi, bürolar açtı.

Polis teşkilatı kursun mu? Olabilir, emin değilim. Alt düzey mahkeme kursun mu? Kesin şart. Güneydoğu’da herhangi bir savcıya veya hakime sorun bakalım, ahali kendi yerel duyarlıklarına yabancı olan mahkemeleri nasıl boykot ediyor.

Üniversite kursun mu? Mükemmel olur. Tapu idaresi kursun mu? Merkezin belli ölçüde denetimi yasayla sağlandıktan sonra, neden olmasın?

MADDE: Yerel Yönetimin yetkileri, halk oyuyla kabul edilen koşul ve kurallara bağlanabilir. Halk oyuna sunulacak kurallar yasaya aykırı olamaz.

ABD’de citizens’ initiative dedikleri şey bunun bir çeşididir. Kaliforniya’da 1978’de halk oyuna sunulup emlak vergilerine %1 sınırı koyan Proposition 13 ilk örneğiydi. Bir çeşit yerel anayasa hukuku oluşturmanın ön adımıdır. Misal, falan köyü, filan kasabasıyla birleşip belediye kurmadan önce belediye başkanlığının dönüşümlü olmasını şart koşabilir. Ya da belediye meclisinde en az şu kadar üyeyle temsil edileceğiz diye dayatabilir. Yahut ne bileyim, yeni liseyi X alanında kurarsak hastaneyi de Y alanında kurma şartı getirebilir.

Arada enteresan fikirler de doğabilir. Mesela federal yapıda belediyeler icat edilebilir. Evren ile Seki birleşip Evrenseki olurken diyebilirler ki biz aslında eski kimliklerimizi büsbütün kaybetmek istemiyoruz. Ayrı ayrı yerel meclisler kurup sadece bazı yetkileri ortak belediyeye devredeceğiz.

Yasayla sınırlamak gerekir ki işler zıvanadan çıkmasın, “Hacı Ağa ömür boyu belediye başkanı olacak” ya da “beş vakit namaz kılmayanlar belediye memuru olamaz” gibi öneriler gelmesin.

Müthiş bir reform olur kanımca. Yerel koşullara göre farklı nitelikte yerel yönetimlerin kurulmasına olanak tanır. Yönetimde yeni fikirlerin, değişik modellerin denenmesini sağlar. Rahmetli Mao’nun deyimiyle bin çiçek açar, bin fikir çatışır. Komşu belediyenin modeli güzel sonuç veriyorsa sen de benimsersin. Olmadı isyan bayrağını açıp o beldeye katılırsın.

*

İl ve ilçe yönetimini de unutmayalım. Sayın valimiz yeni sistemde ne iş yapacak?

MADDE: Valiler Başkan tarafından atanır ve il düzeyinde Başkanı temsil eder. Kaymakamlar Başkan’ın onayıyla Vali tarafından atanır ve ilçe düzeyinde valiyi temsil eder.

MADDE: Vali ve kaymakamlar, merkezi yönetime bağlı kamu kurum ve görevlileri arasında eşgüdümü sağlamakla görevlidir. Acil haller dışında doğrudan idari görev üstlenmezler; kamu kurum ve görevlilerine doğrudan emir veremezler.

Şaşırttım sizi, değil mi? Ama düşünürseniz en sağlıklı çözüm herhalde budur.

İstisnaları bilemem, ama bana öyle geliyor ki vali ve kaymakamlar halen Türk idari mekanizmasının en çürük halkasıdır. Kâğıt üzerinde yetkileri sonsuzdur, ama pratikte herhangi bir ciddi işe yaramazlar. Ekonomik alana müdahaleleri cehaletle karışık göz boyamadan ibarettir; genellikle fiyaskoyla sonuçlanır. Güvenlik alanına müdahaleleri polisi sinir eder. Hemen her ilde vali ile belediye başkanı kavgalıdır.

Öyleyse valileri halk seçsin? O da gerçekçi değil. Bürokratik yapının mantığına aykırıdır. Geleneğe aykırıdır. Üstelik paralel bir yetki alanı yaratıp yerel yönetimi çıkmaza sokmaktan başka sonuç vermez.

O halde gelin, Britanya’daki lords lieutenant gibi bir formül düşünelim. Direkt idari yetkileri olmasın. Dolayısıyla emir değil ikna ve uzlaşı yoluyla iş görmek zorunda olsunlar. Ama Başkan tarafından atanıp doğrudan Başkan’a karşı sorumlu olsunlar ki, gerekirse Ankara vasıtasıyla pazu gösterebilsinler. Kamuya uzun süre hizmeti dokunmuş, olgun, efendilikleriyle göz dolduran bürokratlar için ideal bir park yeri olur. Bayramlarda ve ulusal günlerde törenleri yine onlar yönetir.

Başkan ne diye sormayın şimdi, sırası gelecek.

Bölgesel yönetim?
Yazının buraya kadar olan kısmını bu işlerden anlayan bir arkadaşım okudu, “bölgesel” yönetimi gözardı etmemi eleştirdi. Avrupa Birliği’nin 1975’ten beri yürürlükte olan Bölgesel Politikasını hatırlattı, Türkiye’nin istese de istemese de buna ayak uydurmak zorunda kalacağını savundu. Meğer Devlet İstatistik Enstitüsü bu konuda kapsamlı çalışmalar yapmış, “Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun Tasarısı” veto yemiş ama 2006 tarihli 'Kalkınma Ajansları Hakkında Kanun' da bu yönde ciddi bir adımmış.

“Kim sever ellibin nüfuslu yerel yönetimi?” diye kibarlaştırabileceğim bir soruyla mevzu özetlendi.

Vallahi çok iyi bildiğim konular değil, ama bana öyle gelir ki bölgesel yapılanma bizim burada bürokratik yapıyı bir nebze rasyonelleştirmek dışında çok büyük bir amaca hizmet etmez. Bir şekilde oluşturulacak “Kürdistan” bölgesel yönetimi de, isterse 17 veya 26 bölgeden biri olsun, memlekete baş ağrısından başka şey getirmez, üzgünüm.

Küçük başla. Küçüklere büyüme şansı ver. Bekle. Daha iyi bir formül sanki.


2 Kasım 2010 Salı

DEKORASYON İŞLERİ (SALON)

Son vakitler dekorasyon işine sarmalanmış durumdayım. Ama keyifli haliyle bu kez... Şimdiye kadar bu işi hep zorunluluktan yapmışım, oysa şimdi keyifle zevkle yapıyorum. 30lu yaşın getirdiğin birşey midir bu yoksa???

Acelem yok. Herşey yavaş yavaş ilkesinden yola çıktım bu kez. En son 1,5 yıl kadar önce giriştiğim ama acele tarafından yaptığım işler elime gözüme bulaşınca ilkem yavaş emin adımlar oldu...


Dekorasyon işinde ki zevk meselesi de zamanla gelişen bir durum. Yıldan yıla mevsimden mevsime bile fark var. Zamanla daha bir oturuyor, oluşuyor. Son vakitler evime aldığım herşeyi gerçekten beğenerek severek alıyorum. Tam emin olamıyorsam ordan geri çekiliyorum...

Dün T...o nun web sayfasında görüp saniye durmadan sipariş aşamasına geçtiğim halı ve sehpalarda ise hiç duraksamadım...




Heyecanla bekliyorum yollarını...
Evimizin bir başka yeni esaslı üyesi köşe koltuğumuzla olan uyumunun merakı içerisinde bekliyorum...

Salonumuz bol bol yeni üye kabul ediyor bu aralar...
Birkaç üye daha kabul ettikten sonra nihai haline kavuşacak...
Bekliyoruz, acelemiz yok...