(Taraf Gazetesi HerTaraf sayfası, 21 Haziran 2009)
Geçenlerde yolumuz Liechtenstein’a düştü. (Biliyorsunuz öyle bir ülke var.) Fırsattan istifade birkaç kitap da okudum, Liechtenstein Tarihi, Anayasa tartışmaları ve yeni anayasa süreci, prens ailesinin şeceresi, vs. Notlarımı sizinle paylaşayım dedim.
Onbir köy, sağlam banka
Ülke nüfusu yirmibeşbin, bizim Selçuk kadar. Ama yüzyıllardan beri bağımsız, egemen, tam teşekküllü bir devlet. Şimdiki prensin ceddi bundan 300 yıl önce Türk harplerinde iyi para kazanmış. Ne olur ne olmaz, bir gün lazım olur diye ufak bir prenslik satın almış. Napolyon harpleri sırasında da şık birkaç hamleyle bağımsızlıklarını tescil ettirmişler. Başkent bağlar bostanlar arasında avuç kadar bir köy. Ayrıca on köy daha var.
Refah yerinde. Dünyada galiba kişi başına sanayi üretimi en yüksek olan ülkeymiş. Kişi başına milli gelir bakımından üçüncü ya da dördüncü. Üç büyük banka var, üçünün de reytingi AAA, yani “dünya batar bunlar batmaz” gradosunda. (Bizde birkaç yıl önce birileri eksi B’den galiba BB’ye çıkınca davul zurnayla bayram edilmişti, hatırlarsınız.)
Her tarafı inanılmaz derecede uçuk ve esprili heykellerle donatmışlar. Meclis binasının önünde: sandalyelerin üstüne çıkıp feci bir ciddiyetle ahkâm kesen dört tane göbekli adam ve kadın abidesi. Tunçtan.
Silahsız kuvvetler
Ordusu yok. En son ikiyüz yıl önce Tirol isyanı sırasında eylem görmüş, 1868’de lağvedilmiş. 1938’de Alman Nazileri miting görüntüsü altında ülkeyi istila etmeye kalkmışlar, sınırda biraz arbede itiş kakış olmuş, sokmamışlar. Sonra Prens gidip Hitler’le görüşmüş, iş tatlıya bağlanmış.
Eğer diplomatik güç dünya forumlarında sözünü dinletme gücü ise, sanırım Liechtenstein Türkiye’den daha güçlü bir ülke. Düşünürseniz sebebi de basit. Silah zoruyla sözünü uzun boylu dinletemezsin: korkudan ya da şaşkınlıktan bir süre dinler görünseler de gerçekte seni hor görürler, boş bulunduğun an birleşip tepelerler. Oysa akılla, mantıkla, bilgiyle, sağduyuyla konuşursan eninde sonunda herkes sana saygı duyar; sesin her yerden işitilir; ummadığın yerlerde ummadığın adamlar bir bakarsın senin sözcün ve hamin olmuşlar.
Hem silahlı hem bilge olmak mümkün müdür? Sanmıyorum, Yeşilçam filmlerinde olur ancak. Silah zoruyla saygınlık talep etmenin büyük riski budur: aklı, mantığı, bilgiyi ve sağduyuyu köreltir. Nasıl olsa güç bende, başka şey lazım değil hezeyanına kapılırsın. Zulmü hak sanırsın. Ak değil karadır diye dayattığın adamlar boyun büküp “hee ağam, hem de kapkara” dedikçe onlara inanmaya başlarsın. Hakikat duygunu yitirirsin. Hakikat duygusunu yitirmemeye çalışan insanları hor görürsün. Ahmaklaşırsın.
Onun için zekâ da silahsız adamlardadır. Akıl ve bilgi de, sağduyu da. Başka çareleri yoktur çünkü.
Millet ayrı devlet ayrı
Milliyetçi düşüncenin temel tezlerindendir. Derler ki büyük bir millete ait olma duygusu insanlara iyi gelir. Psikolojiyi güçlendirir, kişiliği geliştirir; çorba gibi, kana kuvvet göze fer verir. Doğru değildir tabii (yoksa Yahudiler neden diğer herkesten daha akıllı olsun?). Ama velev ki doğru da olsa, Liechtenstein’lının o konuda bir eksiği yok. Öz be öz Alman. Alman diliyle, tarihiyle, kültürüyle haşır neşir. Kendini Alman sayıyor. Bununla “gurur duyanlar” da tahminimce çoğunluktadır.
Ama ulus başka şey Devlet başka şey, aralarında bir bağ kurmanın mantıkî bir gerekçesi yok ki? Almanız diye neden Berlin’deki birtakım politikacılar tarafından yönetilsinler? Kel alaka? Alman olunca illa Alman üniversitesine gitmek, Alman şirketinde çalışmak, Alman marka buzdolabı almak gerekmiyor, neden Alman devleti kullansın? “Ulusdevlet” dedikleri işin saçmalığını Liechtenstein gibi yerde daha net görüyorsun.
Ayrıca Devletlerini sevmek ve saymak konusunda bir sıkıntıları olduğunu da sanmıyorum. Devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nden epey daha eski tarihi var. Nefis bir anayasası var. Vergiler düşük. Hukuk güçlü. Hükümet binası bonbon gibi bir tarihi ev. Prens fevkalade medeni, sevimli bir adam, üstelik Avrupa’nın şahsa ait en müthiş sanat koleksiyonlarından birine sahip. Böyle Devletim olsa ben bile sevmez miyim?
Bölücü anayasa
1921 Anayasasının birinci maddesi, “Liechtenstein iki bölge ve onbir köyden oluşan bölünmez ve ayrılmaz bir bütündür” dermiş. Onbir yıl sürüp 2003’te noktalanan müthiş bir anayasa tartışmasından sonra, Prensin önerisi doğrultusunda, bu maddeyi anayasadan çıkarmışlar. Yerine ne koymuşlar? Şimdi sıkı durun. Madde 4.2:
“Her bir köyün [Gemeinde, yani “tüzel kişilik sahibi yerleşim”] Devlet birliğinden ayrılma hakkı saklıdır. O köyde oturan seçmenlerin çoğunluğunun oyuyla ayrılma süreci başlatılabilir. Ayrılma koşulları yasayla veya [Liechtenstein devletiyle imzalanacak] bir uluslararası antlaşmayla belirlenir. Antlaşma halinde, antlaşma müzakerelerinin sonuçlanmasından sonra yeniden halk oyuna başvurulması şarttır.”
Ne diyor? Ben seni zorla burada tutamam, ayrılmak istiyorsan ayrıl, ama bunu edebinle yap, gel otur benle konuş anlaş diyor. O kadar.
Prens II. Hans-Adam güçlü kişilik sahibi bir zat, ciddi bir entelektüel ve sanırım dünyanın en ileri fikirli devlet başkanlarından biri. “Oligarşi” adını verdiği ekonomik ve siyasi seçkinlere karşı temel hak ve özgürlüklerin korunmasını savunan güçlü fikirler ileri sürmüş. Baştan beri, dünyanın her yerinde, herhangi bir kimliği olan HER coğrafi birimin kendi kaderini tayin hakkını savunmuş. Karşılıklı rızaya ve sözleşmeye dayalı birlikteliklerin daha sağlıklı olacağına dair mutlak bir inancı var. Bu yüzden sanırım Avrupa Birliğine de karşı çıkıyor. “Muhafazakâr anarşizm” diyebileceğimiz bir çizgiye sahip. Ki bana uyar.
İstemezük
Yine prensin ısrarıyle anayasaya ekledikleri 13.3 maddesi var, evlere şenlik:
“En az 1500 seçmenin gerekçeli önergesiyle Prens aleyhine güvensizlik oyu istenebilir. Bunun üzerine Parlamento ilk oturumunda halk oyuna başvurma kararı vermekle mükelleftir. Halkoyunda güvensizliğe karar verildiği takdirde Hanedan Meclisi [hükümdarlık ailesi meclisi] izlenecek olan yolu en geç altı ay içinde Parlamentoya bildirir.”
Özetle diyor ki, istediğiniz zaman hükümdarı reddedersiniz. Halkoyunda reddedilmiş birinin tahta oturmaya devam etmesi zordur doğal olarak. Ama yerine oğlu mu amcaoğlu mu geçecek, yoksa prensliği bırakır gider miyiz, ona da müsaadenle biz karar verelim diyor.
İşin güzeli Prens ailesi Liechtenstein devletinden ücret almıyor; devlet hazinesinden en ufak geliri yok. Aksine, eskiden zaman zaman kendi ceplerinden devleti finanse ettikleri olmuş. Avusturya’da, Çek Cumhuriyetinde ciddi mülkleri, yerli ve yabancı şirketlerde payları var. Yani canları isterse “hadi bize eyvallah” deyip çekip gitme özgürlüğüne sahipler.
Bizdeki duruma bakarsanız, herhalde bir ülkede özgürlüğün bundan daha büyük bir güvencesi olamaz gibi geliyor bana. Yalnız senin padişahı kovma serbestliğinin olması yetmez: padişahın da akıbetinden korkmadan çekip gitme özgürlüğü olacak ki medeni insanlar gibi oturup konuşabilesin; o kovma hakkı gerçek olsun, lafta kalmasın.
Ne istiklal ne ölüm
Yine 2003 anayasa değişikliğiyle mahkemelere hakim atama düzenini değiştirmişler. Hakimleri, hükümete danışmak şartıyla Prens belirliyor. Parlamento da onaylıyor. Onaylamaz da Prens de ısrar ederse halkoyuna başvuruluyor. Hakimlerin yerli malı olacağına dair bir şart yok. Gitmişler Avusturya’nın, İsviçre’nin en iyi hukukçularını bulup hakim yapmışlar. Prensip olarak bir TC vatandaşı da pekala Liechtenstein’de sulh hakimi veya yargıtay başkanı olabiliyor.
Polis teşkilatı 1933’te kurulmuş. Başta 7 (yedi) olan polis sayısı 2007 itibariyle 130’a çıkmış, onların da çoğu yabancıların işlediği üst düzey organize işlere bakıyor. Yerel hapishanede kısa süreli 14 mahkûm, Avusturya’daki daha güvenli hapishanede ise uzun süreli 22 mahkûm yatıyormuş. Mahkûm yatırmak için prenslik Avusturya’ya para ödüyor.
Aklıma gelen sorulan şunlar. 1) Bu Liechtenstein misakı milli sınırları içinde tam bağımsız bir devlet midir? 2) Öyle olması veya olmaması iyi midir? 3) Liechtenstein vatandaşları anti-emperyalist olmak isteseler ne yapmaları gerekir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder