30 Haziran 2009 Salı

Asker Nasıl Düzeltilir?

(Taraf Gazetesi HerTaraf sayfası 28 Haziran 2009)

Birkaç ay önce “Türkiye’ye Ordu Sahiden Lazım mı?” başlıklı bir yazı yazdım, kurumun varlık nedenlerini sorguladım (HerTaraf 3 Mart 2009). Gelen tepkilerden anlıyorum ki memleket henüz bu soruyu sormaya hazır değildir. Ordu gerçekten gerekebilir, gerekmeyebilir de. Ama toplum henüz eski alışkanlıklarını atıp bu konuda düzgün fikir üretebilecek durumda değildir. Bir yerlerine el atmışız gibi haykıranları bir yana bırakın, “aferin doğru yazmışsın” diyenler de aslında neyi savunduklarını pek bilmiyorlar.

Madem öyle, geri adım atalım. Diyelim ki Silahlı Kuvvetler lazımdır, görünür gelecekte bir yere gideceği yoktur. Dolayısıyla gündem tasfiye değil reformdur. Çürümeye yüz tutmuş olan bir yapının ıslah edilerek canlandırılmasıdır.

Ütopik bir çalışma değildir bu. Tahmin ediyorum ki son belge olayından sonra Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Vaka-yı Hayriye niteliğinde bir operasyon artık neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir. Tarihte kendi ordusunu top ve tüfekle imha etmiş tek ülke olan bu ülkede, 180 küsur yıl sonra yeniden zorlu bir karar anına varılmıştır.

Bu işlemin mümkün mertebe barış ve hukuk çerçevesinde gerçekleşmesi, doğal olarak, bu ülkeyi seven herkesin temel kaygısıdır. Aksi halde doğacak arbededen herkes zarar görür. Bu yüzden yeni ve yapıcı fikirlere, çözüme yönelik önerilere her zamankinden çok ihtiyaç vardır. Bu aşamada görüş üretmek bir lüks değil, vatandaşlık görevidir.

*

Askeri konularda uzman değilim. Burada dile getireceğim görüşler benden başka kimseyi bağlamaz; hiçbir kesim veya zümrenin görüşlerini yansıtmaz. Bilenlere veya bildiğini ileri sürenlere danışmadım. Uzman geçinen bir-iki kişiyle sohbetimde de, bu kişilerin zekâ ve sağduyu seviyesi hakkında olumlu bir izlenim edinmedim.

Dilerseniz “kahvehane muhabbeti” de diyebilirsiniz, gocunmam.

Genelkurmay kurmay olmalı

1. Genelkurmay müessesesi kuruluş amacının dışına çıkmış, adeta bir başkomutanlık karargâhı haline gelmiştir. Oysa adı üstünde "kurmay", bir istişare ve koordinasyon kurumu olmalıdır.

ABD'de Joint Chiefs of Staff iyi bir örnektir. JCS Başkanı silahlı kuvvetlerin üst amiri değildir; harekât birliklerine emir veremez. Emir verme yetkisi tek başına ABD Başkanının ve ona vekâlet eden Savunma Bakanınındır. JCS başkanı, Savunma Bakanının askeri konularda baş danışmanıdır. İlginçtir ki 1914’te Almanların denetiminde Erkân-ı Harbiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) kurulduğunda da aynı mantık güdülmüştü.

Türkiye'de yapılabilecek en ciddi reformlardan biri budur. Silahlı kuvvetlerde en üst operatif birim, ordu ve donanma komutanlıkları olmalıdır. Belki ABD'deki gibi belirli amaç ve hedefler için oluşturulmuş birleşik harekât komutanlıkları da kurulabilir. Üç kuvvetin temsilcilerinden oluşan genelkurmay sadece genel politikayı oluşturan bir danışma kurulu olarak hizmet verir.

Danışma kurulunun işlevsel olması için rütbe hiyerarşisinden arındırılması şarttır. Kurul üyesi olan general ve amiraller, aralarındaki rütbe ve kıdem farkından bağımsız olarak uzmanlıklarını dile getirebilmelidir. Kurul başkanlığı sembolik bir görev olmalıdır. Bu nedenle tuğ veya tüm düzeyinde tutulması daha doğru olur. Kısa süreli (mesela altı aylık) ya da dönüşümlü başkanlık usulü benimsenebilir.

İç güvenlik ordu işi değil

2. Yurtiçi istihbarat görevleri TSK'den ayrılmalıdır. Askeri istihbaratın yetkisi dış devlet ve ordular hakkında bilgi edinmekle sınırlanmalıdır. İç istihbarat, emniyetin ve diğer iç güvenlik birimlerinin görevi olmalıdır.

Aksi halde sürekli genleşen bir "iç düşman" tanımı aracılığıyla silahlı kuvvetlerin yurt içindeki siyasi iktidar kavgalarına bulaşması engellenemez.

Terör ya da gerilla gibi iç tehditlere karşı geleneksel askeri eğitimin herhangi bir avantaj sağlamadığı açıktır. Askeri örgütlenme biçiminin temel mantığı, büyük kitleleri hızlı ve disiplinli bir şekilde sevk ve idare etmekten ibarettir. Düzensiz küçük gruplara ve bireylere karşı bu modelin faydası yoktur. Dolayısıyla iç tehditle mücadele görevinin, bu konuda istihbarat yapma yetkisiyle birlikte, ordu dışında bu iş için özel olarak yetiştirilen ya da yetiştirilecek uzman ekiplere aktarılması daha doğru olur.

Jandarmaya özgürlük

3. Jandarma TSK karşısında daha bağımsız bir yapıya kavuşturulmalıdır.

Jandarma son yıllarda profesyonelleşme ve uzmanlaşma yönünde ciddi gelişme kaydetmiştir. Bu gelişmenin mantıki devamı, jandarmanın eğitim ve özlük işleri bakımından kara kuvvetlerinden tamamen ayrılmasıdır. Çeşitli uzmanlık alanlarında daha fazla sivil kadro istihdam edilmelidir.

Fransız jandarması öteden beri Türk jandarmasının kurumsal modelidir. Oysa Fransa'da 1947'den bu yana göreve gelen Gendarmerie Nationale komutanlarının biri hariç tümü sivil kişiler olmuştur.

Jandarmanın erat ihtiyacı kısmen bugünkü gibi karşılanabilir. Ya da jandarma hizmeti askerliğe eşdeğer fakat ondan ayrı bir kamu hizmeti olarak tanımlanabilir.

Sosyal reformlar

4. Çocuk yaştan itibaren askeri yapı içinde yetişen subayların adeta kapalı bir kast zihniyeti kazandıkları ve bu zihniyeti toplumla ilişkilerine yansıttıkları görülmektedir. Bu yüzden askeri liseler kaldırılmalıdır.

Askeri kariyere ilk adımın 18 yaş sonrasına çekilmesi, toplumsal etkileri daha iyi özümsemiş, daha özgür karar verebilen, daha büyük sosyal çeşitliliğe sahip bir kadroya yol açabilir.

Harp Okulları dışında sivil üniversitelerden mezun olanların da silahlı kuvvetlerin teknik ve muharip sınıflarına – belli oranlarda – katılması teşvik edilmelidir.

5. Orduevleri ve askeri tatil kampları tasfiye edilmelidir. Bunda da amaç, askerin toplumla daha yakın temasının sağlanması ve kapalı kast zihniyetinin giderilmesidir.

Orduevi ve kamplar belki düşük rütbeli subay ve assubaylara ekonomik koşullarda tatil imkânı sağlamak amacıyla korunabilir. Ancak bu tesisler asker olmayanlara da (ücret karşılığında) açık olmalıdır. Tesis işletmesi sivil işletmecilere ihale edilerek, ordunun işlev ve formasyonuna aykırı bir yıpranma kapısı kapatılmalıdır.

Üst rütbeli subayların yurt içi ve dışında kaliteli sivil tesislerde tatil yapması özendirilmelidir. Askerin sivil ortamdaki itibarının daha iyi korunması için üst rütbeli subayların maaşı, üst düzey özel sektör yöneticileriyle kıyaslanabilir bir düzeye yükseltilmelidir. Sivil elitle aynı mekân ve alışkanlıkları paylaşan askeri yöneticilerin, bir süre sonra toplum yönetimi hakkında da onlara benzer değer ve görüşleri benimseyecekleri muhakkaktır.

Sonuç

Erdoğan hükümeti 2003'te çıkardığı Yedinci Uyum Paketi ile son derece önemli üç değişikliğe imza atmıştı. Bunların birincisiyle MGK'nın statüsü ve yetkileri yeniden düzenlenmiş, ikincisiyle askeri harcamalar Sayıştay denetimi kapsamına alınmış, üçüncüsüyle de askeri mahkemelerin barış zamanında sivil kişileri yargılama yetkisi kısıtlanmıştı. İkinci ve üçüncü hususlar henüz gerçek anlamda hayata geçirilemese de, bu reformlar kanımca Ak Parti iktidarının bugüne dek aldığı en radikal ve en kalıcı kararlar arasındadır.

Yıllardan beri ertelense de sonuçta gündeme gelmesi kaçınılmaz görünen anayasa reformu, bu kararları daha ileri götürmek için çok değerli bir fırsat olabilir.

Yukarıda önerdiğim düzenlemelerin bir kısmı bile gerçekleşse Türkiye daha rasyonel bir kamu düzenine ve daha özgür bir geleceğe doğru hatırı sayılır bir adım atmış olacaktır.

24 Haziran 2009 Çarşamba

4.Gün: İtalya Yollarında

İsviçre-Almanya karışımında 3 gün geçirdikten sonra 4.gün İtalya yollarına düşmek üzere kalkıldı. İlk hedef “Lago di Como” yani Como Gölü, onun öncesinde de Lugano Gölünü şöyle bir görelim dedik. Ne de olsa yolumuzun üzeri, bir şekilde gösterecek kendini…
İsviçre'den İtalya'ya geçer geçmez bizi karşılayacak olan iki göl... Ardından da Milano'ya varış...
ITALIA ON PLATE
Ancak bu göllerin öncesinde kendini gösteren bir göl vardı ki bize, varlığından hiç haberimiz dahi yoktu. Hepsini görmüş olduktan sonra ki kararım en güzelinin ve etkileyici olanının o olduğuydu. İsviçre sınırlarından çıkmadan boğazı andıran yükseklikten baktığımızda içimizin ürpermesi, korkuyla karışık hayranlık duygusu, lunaparkta gondoldayken en tepeye çıkış anı… Göl olamaz, deniz bu diyorum, rengine, ışıltısına vurulup… Beyaz yelkenliler tamamlıyor görüntüyü, kenarında ise yeşilin her tonu ve güzelim Sisikon köyü…LUCERNE LAKE
SISIKON
Sessiz sakin, kimsecikler yok, oysa göl kenarında bir karavan kampı var. Boş da değil, karavanlar duruyor sıra sıra. Sırtında bebeği, trekking yapan bir baba giriyor kareye… Arkadan ise annesi ve büyük çocuk yürüyor. Hayranlık beslemeden edemiyorum bu aileye. Anne incecik, gencecik, iki çocuklarıyla kamp kurmaya gelmişler, doğada yürüyüşlere çıkıyorlar… Güzelim Lucerne gölünün huzurlu eteklerindeler… LUCERNE LAKE
Karavan da yaşamak nasıl olur acaba diye kafada bir soru işareti ve İsviçre’ye bir daha gelmek için bahaneler uydurulması…
Eşime böbürlenerek daha bu göl ne ki sen hele Como gölünü gör diyorum, en güzel manzaranın ve gölün o olduğunu o an henüz bilmeyerek. Como gölünü herkesten duymuşuz, üzerinde o kadar konuşulmuş, İtalyanlardan bile tavsiye alınmış ama sanırım bu tavsiyeleri ve övgüleri yapanlar İsviçre’yi görmemiş olmalılar. Evet güzeldi Como'da Garda'da ama Lucerne’nin bize yaptığı etkiyi yapamadı hiçbiri, sönük birer yıldız olarak yerlerini aldılar hafızamızda Neden yoktu aynı etki? Bir kere köy havası yoktu o göllerin kıyılarında. Lucerne çevresinde ise İsviçre köyleri bütün saflıklarıyla duruyorlardı. Como'da ise bizim boğazda yalılar nasıl boğaz manzarasını yer yer kaplamışsa Como gölünde tamamen kaplanmıştı. Gerçi gölün güzelliği yukardan kuşbaşı bakıldığında ortaya çıkıyordu ama fena mı olurdu küçük İtalyan köylerinde sokaklar arasında dolaşabilseydik.
LAGO DI COMO
2-3 saatlik yolu durup kalkmalar, gezip dolaşmalar, Can’ın uykusu gelip huysuzlaşmaları ile 6-7 saatte alınca Como gölünün etrafını dolaşmaya başladığımızda saat 9a geliyordu. Işığın son demlerinde çekebildiğimiz kareler olduğuna seviniyoruz.
THE CHURCH AT COMO

Como'ya varışımız aslında saat 18.00 civarıydı. Otopark fişini aldığımızda saat 18.30. İtalya'da yoğun işlek yerler haricinde akşam 8e kadar park ücretli, sonrasında ise ücretsiz çoğu mavi ile çizilmiş park yerlerinde... Como'da dolaşalım dedik önce, şehrin merkezini turladık. Akşam olmuş, cafeler, publar dolup taşıyor, canlılık var. Benim gözüme bir oyuncakçıda ki Şirinler takılıyor. Bayılarak seyrettiğim, çizgi romanlarını takip ettiğim çizgifilmin karekterlerini seviyorum uzaktan.
SMURFS

Yemek yiyip Como gölünün tavsiye edildiği gibi etrafını arabayla gezelim diyoruz ama vakit de dar, hava kararıyor. Bir müddet gidip, durup seyredip sonra hadi geri dönelim, istikamet Milano. Otele vardığımızda Can çoktan uyumuş.
Yarın Milano'dayız. Aynı zamanda İtalya'da bir bayramın kutlamaları varmış.

Can'da bu kutlamalara eşlik edip İtalyan abi ve ablalarıyla gitar konseri verecek sizlere:)
LEARNING PLAY GUITAR

21 Haziran 2009 Pazar

Boy değil işlev önemli (Liechtenstein İzlenimleri)

(Taraf Gazetesi HerTaraf sayfası, 21 Haziran 2009)


Geçenlerde yolumuz Liechtenstein’a düştü. (Biliyorsunuz öyle bir ülke var.) Fırsattan istifade birkaç kitap da okudum, Liechtenstein Tarihi, Anayasa tartışmaları ve yeni anayasa süreci, prens ailesinin şeceresi, vs. Notlarımı sizinle paylaşayım dedim.

Onbir köy, sağlam banka


Ülke nüfusu yirmibeşbin, bizim Selçuk kadar. Ama yüzyıllardan beri bağımsız, egemen, tam teşekküllü bir devlet. Şimdiki prensin ceddi bundan 300 yıl önce Türk harplerinde iyi para kazanmış. Ne olur ne olmaz, bir gün lazım olur diye ufak bir prenslik satın almış. Napolyon harpleri sırasında da şık birkaç hamleyle bağımsızlıklarını tescil ettirmişler. Başkent bağlar bostanlar arasında avuç kadar bir köy. Ayrıca on köy daha var.

Refah yerinde. Dünyada galiba kişi başına sanayi üretimi en yüksek olan ülkeymiş. Kişi başına milli gelir bakımından üçüncü ya da dördüncü. Üç büyük banka var, üçünün de reytingi AAA, yani “dünya batar bunlar batmaz” gradosunda. (Bizde birkaç yıl önce birileri eksi B’den galiba BB’ye çıkınca davul zurnayla bayram edilmişti, hatırlarsınız.)
Meclis önündeki anıt - Foto: Aynur D.
Her tarafı inanılmaz derecede uçuk ve esprili heykellerle donatmışlar. Meclis binasının önünde: sandalyelerin üstüne çıkıp feci bir ciddiyetle ahkâm kesen dört tane göbekli adam ve kadın abidesi. Tunçtan.


Silahsız kuvvetler

Ordusu yok. En son ikiyüz yıl önce Tirol isyanı sırasında eylem görmüş, 1868’de lağvedilmiş. 1938’de Alman Nazileri miting görüntüsü altında ülkeyi istila etmeye kalkmışlar, sınırda biraz arbede itiş kakış olmuş, sokmamışlar. Sonra Prens gidip Hitler’le görüşmüş, iş tatlıya bağlanmış.

Eğer diplomatik güç dünya forumlarında sözünü dinletme gücü ise, sanırım Liechtenstein Türkiye’den daha güçlü bir ülke. Düşünürseniz sebebi de basit. Silah zoruyla sözünü uzun boylu dinletemezsin: korkudan ya da şaşkınlıktan bir süre dinler görünseler de gerçekte seni hor görürler, boş bulunduğun an birleşip tepelerler. Oysa akılla, mantıkla, bilgiyle, sağduyuyla konuşursan eninde sonunda herkes sana saygı duyar; sesin her yerden işitilir; ummadığın yerlerde ummadığın adamlar bir bakarsın senin sözcün ve hamin olmuşlar.

Hem silahlı hem bilge olmak mümkün müdür? Sanmıyorum, Yeşilçam filmlerinde olur ancak. Silah zoruyla saygınlık talep etmenin büyük riski budur: aklı, mantığı, bilgiyi ve sağduyuyu köreltir. Nasıl olsa güç bende, başka şey lazım değil hezeyanına kapılırsın. Zulmü hak sanırsın. Ak değil karadır diye dayattığın adamlar boyun büküp “hee ağam, hem de kapkara” dedikçe onlara inanmaya başlarsın. Hakikat duygunu yitirirsin. Hakikat duygusunu yitirmemeye çalışan insanları hor görürsün. Ahmaklaşırsın.

Onun için zekâ da silahsız adamlardadır. Akıl ve bilgi de, sağduyu da. Başka çareleri yoktur çünkü.

Millet ayrı devlet ayrı

Milliyetçi düşüncenin temel tezlerindendir. Derler ki büyük bir millete ait olma duygusu insanlara iyi gelir. Psikolojiyi güçlendirir, kişiliği geliştirir; çorba gibi, kana kuvvet göze fer verir. Doğru değildir tabii (yoksa Yahudiler neden diğer herkesten daha akıllı olsun?). Ama velev ki doğru da olsa, Liechtenstein’lının o konuda bir eksiği yok. Öz be öz Alman. Alman diliyle, tarihiyle, kültürüyle haşır neşir. Kendini Alman sayıyor. Bununla “gurur duyanlar” da tahminimce çoğunluktadır.

Ama ulus başka şey Devlet başka şey, aralarında bir bağ kurmanın mantıkî bir gerekçesi yok ki? Almanız diye neden Berlin’deki birtakım politikacılar tarafından yönetilsinler? Kel alaka? Alman olunca illa Alman üniversitesine gitmek, Alman şirketinde çalışmak, Alman marka buzdolabı almak gerekmiyor, neden Alman devleti kullansın? “Ulusdevlet” dedikleri işin saçmalığını Liechtenstein gibi yerde daha net görüyorsun.

Hükümet binası - foto: Aynur D.Ayrıca Devletlerini sevmek ve saymak konusunda bir sıkıntıları olduğunu da sanmıyorum. Devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nden epey daha eski tarihi var. Nefis bir anayasası var. Vergiler düşük. Hukuk güçlü. Hükümet binası bonbon gibi bir tarihi ev. Prens fevkalade medeni, sevimli bir adam, üstelik Avrupa’nın şahsa ait en müthiş sanat koleksiyonlarından birine sahip. Böyle Devletim olsa ben bile sevmez miyim?


Bölücü anayasa

1921 Anayasasının birinci maddesi, “Liechtenstein iki bölge ve onbir köyden oluşan bölünmez ve ayrılmaz bir bütündür” dermiş. Onbir yıl sürüp 2003’te noktalanan müthiş bir anayasa tartışmasından sonra, Prensin önerisi doğrultusunda, bu maddeyi anayasadan çıkarmışlar. Yerine ne koymuşlar? Şimdi sıkı durun. Madde 4.2:

“Her bir köyün [Gemeinde, yani “tüzel kişilik sahibi yerleşim”] Devlet birliğinden ayrılma hakkı saklıdır. O köyde oturan seçmenlerin çoğunluğunun oyuyla ayrılma süreci başlatılabilir. Ayrılma koşulları yasayla veya [Liechtenstein devletiyle imzalanacak] bir uluslararası antlaşmayla belirlenir. Antlaşma halinde, antlaşma müzakerelerinin sonuçlanmasından sonra yeniden halk oyuna başvurulması şarttır.”

Ne diyor? Ben seni zorla burada tutamam, ayrılmak istiyorsan ayrıl, ama bunu edebinle yap, gel otur benle konuş anlaş diyor. O kadar.

Prens II. Hans-Adam güçlü kişilik sahibi bir zat, ciddi bir entelektüel ve sanırım dünyanın en ileri fikirli devlet başkanlarından biri. “Oligarşi” adını verdiği ekonomik ve siyasi seçkinlere karşı temel hak ve özgürlüklerin korunmasını savunan güçlü fikirler ileri sürmüş. Baştan beri, dünyanın her yerinde, herhangi bir kimliği olan HER coğrafi birimin kendi kaderini tayin hakkını savunmuş. Karşılıklı rızaya ve sözleşmeye dayalı birlikteliklerin daha sağlıklı olacağına dair mutlak bir inancı var. Bu yüzden sanırım Avrupa Birliğine de karşı çıkıyor. “Muhafazakâr anarşizm” diyebileceğimiz bir çizgiye sahip. Ki bana uyar.


İstemezük

Yine prensin ısrarıyle anayasaya ekledikleri 13.3 maddesi var, evlere şenlik:

“En az 1500 seçmenin gerekçeli önergesiyle Prens aleyhine güvensizlik oyu istenebilir. Bunun üzerine Parlamento ilk oturumunda halk oyuna başvurma kararı vermekle mükelleftir. Halkoyunda güvensizliğe karar verildiği takdirde Hanedan Meclisi [hükümdarlık ailesi meclisi] izlenecek olan yolu en geç altı ay içinde Parlamentoya bildirir.”

Özetle diyor ki, istediğiniz zaman hükümdarı reddedersiniz. Halkoyunda reddedilmiş birinin tahta oturmaya devam etmesi zordur doğal olarak. Ama yerine oğlu mu amcaoğlu mu geçecek, yoksa prensliği bırakır gider miyiz, ona da müsaadenle biz karar verelim diyor.

İşin güzeli Prens ailesi Liechtenstein devletinden ücret almıyor; devlet hazinesinden en ufak geliri yok. Aksine, eskiden zaman zaman kendi ceplerinden devleti finanse ettikleri olmuş. Avusturya’da, Çek Cumhuriyetinde ciddi mülkleri, yerli ve yabancı şirketlerde payları var. Yani canları isterse “hadi bize eyvallah” deyip çekip gitme özgürlüğüne sahipler.

Bizdeki duruma bakarsanız, herhalde bir ülkede özgürlüğün bundan daha büyük bir güvencesi olamaz gibi geliyor bana. Yalnız senin padişahı kovma serbestliğinin olması yetmez: padişahın da akıbetinden korkmadan çekip gitme özgürlüğü olacak ki medeni insanlar gibi oturup konuşabilesin; o kovma hakkı gerçek olsun, lafta kalmasın.


Ne istiklal ne ölüm

Yine 2003 anayasa değişikliğiyle mahkemelere hakim atama düzenini değiştirmişler. Hakimleri, hükümete danışmak şartıyla Prens belirliyor. Parlamento da onaylıyor. Onaylamaz da Prens de ısrar ederse halkoyuna başvuruluyor. Hakimlerin yerli malı olacağına dair bir şart yok. Gitmişler Avusturya’nın, İsviçre’nin en iyi hukukçularını bulup hakim yapmışlar. Prensip olarak bir TC vatandaşı da pekala Liechtenstein’de sulh hakimi veya yargıtay başkanı olabiliyor.

Polis teşkilatı 1933’te kurulmuş. Başta 7 (yedi) olan polis sayısı 2007 itibariyle 130’a çıkmış, onların da çoğu yabancıların işlediği üst düzey organize işlere bakıyor. Yerel hapishanede kısa süreli 14 mahkûm, Avusturya’daki daha güvenli hapishanede ise uzun süreli 22 mahkûm yatıyormuş. Mahkûm yatırmak için prenslik Avusturya’ya para ödüyor.

Aklıma gelen sorulan şunlar. 1) Bu Liechtenstein misakı milli sınırları içinde tam bağımsız bir devlet midir? 2) Öyle olması veya olmaması iyi midir? 3) Liechtenstein vatandaşları anti-emperyalist olmak isteseler ne yapmaları gerekir?

18 Haziran 2009 Perşembe

3. gün Almanya-KONSTANZ

Bugün yolumuzun çok güzel yerlerden geçeceğini bilemeden uyandık, aşağıda fırında pişmekte olan harika çöreklerden de haberimiz yoktu. İsviçrelilerin pazar sabahı kahvaltılarında yaptıkları geleneksel bir ekmek aslında. Onların isimlendirmesiyle ZOPF. Dün yatılı misafirliğe gelen İsviçreli Rahel, sabah erkenden kalkıp yapmıştı. Başka türlü mayalı hamur işi nasıl yetişsin kahvaltıya. Kahvaltıda bayıla bayıla yenildi. Bilhassa eşim tarafından. Kulağa fısıldanan al bunun tarifini yaparsın gidince ısrarıyla tarifi alındı. Ancak dün akşam evde ki mayanın bozulmuş olduğu farkedilince elenen unla kalakalındı. İlk fırsatta yapılıp tarifle birlikte paylaşılacak. İncelikleri çokmuş, özel unu varmış, o yüzden bizim unlarla yapabilmenin garantisi yok. Ama deneyeceğiz ve paylaşacağız. Şimdilik soğuması için arka bahçeye çıkarılan çöreğin görüntüsüyle yetinelim.
ZOPF

Geçen gelişimizde Schengen vizemiz olmadığından Almanya tarafına geçememiş olmaktan dolayı içimizde kalmış demek ki, bugün yine Almanya tarafına geçtik. Ama bu sefer alışveriş etmek için değil, gezmek için...
KONSTANZ
Bu görüntülerle mest oldum ben... Uzun uzun yürüdük, yine güzel fotoğraflar çekebilmenin mutluluğu. Objektifin baktığı yer yön güzel...
KONSTANZ II
Güneşli pırıl pırıl bir hava var. Köyümüzden 15-20 km gidiyor gitmiyoruz karşımızda Konstanz... Sokaklar, merkez cıvıl cıvıl, yürüyüş yapanlar ve illa ki bisiklete binen maaile burada...
BIKE FAMILY IN GERMANY
Ben şu çocukların arkaya takıldığı mini karavan-bisiklet buluşunu çok sevdim. Bizim memlekette hiç yok bundan. Neden!!! Çünkü bisiklete binmiyoruz, binemiyoruz. Adamlar bisikletler için ayrıca yol yapmışlar, biz yürüyüş yolunu zor buluyoruz, arabalar kaldırımları bile işgal etmiş durumdayken nerede bisiklet yolu bulmak!!!

OOOO PINAR HANIMLARDA BURDAYMIŞ!
Biz hayıflana duralım, bizi sokak çalgıcıları karşılıyor. Bir nebze unutuyoruz derdimizi.
-Oooo, Pınar Hanımlarda burdaymış, wilkommen sie efenim wilkommen sie!

TIRED BIKERS
Yorgun bisikletçiler, güneşin altına uzanmış dinleniyorlar. Ne keyif ama!!!


Yürüyüşe devam, Bodensee gölü boyunca. Göl demeye dilim varmıyor, deniz güzelliğinde, koyu mavi bir renk, kıpır kıpır, tertemiz...Çıkarıyorum ayakkabılarımı ve göle inen merdivenlerden doğru suya dokunduruyorum ayaklarımı. Tekrar gelebilelim dileğiyle...
KONSTANZ-BODENSEE LAKE

Burada yaşlanmak istiyorum birden...
Hadi eve dönme vakti diyor eşim. Yarın sabah İtalya'ya yolculuk var...

OLD AGE

15 Haziran 2009 Pazartesi

SESSİZLİĞİN SESİ: BERLİNGEN'DE 1. GÜN

Gözümü açtığımda köyümüze gelmişiz...
BODENSEE LAKE
Aynı bıraktığımız gibi. Klise çanlarıyla selamlıyor bizi yine. Ama değişen bir şeyler var, yemyeşil olmuş her yer, orman gürleşmiş, üzüm bağıymış meğerse şurası... Bodensee gölü meğerse maviymiş. Öncekinde lacivert griydi sanki. Berlingen
Şimdi anladım, aylardan Ocak değil, Haziran… İlginçtir, önceki gelişimizde de yine bir ayın sonunda gelip diğer ayın ilk haftasının sonunda geri dönmüşüz. Aralık’dan Ocağa geçerken bu sefer Mayıstan Haziran’a geçmek var.


Derken misafir olacağımız eve varmışız, üstelik GPS olmadan. Büyük gurur yaşıyoruz… Guest House

İsviçre bayrağı selamlıyor bizi…

Burada her evin önünde bayraklar dalgalanıyor. Sadece İsviçre bayrağı da değil, bir yandan da Turgau kantonunun bayrağı olan yeşil sarılı ejdarha çiftli olan bayrak var… SWISS FLAG
Evimizin bir tarafı ormana bir tarafı göle bakıyor.

Uykusunu almış, yeni bir eve gelmiş Can var karşımızda, anne baba ise uykusuz ve de bitkin.
Üstelik içinde merdiven bulunan bir ev!!! Olamaz. Sürekli çıkılıp inme turları, Can oğlum düşeceksin dur! Durulmaz, anne baba peşinde, aman düşmesin!
Uyku, oturmak, uzanıp dinlenme hissi ve merdivenler…
Bizim için ayrılmış orman manzaralı oda, rahat yatak, özel banyo&wc. Aşağıda nefis bir kahvaltı masası. Öte yanda ise merdivenler…
Ev içinde rahat yok, haydi doğru bahçeye! Kahvaltılar sırayla edilecek. Babaya öncelik verdik. Bahçedeyiz Can paşa ile… Burada da bitmez yaramazlıklar. Evin çevresindeki taşlar, kanalizasyon ızgarasından atılmaya başlanır. Karşı komşunun köpeğine doğru koşulur, köpek kaçar, bizimkisi kovalar, illa kuyruğundan yakalayacak. Oradan uzaklaştırmaya çalışılır bu sefer aşağıdaki komşunun at çiftliğine girilir. Atlara uzanılır, korkan anne kaptığı gibi kaçar, Can kıyameti koparır, neden atlara dokunamamıştır?! Atın huyu suyu bilinmez, sahibi ne der bilinmez.
Soluk bu sefer klisenin parkında alınır…
Biraz rahata erilir.

Orman’a giderken ki küçük göl buz tutmuştu, şimdi yeşilliğini gösteriyor, meğerse ne çok balık barındırıyormuş içinde…
Mini Lake

Nereye baksak yeşil, mavi karşımı bir manzara. Gözlerimiz hasret kalmış böylesi görüntülere…
Korna gürültüsü yok, su sesi var, ağaçların hışırtısı, kuş sesleri…
Water Voice at sunset
Konuşurken bile sesini yükseltemiyor insan. Can dur gitme oğlum diye seslenemiyorum bile, sessizlikten utanıp. Sesim çıkamıyor.
O kadar güzel geliyor ki sessizliği bozan suyun sesi, ağaçların hışırtısı ve kuş sesleri…
Gün sona eriyor... Bu anı fotoğraflayabilmenin mutluluğu, günün yorgunluğunu silip atıyor. Yerine "-iyi ki gelmişiz, iyi ki gelmişiz" nidaları...
Sunset in Berlingen

Getir bir tarih, milli olsun!

Bayılıyorum bu “tarihçiler incelesin” ayaklarına! Paşam mıntıka teftişinde gene bir vatan hainliği bulmuş, basıyor zile emir veriyor “oğlum getir iki çay biri açık olsun” havalarında.

Mütekait komutanlardan, “Muhtıra” müellifi Yaşar Paşa Heybeliada Ruhban Okulunun 1844’te kurulduğunu duymuş bir yerden, kapısında bile yazıyormuş hatta. E Milli Güvenlik dersinden hatırlıyoruz aşağı yukarı o yıllarda ne olmuştu? Tanzimat Fermanı ilan edilmişti. O neydi? Vatan hainliğinin bir soft çeşidiydi, çünkü Avrupalıların beğeneceği bir işti, üstelik içimizdeki “Yabancı”lara Türk’ün o engin hoşgörüsünün sınırlarını feci halde zorlayan birtakım haklar vermişti. Demek ki? Demek ki Heybeliada Ruhban Okulu emperyalizmin yurdumuz üzerindeki gizli bir oyunudur. Türk Ordusu müteyakkızdır, bu tür oyunlara gelmez. Gerekirse gider bombalar, karışamazsın. Çağırır tarihçileri, “Araştır bakayım bu ne biçim iş hem Tanzimat ilan ediyorlar hem ruhban okulu açıyorlar, casus masus olmasınlar” diye şak diye emreder, tak diye araştırıp getirirler.

“Tarihçi”den kastettiği herhalde Murat Bardakçı gibi şeylerdir. Normal tarihçi olsa “sen işine bak aga” der geçer çünkü.

*

Bu ülkede 150 sene gecikmeyle de olsa Yeniçeri Ocağını çökertmeyi başarmışlar. Hemen peşinden memleket, tarihin en büyük çağdaşlaşma hamlelerinden birine girmiş, yüzelli senelik gecikmeyi telafi etmeye çalışmış, modern vatandaşlık hukukunun temellerini atmış, medeni ülke olmasına ramak kalmış.

Yalnız Türkler değil tabii, Rumlar da 1839’dan sonra kendi “Tanzimatlarını” yaşamışlar. Babadan kalma usullerle papaz yetiştirmeyi bırakalım, adam olalım diye Avrupai tarzda papaz mektebi açmışlar, adamakıllı üniversite düzeyinde eğitim vermişler. Heybeliada Okulu işte odur. 1971’de askerî yobazlık yüzünden kapatıldı. Aynı nedenle halâ kapalı.

*

Ben Putin’in güvenlik danışmanı olsam patrona Türkiye için ne önerirdim biliyor musunuz?

1. NATO üyesi olan Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik olası bir güç projeksiyonuna karşı Güneydoğu bölgesinde sürekli huzursuzluk çıkar; Diyarbakır kolordu mıntıkasını karıştır;

2. Kafkasya’da Amerikan destekli Türk egemenliği ihtimaline karşı Türk-Ermeni dostluğunu önle;

3. Ege’nin iki yakası arasında işbirliğini engellemek için Kıbrıs meselesini sürekli kaşı; Akdeniz’e çıkış yolumuz açık kalsın;

4. Rus Ortodoks kilisesinin dış etkilere maruz kalmaması için İstanbul’daki Ekümenik Patriklik makamını yıprat.

Komploysa al sana komplo. Yaşar Paşa’nın kariyerinde parlaması da Diyarbakır kolordu kumandanlığı görevindeydi, değil mi?

11 Haziran 2009 Perşembe

YOLCULUK

READY TO GO


Sonunda yolculuk günü geldi çattı,
İlk defa bir gezi öncesi böylesine heyecan duyuyorum.
Ama tuhaf bir heyecan bu.
Sınava girecek öğrenci telaşı gibi…
O kadar hazırlanmışım ki,
Uçak biletini çok önceden almak, arabayı gitmeden kiralamak, tatilin planını yapmak, gidilecek yerleri tespit etmek, otelleri seçip rezervasyon yapmak, sonra vize işlemleri, aman eksik belge olmasın, git gel olmasın. Her şey tamam.
Peki ya bir şeyler yolunda gitmezse bulutları dolaşıyor kafamda.
En önemlisi ise Can ile yolculuğa gidiyor olmak beni heyecanlandıran.
Ya hasta olursa, ya oralarda bakamazsak, ilk defa uçağa binecek, nasıl tepki verecek, konforlu bir yolculuk olacak mı?
Gideceğimiz adresi bulabilecek miyiz? Uykusuz yolculuk yapmak nasıl olacak? Bir şey unutur muyuz giderken? Can ne yiyecek yolda, ne giydirsem, yanıma ne alsam?

Bavul hazırlamaktan nefret ediyorum. Kendim için olsa hiç problem değil, Can'ın bir şeyi eksik olmasın stresi var üzerimde. Birşey unutsak sanki gittiğimiz yerde alamazmışız gibi. Öyle de oldu zaten...
Orada hava nasıl olacak? İsviçre soğuktur, İtalya sıcak, her ikisini de düşünmek gerek. Giysileri, ayakkabıları seç, uygun çantada olmalı. Ama bavulum bunu kabul edecek mi, bavulum kabul etse, uçak ne diyecek, sökül paraları, çok kilolusun mu diyecek bizim bavula… En iyisi alma bir şey, git ordan al iç sesi. Sustur şu şeytanı, abartmadan seç, geri bırak şunları. İsviçre’dekilere götürülecek hediyeler tamam mı? Yeterli mi? Bir şeyler daha alsak mı? Aman unutmayalım kimseyi… Tamam artık bitti, kapatıyorum, veriyorum sınav kağıdını hocaya...

Vakit geldi, eşyalar arabaya yerleşti, Can paşa uyandırılmadan kucaklandı, son bir kez daha bakarak evimize, biraz da hüzünle, kapı çekildi yavaşça, sağ sağlim dönebilmek, evimizi de eksiksiz bulabilmek dilekleriyle…
Havalanına gelene kadar uyanmadı Can, öyle bir saatte gitmişiz ki, bagajları kolayca verip, hiçbir yerde bekletilmeden uçakta bulduk kendimizi, meğer önceliği varmış çocuklu ailelerin, ilk biz yerleştik uçağa. Önceden ipod a yüklenen, sevilen çizgi filmler yolculuk ve tatil boyunca hayatımızı kurtardı diyebilirim. Bir süre çizgi film seyrettik, hiç korku ya da ağlama yaşamadık. Sonra da babasının kucağında uykuya dalış… Oysa benim hayallerimde daha zor olacaktı bu kısım.

Derken anons sesi, alçalıyoruz, kemerlerimizi bağlayalım. İniş kısmı nasıl olacak acaba?

Uçaktan en son biz çıkıyoruz, hatta herkes çıktıktan bir süre sonra. Can terlemiş, üstünü değişmek gerek, toparlanamıyorum bir türlü, uçak ekibi bizi bekliyor. Neyse yine hiç bir yerde beklemeden havalanındayız. Bagajları, çocuk arabasını alıp, pasaport kontrolden de geçtikten sonra karşımızda Europcar ofisi. Önceden arayıp o saatte birileri bulunacak mı dediğimde evet cevabını almıştım ama kimsecikler yoktu, ben birilerine sorayım derken görevlinin kapıdan gelmesi bir oldu. Dilimde sorular, biz bu arabayı çaldırırsak ne olacak? Kaza yaparsak ne yapacağız? Görevli İtalya'ya geçeceğimizi duyunca, arabadaki Europcar yazısını çıkaralım, görmesinler diyor. Hırsızların daha bir gözdesi oluyormuş nedense.

Çocuk koltuğunu monte ediş, eşyaları yerleştirişin ardından yeni bir rahatlama, 2.sınav bitti sanki... Şimdi ki hedef Berlingen, üstelik GPS imiz de yok daha, nasıl olacak bu iş. Önce Zurich yeşil tabelası takip edilecek, ardından Fraunfeld, sonrası gelecek zaten… Basel’den hareket ediş, ya kaybolursak düşüncesi, önce bir tereddüt yaşayıp acaba şuradan mı girecektik otobana deyip, geri dönüş, sonra doğru yoldaymışız ohh deyiş, rahatlama ve bastıran uyku... Dur ve etrafa baksana Pınar, gün doğuyor, temiz havayı içine çeksene… Olmadı, sınav bitmiş artık, uyku galip…

10 Haziran 2009 Çarşamba

DÖNDÜK AMA HİÇ DÖNESİMİZ OLMADAN...

DSC01306_resize

VENICE

SISIKIN SWISS
10 gün o kadar kısa bir süreydi ki bu tatil için, bu yüzden ben ne İtalya kısmına doyabildim, ne de İsviçre kısmına. Tek başına İsviçre olsa bile doyacak değildim zaten. İtalya ise ayrı muamma…

Bu geziyi ülkelere göre ayırarak anlatmak en doğrusu sanırım. Gezinin bir de Almanya tarafı vardı, üstelik 2 gün gibi ciddi bir paya da sahipti ancak Almanya’yı İsviçre ile aynı grupta saymak yerinde olur. Bizim gördüğümüz benzer oldukları idi.

Benim için masal ülkesi İsviçre. Bunu bir kez daha anladım. Tatil yapmak için çok güzel bir ülke de, yaşamak nasıl olur acaba diye de düşünmedik değil, tatilin sonunda. Bu konuyu ayrı bir başlıkta irdelemek istiyorum. Yurtdışında yaşayan bir Türk olmak, hayatının başlangıcını Türkiye’de yapıp, sonrasında gurbete çıkmak… Araf’da kalmak, yabancılık hissi… Apayrı ve derin bir konu bu…

2 Haziran 2009 Salı

Halaskâr Gazi

(Taraf 2 Haziran 2009)

Ağır irtica kokan bir kelime: iki kez İslami referanslı, üstelik Güzel Türkçemizin fonetiğine kökten aykırı. Siz hiç Halaskârgazi kelimesini doğru telaffuz eden taksi şoförüne rastladınız mı? H kalın l ince s kalın k ince g kalın söylenecek, ilk a kısa, sonraki üç a uzun. Yok mudur milleti bu eziyetten kurtaracak bir çağdaş yaşam şeysi diye düşünüyor insan.

Ulu Önder biliyorsunuz hayatı boyunca belli aralarla isim değiştirmeye meraklıydı. Önce Mustafa’ydı, sonra Kemal oldu. 1921’de Meclis kararıyla Gazi unvanını aldı. Bundan sonraki 13 yıl boyunca adı hemen her yerde Gazi Hazretleri diye geçer, diğer isimleri neredeyse hiç telaffuz edilmez. 1925-27’de Halaskâr eklenir, olur Halaskâr Gazi Hazretleri. Sonra bilmediğim nedenlerle bu ad terkedilir. Şişli Caddesinin adı, cumhurreisinin İstanbul’u ziyareti onuruna Temmuz 1927’de düzeltilmiştir; o kalır.

Halâs Arapça. Esas anlamı “arınma, temizlenme, aklanma”, ikincil olarak “bir kirden veya sıkıntıdan veya tehlikeden kurtulma.” İhlas’ın geçişsiz halidir, edilgen anlamlı bir masdardır. Yani halâs OLUNUR, biri veya bir şey halâs edilmez. Dolayısıyla buna Farsça kâr (“eden”) ekleyip “kurtarıcı” anlamını yüklemek dil hatasıdır, zorlamadır. Osmanlıcada halaskâr diye bir terkip olduğunu sanmıyorum. 1910’ların başında ordu bünyesinde birdenbire zuhur eden bir siyasi neolojizmdir. 30’lar olsaydı kurtulgan derlerdi mutlaka. Kurtulgan Savaşman Anayolu mu dediniz?

Aklı başında insanlar bir yıldan beri bu caddeye Hrant Dink Caddesi adını veriyor. Size de tavsiye ederim, öyle deyin. Mektup gönderecekseniz öyle gönderin; birkaç kez geri gelir sonra alışırlar. Taksiciye öyle söyleyin. Anlamazsa hayret edin, “karşının şoförü müsün” diye kılçık yapın. Telaffuzu da Türkçe fonetiğe nisbeten daha uygun. Bir-iki yıla tutmazsa şaşarım.