29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayramınız Kutlu Olsun!



Sabah bayramlık giysilerimi giyip annişle babişimin elini öpmek, tüm sevdiklerimle bayramlaşmak, bir yandan yine bu bayram bozduk rejimi diye düşünüp öte yandan anneannemin kendi elleriyle yaptığı cevizli baklavayı arka arkaya lüpletmek, babaannenin kalem gibi sardığı dolmaları mideye indirmek, tüm akrabaları ziyaret etmek, herkesin hal hatırını sormak varken bu bayramı prensimle kukumav kuşları gibi geçireceğiz, gurbetlik zor ama önemli olan gönüllerimizin bir olması öyle di mi?
Hepinizin Ramazan ve Zafer Bayramı'nı en içten dileklerimle kutlarım!

Bugün bayram!

Çok severim Barış Manço'nun bu şarkısını, hüzün batındırmakla beraber içinde, yine de bir bayram havasi sezilir.

Aynen bu aralar bizler gibi.

Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki
Yalnız sen anlarsın
Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın

Bugün bayram erken kalkın çocuklar
Giyelim en güzel giysileri
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi

Sen yaz

28 Ağustos 2011 Pazar

Bugünkü Noni: Tostoparlak :P

Sen cafe/restaurant tanıt üstüne nur topu gibi bir post yap olacak iş değil valla :)
2-3 gündür kafam kazan gibi neden diye soracak olursanız beynimin içinde çın çın çınlayan bir ses bana beşşşş sekizzzz ellisekizzz, beşşş sekizzz ellisekizzz hadi yavrum altmışa gelmekteyiz diyor!
Laa laaa laaa hayır duymak istemiyorum kiloları laa laaaa!!!
Hıı hı doğru bildiniz yakın zamanda tartıldım ve acı gerçekle karşılaştım. Gidişatım çok kötü bu yüzden ciddi anlamda rejime girmeliyim, giriyorum, sanırım bu sefer kararlıyım evet kesin girdim.
Girdim deeee... Obur bir boğa hatunu olarak tatlıya nasıl dur diyeceğim orası tam bir muamma işte!
Neyseki etrafım çiroz yavruşkalarla dolu da onlar beni birazcık kamçılıyorlar :) Şrakkk!
Kilolardan sonra ikinci şikayet bölgesine geçiyorum. Hazır mıyız :)
Şu sıralar böyle değişik saç örgülerine bayılıyorum ama maalesef kendi saçıma uygulayamıyorum çünkü benimkiler çok KISAAAA! Saçımı kestirdiğim için erken erken bir pişmanlık duygusu sardı beni. Hele sabahları benim için tam bir kabus, hepsi tepede toplanmış tam bir top kafa olarak güne merhaba diyorum, her yer tostoparlak maşallah!
Oturup 1 yıl uzamasını beklemekten başka yapacak birşey yok maalesef! Böyle güller çiçeklerle kısa saçı gözüme şirin göstermeye çalışıyorum.Napalım kendim kaşındım!


Topyekün günaydın herkese :)

Uilliam's

Evimizin bir alt sokağında yeni bir restaurant açıldı; Uilliam's. Ne zaman önünden geçsek tıklım tıklım dolu olunca var bunda bir keramet dedik. Rezervasyonla bir gün sonrasına yer bulabildik ve haftasonu denedik. Benim gördüğüm Moskova genelinde mekanların oldukça kasvetli olması ama burası hiç öyle değil, ortam çok keyifli. Dileyen içeceğini alıp ön kısımda minderler üstünde oturuyor ve piyasa yapıyor ;) Kalabalık olmasına rağmen servis hızlı, zaten mutfak önde olduğu için yemeğinizin ne zaman çıkacağını görüyorsunuz. En önemlisi İngilizce bilen "güleryüzlü" garsonlar var ;) Salataları güzel, ana yemekleri ise idare eder. Ama keyifli bir akşam geçirmek isterseniz denemeye değer ;)
Adres: Ulitsa Malaya Bronnaya, 20a
Tel: +7 (495) 650 64 62

27 Ağustos 2011 Cumartesi

De ki Bandırma vapuru yolda battı

(Yanlış Cumhuriyet'ten bir bölüm aktarıyorum. 1994'te yazıldı, 2008'de yayımlandı.)

Milli Mücadele olmasa, Türkiye bağımsızlığını kaybeder miydi?

Türk devletinin bağımsız varlığına son verilmesini öngören bir talep veya tasarıya, ne İtilaf devletlerinin Dünya Savaşı yıllarındaki gizli paylaşım anlaşmalarında, ne Mondros mütarekenamesinde, ne Sèvres antlaşmasında, ne de Batılı devletlerin resmi deklarasyonlarında veya sonradan açıklanmış belgelerinde rastlanmaz.

Dünya Savaşı galipleri, 1914-1923 döneminde Türkiye'ye ilişkin bir dizi farklı senaryoyu gündeme getirmişler, çeşitli ihtimaller üzerinde durmuşlardır. Bu tasarıların ortak noktası, Türkiye'den bazı toprakların ayrılması ve geri kalan bağımsız Türk devletinin icra kabiliyetinin çeşitli askeri, ekonomik ve hukuki kayıtlarla kısıtlanmasıdır. Farklı senaryolar arasında Türkiye açısından en kötüsünü temsil eden Sèvres antlaşması ile en iyilerinden birini temsil eden Lausanne antlaşması, sadece kaybedilen arazinin miktarı ve uygulanacak kısıtlamaların niteliği açısından farklılık arzederler.

*
Bu dönemde Türkiye'ye karşı kamuoyu önünde en katı tavrı sergileyen ülke İngiltere olmuştur; Türkiye'nin fiilen işgali veya paylaşılması kararlaştırıldığı takdirde bu kararı uygulayabilecek durumdaki tek devlet de budur. Dolayısıyla Türkiye'yi yoketme kararının İngiltere'nin onay ve desteği olmadan alınması mümkün değildir.

Oysa,

a)   İngiltere'nin ne savaş esnasında ne de savaşı izleyen dönemde, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan topraklar üzerinde, resmen veya örtülü olarak ifade edilmiş bir toprak talebi olmamıştır.

b)  Yarı-bağımsız bir Türkiye üzerinde kurulacak İngiliz manda veya himaye rejimi de, İngiliz hükümetince mütarekeden itibaren defalarca ve kesin bir dille reddedilmiştir. (Ancak İngiltere, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında müttefik devletler denetiminde bir uluslararası rejim kurulmasını savunmuştur.)

c)   Zayıflamış ve küçülmüş bir Türkiye'nin uzun vadede İngiltere'nin "kucağına düşeceğine" ilişkin bir beklenti eğer bazı İngiliz çevrelerinde varolmuşsa, bunun bugüne kadar herhangi bir belgesi keşfedilmiş değildir.

Uluslararası durum ve emsaller
Emperyalist devletlerin 1918'de Türkiye'nin bağımsız varlığına son vermeyi tasarladıklarına ilişkin inanış, sanırım gerek Türkiye'nin konumuna, gerekse dönemin uluslararası dengelerine ilişkin bazı yanlış kanılardan kaynaklanmaktadır. Olaylara daha global bir bakış, Batı'nın tasarıları hakkında bize daha sağlıklı bir perspektif sağlayacaktır.

1. Birinci Dünya Savaşının sonu, 19.cu yüzyıl emperyal politikalarının tüm dünyada çözülmeye başladığı dönemdir.

Batı ülkelerinin savaş nedeniyle içine düştükleri korkunç mali, askeri ve ideolojik/manevi zaaf, koloni halklarının fırsattan yararlanarak direnişe geçmelerine zemin hazırlamıştır: 1919'un ilk yarısında Mısır, Irak, Suriye, Hindistan, Afganistan ve Güney Afrika'da anti-kolonyal hareketler görülecektir. Kolonyalizme öteden beri karşı olan ABD'nin dünya politikasında ağırlık kazanması (ve bir ölçüde, Bolşevik devriminin etkisi), bu eğilimleri hızlandırmıştır.

İngiltere ve Fransa'nın, koloni imparatorluklarını yönetme ve savunma maliyetlerini kaldıramayarak, köklü tasarruf tedbirlerine gitmeleri de bu döneme rastlar. Bütçelerdeki sıkışmayla beraber, koloni harcamalarının kısılmasını – hatta kolonilerin tümden tasfiyesini – talep eden sesler, İngiliz ve Fransız parlamentolarında ağırlık kazanır. Çekilme süreci hemen sonuca ulaşmayacaktır; ancak İkinci Dünya Savaşını izleyen günlerde kolonyal imparatorlukların yıldırım hızıyla tasfiyesinin ilk adımları bu yıllarda atılmıştır.

Kolonyal sistemin ıslahı, barış konferansının en önemli konularından birini oluşturmuştur. ABD'nin öncülüğü, İngiltere ve Fransa'nın yarı-gönüllü desteğiyle, "geri" ülkeler için Milletler Cemiyeti mandası, himaye, ortak-yönetim gibi yeni yönetim biçimleri aranmıştır. Sonuçta bu arayışlardan önemli bir sonuç çıkmamış olsa da yönelim açıktır: savaşın galibi olan devletlerin dahi, eskisi gibi keyfi bir yayılma siyaseti izlemeleri iradesi ve imkânı artık kalmamıştır.

2. Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla İngiltere ve Fransa’nın, Orta Doğu'da muazzam bir yeni imparatorluğa konduğu doğrudur. Ancak imparatorluklar çağının bu son büyük yayılma hamlesi, öncekilerden çok farklı bir karaktere sahiptir.

İngiltere, ele geçirdiği ülkelerde – Irak petrolleri ve Süveyş kanalı üzerindeki denetimini güvenceye almak dışında – kalıcı bir yönetim kurmayı denememiştir. Irak, 1922'de yapılan antlaşmayla bağımsız ve hükümran bir krallık olarak tanınmış, ancak 20 yıl süreyle askeri ve mali konularda İngiliz denetimini öngören himaye rejimi kurulmuştur. Anlaşma süresinin bitmesi beklenmeden, 1932'de Irak'a tam bağımsızlık verilecektir. Mısır'ın bağımsız krallık statüsü 1922 Allenby deklarasyonuyla teyit edilmiş; ülkedeki İngiliz askeri varlığının 1936 yılına kadar peyderpey tasfiye edilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. Filistin'de Musevi-Arap çatışması nedeniyle İngiliz yönetimi daha aktif bir idari rol oynamaya zorlanmıştır, fakat tatmin edici bir yönetim modeli oluşturmadan 1948'de ülkeyi terkedecektir. Hicaz'da ise, birkaç askeri danışman ve kısıtlı para yardımı dışında İngiltere'nin kayda değer bir rolü olmamıştır. Hicaz krallığı 1926'da çöktüğünde, İngiliz yönetimi kılını bile kıpırdatmayacaktır.

Sadece Suriye'de Fransızlar daha kapsamlı bir kolonyal yönetim kurma yoluna gitmişlerdir; ancak bunun da görünen nedeni, 1918-20 yıllarında oluşan Suriye milli hükümetinin, İngilizlerce körüklendiği sanılan birtakım direniş denemelerine girmesidir. 1927'de Fransız yönetimi yerel temsilcilerden oluşan bir Kurucu Meclis toplanmasına izin vermiş, 1936'da ise Suriye'ye bağımsızlık tanımayı kabul etmiştir (Daha sonra İkinci Dünya Savaşının çıkması nedeniyle bu antlaşma ancak 1946'da uygulanabilmiştir.)

Adı geçen yerler, unutmamalı ki, 400 ila 700 yıldan beri yabancı egemenliği altında ve devlet teşkilatından yoksun olarak yaşamış, devlet olmanın asgari altyapısına (örneğin orduya, donanmaya, ciddi bir polis teşkilatına, vergi toplama sistemine, tapu kayıtlarına, idareci yetiştiren yüksek okullara, bunları kuracak yetişmiş kadrolara) sahip olmayan ülkelerdir. Osmanlı'nın yoktan var edilmiş birkaç geri vilayeti üzerinde dahi doğrudan yönetim kurmaktan kaçınan İngiltere ve Fransa'nın, yüzlerce yıllık imparatorluk geleneğine, yönetim kurumlarına, az çok tecrübeli elit kadrolara, köklü bir orduya ve hükümran devlet ideolojisine sahip Türkiye gibi bir ülkeyi, halkının arzusu hilafına yönetebileceğini sanması için bir neden görünmemektedir.

3. Üstelik Suriye, Filistin, Hicaz ve Irak, Dünya Harbi sırasında savaşarak ele geçirilmiş, geleneksel tabiriyle "fethedilmiş" yerlerdir; savaş sonu itibarıyla fiilen İngiliz askeri işgali altındadır. Mısır ise 1880'lerden beri zaten İngiliz kontrolündedir. Bu ülkelerde tartışma mevzuu, yabancı yönetimin nasıl kurulacağı değil, nasıl ve hangi koşullarda çekileceğinden ibarettir.

Türkiye'de durum farklıdır: 1918 mütarekesi Misak-ı Milli sınırlarında imzalanmıştır. Ateşkesten sonra Türkiye'yi kalıcı bir şekilde ele geçirmek için İngiltere ve müttefiklerinin yeniden ciddi bir savaşı göze almaları gerekir. Oysa dört yıl boyunca tarihin en anlamsız katliamlarından birine tanık olan Avrupa kamuoyunun (ve o savaşta tükenen Avrupa ekonomilerinin) böyle bir maceraya izin vereceği çok şüphelidir. 1919 yazında İngiliz orduları hemen bütünüyle terhis edilmiştir. Savunma bütçesi 1918'de 800 milyon sterlin düzeyinden 1922'de 111 milyon sterline indirilmiştir. Savaş sırasında son sınırına kadar zorlanan İngiliz maliyesi, 1920'de ülke tarihinin en büyük krizlerinden birine girmiştir. Bu koşullarda İngiltere'nin Türkiye için yeni bir savaşı göze alacağını düşünmek, hayalperestlik olur.

4. Kaldı ki – ve işin püf noktası budur – Türkiye'nin böyle bir çabaya değecek bir stratejik mal varlığı yoktur. Emperyalist ülkelerin Türkiye'ye sahip olma hayaliyle kıvrandığını varsaymak, bu anlamda, objektif gerçeklerden ziyade milliyetçi duygu ve hayallere tekabül etmektedir.

Irak o tarihte yeryüzünün bilinen en büyük petrol rezervlerine sahiptir; üstelik İran ve Kuveyt petrollerinin denetimi için de Irak kilit konumdadır. Britanya imparatorluğu için can damarı değerindeki Süveyş Kanalı Mısır’dadır. Hicaz, Müslümanların kutsal mekânlarını barındırır. Fransızların Suriye ile ilgilenmesi de, Kerkük petrollerini ele geçirme planının bir parçası olarak gündeme gelmiştir; Kerkük'ü İngilizler "kaptıktan" sonra dahi, Suriye Kuzey Irak petrollerinin Akdeniz'e ulaşım yolu üzerindeki stratejik önemini korumuştur.

Ele geçirilip yönetilmesi birtakım yeni kurulmuş Arap ülkelerine oranla sonsuz ölçüde daha zahmetli ve pahalı olan Türkiye, bu zahmetin karşılığında istilacı güçlere nasıl bir fayda vaadedebilir?

Türkiye'nin petrolü yoktur. Kayda değer – uğruna savaşmaya değecek – başka yeraltı veya yerüstü zenginliği de yoktur. Türkiye'nin dünya dengeleri açısından en önemli stratejik avantajı Rusya'nın güneyinde aşılması güç bir tampon oluşturmasıdır. Ancak bu işlevi bağımsız ve dost bir Türkiye, parçalanmış, veya yabancı işgaline uğrayarak iç mücadelelere düşmüş, veya Batı'dan düşmanlık gördüğü için Rusya'ya sığınmak zorunda kalmış bir Türkiye'den daha iyi yerine getirebilir.

Amaç ticari pazarlar açmaksa, Türkiye zaten 1838'den 1913'e kadar İngiltere ve Fransa'ya hemen hemen tamamiyle açık bir pazar olmuştur. Ve buna rağmen bu ülkelerin ticaretinde ciddi bir yer edinmeyi başaramamıştır. Toplam yıllık cirosu en iyi ihtimalde 30-35 milyon sterlini aşmayacak bir pazarı ele geçirmek ve elde tutmak için emperyalist devletlerin katlanabileceği askeri masraf ne kadardır? Kaldı ki pazar açmak için ülkelerin fethedilmesi gerektiği fikri, Marksistlerin teorik evreni dışında pek taraftar bulabilmiş bir düşünce değildir. Örneğin siyasi bağımsızlığı bir hayli sağlam olan Fransa'nın, İngiliz mallarının dış pazarı olarak bu tarihte Türkiye'nin yaklaşık elli katı bir payı vardır. Bağımsız milletlerin seve seve satın aldıkları malları zorla satmak için Merzifon'a ve Maraş dağlarına ordular sevketmenin mantığını kavramak ise kolay değildir. Ayrıca Türkiye'de aklı başında bir bağımsız devlet olsa, Türk pazarını İngiliz mallarına kapatmak için ne gibi bir mantıklı nedeni olabileceği de meçhuldür.

Sonuç: Türkiye'yi neden zayıflatmak istediler?
İtilaf devletlerinin savaştan sonra Türkiye'ye karşı takındıkları düşmanca tavır, Türkiye'nin devlet olarak varlığına son vermekten çok, ülkeyi hırpalamaya, zayıflatmaya, yıpratmaya, cezalandırmaya, yıldırmaya yönelik bir politika olarak değerlendirilmelidir. Günümüzden örnek vermek gerekirse, Körfez savaşından sonra Irak'a, başka vesilelerle Libya'ya, İran'a, Sırbistan'a uygulanan müeyyideler akla gelecektir: uluslararası düzeni tehdit eden bir ülkenin "canının acıtılması" hedeflenmiştir. [Bu makalenin 1994’te yazıldığını hatırlatayım – SN 2011]

Bu tutumun gerekçesini anlayabilmek için, Türkiye'nin Jön Türk ihtilalinden beri içine girmiş olduğu tutumu hatırlamak gerekir.

Türkiye, 230 yıllık bir fasıladan sonra, İttihat ve Terakki yönetimi altında tekrar fetih hayallerine kapılmıştır. Enver Paşa Azerbaycan'ı ve Turan'ı istila etmeye kalkışmış; Mısır'dan Afganistan'a, Bakû'dan Bingazi'ye uzanan bir alanda Türk ajanları Batı çıkarlarına karşı terör ve sabotaj eylemlerine girişmişlerdir. Dünyaya meydan okuyan bir milliyetçilik anlayışı Türk yönetici sınıflarını etkisi altına almıştır.

Ülkede Batılıların mal varlıklarına el konmuş, alacakları dondurulmuş, sözleşmelere dayalı hakları feshedilmiştir.

Devletin Hıristiyan vatandaşlarına karşı uygarlık tarihinin az tanık olduğu bir tasfiye kampanyası açılmış, milyonlarca insan evlerinden ve yurtlarından sürülmüştür. Harp sırasında bu kampanyanın insanlık dışı boyutlar kazandığına inanılmaktadır.

İşte bu niteliklere sahip, saldırgan ve fanatik bir rejim İngiltere ve Fransa'ya karşı açtığı savaşta hezimete uğrayıp çöktükten sonra dahi, Türkler, Batı ile bir uzlaşma ve işbirliği arayışı başlatacakları yerde, yeniden bir meydan okuma havasına girmişlerdir. 1919 başlarından itibaren eski rejimin kalıntılarının siyasi ortama hakim olmaya başladığı, orduyu terhis etmeyi reddettiği, Anadolu'da bir direniş hareketi örgütlediği haberleri gelmeye başlamıştır. Karadeniz'de "kılıç artığı" Rumların düzensiz çetelerin saldırısına uğradığı, Kilikya'da tehcirden dönen Ermenilerin silahlı direnişle karşılaştıkları rapor edilmektedir. Musul'da İngiliz yönetimine karşı, Teşkilat-ı Mahsusacıların önayak olduğu sanılan bir Kürt ayaklanması patlak vermiştir. Mısır ve Hindistan'da 1919'un ilk aylarında filizlenen anti-kolonyal hareketlere İttihatçı Türklerin destek olduğundan kuşkulanılmaktadır.

İtilaf devletlerinin yardımıyla İstanbul'da örgütlenmeye çalışan muhalefet, ortama hakim olmakta tamamen başarısız kalmış, kısır siyasi çekişmelere gömülerek inisyatifi yeniden İttihatçılara terketmiştir.

Durumu İtilaf devletlerinin bakış açısından değerlendirebilmek için, Birinci Dünya Savaşı yerine İkincisini, Türkiye yerine Almanya'yı ve İttihat ve Terakki yerine Nazi Partisini koymayı deneyelim. Savaşın bitiminden altı ay sonra, acaba savaşı başlatan rejimin kalıntıları Almanya'da yeni bir liderlik altında toparlanarak işgal kuvvetlerine karşı bir direniş hareketi başlatsalardı sonuç ne olurdu? Almanya'nın taşrasında Nazi’lerce kışkırtılan kişilerin Yahudilere eziyet etmeyi sürdürdüğü duyulsa; Nazi eğilimli Alman basını Adenauer ve Brandt'ı "vatan haini" ilan eden kampanyalar açsa; eski rejime ait gizli silah depolarının ülke içlerine kaçırıldığı tesbit edilse; Alman yönetiminin gizlice Sovyetlerle anlaşıp müttefik işgaline karşı silahlı direnişe geçmeyi tasarladığı haber alınsa, acaba İkinci Dünya Savaşı galipleri nasıl bir tepki gösterirlerdi?

Almanların savaştan sonraki teslimiyet tavrına oranla, Türk tepkisinde etkileyici, hatta trajik bir kahramanlık ögesi bulunduğunu inkâr edemeyiz. Ancak sonuçta Almanya'nın mi, Türkiye'nin mi seçtiği yoldan daha kârlı çıktığı ayrı bir konudur.

SURİYE'DE ÇİZERE SALDIRI



KENDİ DURUMUNU ANLATTIĞI SON ÇİZGİSİ !




Suriye’nin ünlü muhalif karikatür sanatçısı Ali Ferzat maskeli kişilerin saldırısına hedef oldu. Kaçırılan sanatçı, komaya sokuluncaya kadar dövüldükten sonra Şam yakınlarında bir yol kenarına atıldı
Suriye’nin en tanınmış siyasi karikatüristi Ali Ferzat’ı kaçıran bir grup maskeli saldırgan ünlü karikatüristin ellerini kırdı. Ferzat, perşembe sabahı saat 04’te Şam’da bir caddede silahlı ve maskeli bazı adamlar tarafından sürüklenerek 4x4 bir araca bindirildi. Araç havaalanına giden yolda ilerlerken, içerde Ferzat’ı dövdüler ve, ‘Ellerini kıracağız ki, bir daha çizemeyesin’ dediler. Ve her iki elindeki kemiklerini kırdılar. Sakalını yaktılar ve başına bir torba geçirip yol kenarına atarken de ‘Bu sadece bir uyarıydı. Çizmeye devam edersen ellerini keseriz’ dediler. Ferzat hastanede yatarken, Associated Press (AP) haber ajansına konuşan yakınları saldırganların kimliklerini bilmediklerini ama bu adamların iktidar tarafından yönlendirildiğinden şüphelendiklerini söylediler. Nedeni ise Ferzat’ın Esad rejimini ve rejim karşıtı gösterileri bastırma politikalarını açık bir şekilde eleştirmesi.



•Vatan Gazetesi'nden alınmıştır..




"Bu saldırıyı kim yapmıştır?" sorusu üzerine fazla kafa yormaya gerek yok... Ali Ferzat kendine saldıranları sürekli olarak çiziyordu zaten... Yukarıdaki iki örneğe bakmanız yeterlidir...




Bu Mudur? Budur!

Moskova'da heryerde, her sokakta öyle güzel arabalar karşıma çıkıyor ki! Bir hafta favorim Maserati oluyorsa, öteki hafta Jaguar'a dönüyor. Jaguar'ın papucunu dama atan ise Mercedes CL 500 oldu! Anahtar teslim fiyatı €240.000 ;) Arabalarda mat siyah renge bayılırdım ama şimdi fikrimi değiştirdim mat gri kesinlikle çok daha cool!
Uuuu baby come to mama :)

Nasıl ama muhteşem di mi!!!

25 Ağustos 2011 Perşembe

Twigs & Honey

Elimde değil! Anneannemin sandığından çıkmış gibi, bu zamana ait olamayacak kadar romantik, böyle uçuş uçuş ve pastel tonlarda olan herşeye bayılıyorum! Buna saç aksesurları da dahil! Ama haksız mıyım lütfen söyleyin bana ;)
Bu birbirinden romantik saç tokası, taç ve gelin duvakları Twigs & Honey'de...
Biraz ilham almak veya sahip olmak isterseniz tık tık.

Bugün sevgiline bir çiçek hediye ettin mi?


Salep orkidegiller familyasından bir bitki, ayrıca bu bitkinin kökündeki yumrularından elde edilen un, bir de bu unla yapılan içecek. Yumruların şekli evlere şenlik, resim koydum ki ayrıntısıyla tarif etmek zorunda kalmayayım.

Arapçası xusyetü’s-saˁleb olmalı diyorlar, ama benim bulabildiğim bütün sözlüklerde xusyetü’l-kelb var: tilki taşağı değil yani köpek taşağı. Türkçe halk ağızlarında ayrıca it taşağı denirmiş, affınıza sığınarak belirteyim. Xusye bildiğiniz husye, üç noktalı se ve ayın ile yazılan saˁleb ثعلب ise tilki. Türkçede husye düşmüş, tilki kalmış, normal değil aslında, tersi olmalıydı. Osmanlıca sözlüklerin bazıları sin ve elifle سالب yazıyorlar, Arapça tilkiyle ilgisini de kuşkuyla karşılıyorlar. Bana sorarsanız bağ kuvvetli, tartışacak bir şey yok. Halk ağzında salep yerine sahlep denmesi de orijinalde varolan ayın harfinin kanıtıdır.

Bilimsel adı neymiş bu meretin? Orchis mascula! Orchis, yani kh sesiyle orkhis, takılı hali orkhid-, husyenin Yunancası. Mascula da Latince eril, müzekker yani. Er taşağı diye çeviriyoruz. Anafikir aynı.

Orkidenin eski Yunancası da orkhis. 18. yüzyılda İsveçli biyolog Linnaeus bunu genelleştirip orchidaeafamilyasına ad vermiş, ki bunu da tam olarak taşakgiller diye çevirebiliriz, illa çevirmek gerekirse. Fransızcada orchidées (/orkide/) aslına bakarsan çoğuldur, yüksek ukalalık seviyesindeki insanlar öyle kullanır, ama pratikte tekili de pekala kabul ediliyor.

Ne demişim?

Milliyetçiliğin her çeşidinin boktan olduğunan inanan biriyim. Kürt milliyetçiliği dahil.

İnsanlar neden illa ki “benim dilimi konuşsun, isterse çapulcu olsun” sıfatında birilerinin yönettiği bir ülkede yaşamak ister, bundan ne zevk alır, bir gün bile anlamış değilim. Amerikan üniversitesine pekala gidiyorsun, Singapur şirketine çalışıyorsun, Japon hastanesine yatıyorsun, İngiliz kitabı okumayı seviyorsun, Arjantinli sevgili tutuyorsun. Neden yaşadığın ülkenin tarım orman ve hayvancılık bakanlığı seninle aynı dili konuşmaktan başka hayatta bir artısı olmayan öküzlerin elinde diye mutlu olasın, vallahi anlamaktan acizim. Avusturyalı daha iyi yapıyorsa ver o yapsın, sana ne?

Yani Kürtlerin bağımsızlığı fikrine en ufak bir sempatim yok. Ona bakarsan Türklerin bağımsızlığı fikrine de sempatim yok. 1919’da burasını bir müddet İngilizler yönetseydi bugün bin kat daha iyi bir yerde yaşıyor olurduk, şüpheniz olmasın.

*
Ha Kürtlere nerede sempatim var söyleyeyim.

Birileri eline sopayı almış yüz senedir memleketi sıra dayağından geçirmiş. Habire adamlara kimlik üzerinden hakaret ediyor, bizim atalarımız Ortaasyadan geldi size kodu, siz zaten adam sayılmazsınız, diliniz yok, kültürünüz yok, tarihiniz yok, ne mutlu yüce ırkımızdan olana, ya seversin ya terkedersin, sus hizaya gel eşek herif o dili konuşma diye girişiyor.

Şimdi, asgari onur sahibi olan bir insan böyle şeye tahammül edemez. Normal olarak hayatta kimlikle mimlikle işi olmayacak biri de olsa hakaret karşısında o kimliğin onurunu sonuna kadar dik tutmak ister. O lafları da Allahın izniyle o heriflere yedirir. Doğrusu budur. Bunu yapıyorsa alkışlanır. Yapmıyorsa “demek ki haketmişin” derler.

Derdimiz Kürtlere bağımsızlık yahut özerklik yahut demokratik bilmemne değil, hayır. Maksat o hakaretleri sahibine yedirmek. Kürtlere – ve Ermenilere, Japonlara, Türklere vs. – hakaret edemeyecekleri bir ambiyansı yaratmak. Yani derdimiz Türkiye meselesi, Kürtiye değil. Yoksa bana ne Kürdistandan? İki yılda bir kere Diyarbakır’a gideceksem ha pasaportla gitmişim ha pasaportsuz, ne fark eder?

*
Önceki yazıda başka şey anlatmışım ama, Allah için bir kişi anladı mı bilmem.

Bırak Kürtler haklı mı haksız mı davasını, yazı onunla ilgili değil. Bir gözlem yapıyor. Diyor ki dünyada ufak ulus milliyetçiliği azmıştır. Bir milletin öbür milleti kafasına göre yönetebildiği devir kapanmıştır. Koca Sovyetler Birliği yapamadı, Yugoslavya yapamadı, Saddam Hüseyin yapamadı, Etiyopya bile yapamadı. Hani nüfusu bir-iki milyon olur, ya da Tibetliler gibi kendi yurtlarında azınlığa düşmüş olurlar, belki. Ama on küsur milyonluk, coğrafi bütünlüğe sahip dünya yüzünde başka örnek var mı? Yok. Hepsi bu kadar. Hayal kurmanın alemi yok. Ya Türkiye aklını başına toplayıp Kürtleri memnun edecek bir çözüm bulacak. Ya da bugün olmazsa yarın, acı hakikatle yüzyüze gelecek. Başka ihtimal bulunmuyor.

Bundan 150 sene önce biri dese ki Bulgaristan, Arnavutluk yarın öbür gün kopar, herhalde saçmalıyor derlerdi. Sonuç ne oldu, sen ona bak.

Hem gaz ver, gaz ver, nereye kadar? Türkiya büyük ülkedir, çok çok çok büyük ülkedir, sıfır sorun padişahıdır, Somalinin hamisidir, peki, ama gazla bu iş bir yere kadar yürür. Sonra patlar.

*
Sonra yazı hiç tahmin etmediğiniz iki argümanla devam ediyor.

Bir, zannettiğinizin aksine vakit Türklerden değil Kürtlerden yana. Cumhuriyetin ilk devrinde oraları bugünkü kadar Kürdistan değildi. Mardin’e Kürtleri sokmazlardı. Siirt’te, Urfa’da, Adıyaman’da kimse Kürtçe konuşmazdı. Şimdi git bak ne oldu. Van’ı saymazsan Türk kalmadı. Süryani kalmadı. Araplar sindi, kayboldu. Zazalar araziye intibak etti. Kürt nüfus deli gibi arttı. Ve Batıdan göründüğü gibi hiç değil, özgüvenleri geldi, Kürtlükleri keskinleşti. İyi mi oldu kötü mü oldu demiyorum. 35 yıldır memleketi bucak bucak gezen ve bölgenin tarihini iyi bilen biri olarak, gördüğümü söylüyorum.

İki, sopa yöntemi ters tepti. Haklıydı, haksızdı, ama insancıklar yazık filan demiyorum bakın. Onlar ayrı mevzu, sırasıyla ona da geliriz. Buz gibi bir tespit: adamları vurdukça, dövdükçe, hapiste bilmem nerelerine cop soktukça tırsmadılar; daha bilendiler. İtiraf edeyim, direnmeleri hoşuma gidiyor. Bana da yapsalar inşallah ben de bilenirdim. Ama hoşuma gitse de gitmese de olgu bu. Fakt yani. 76’da, 80’de oralara giderdim, o zamanki haleti ruhiye ne, bugünkü haleti ruhiye ne. Arada uçurumlar var, ve korkma, sinme, tevekkül etme yönünde değil, zalimi hor görme yönünde. Galip geleceklerine inanmışlar. Daha bundan öte başa çıkamazsın. Yenildiğini kabul edeceksin. Bitti. Değiştir plağı. Hepsinin sorumlusu Ergenekon’du de, beş tane aptal paşayı içeri at, yeni sayfa aç.

*
Ha bundan ne sonuç çıkarmışım? Yaşasın halkların bilmemnesi mi demişim, zafer narası mı atmışım? Hayır. Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması lazım demişim. Hatta o yetmez, Kuzey Irak’la Suriye de Türkiye’nin yörüngesine girse ne iyi olur diye üstü kapalı niyet belirtmişim. (Evet, merak ettinizse söyleyeyim, Ermenistan da girse ben şahsen sevinirim.)

Ama bunun için ne lazım? Bir dar, bir de geniş açılı lens lazım.

Dar olanı şu: Dünyada biri büyük biri küçük iki milletin başarıyla bir arada tutunabildiği örnekler nereler? Saymışız, Büyük Britanya var, İspanya var, iyi kötü Kanada var. Türkiye’nin önündeki örnekler budur. Aşağı yukarı bunlardan birine benzeyen, yahut o minval üzerine yeni bir şeyler kotaran bir model buldun buldun. Yoksa unut Hakkari’yi. Amerikayı baştan keşfedecek değiliz. Model budur, çözüm de şayet bulunacaksa orada bulunacaktır.

Geniş olanı da şu: Türklerin o allahın cezası millet-i hakime kibrini kırmadıkça çözüm mözüm olmaz. Kürt kardeşim yerine aynı rahatlıkla Kürt ağabeyim diyebildiğin gün, sünnetsiz Ermeni dölünün de bu milletin mukadderatında omzu ve ağzı kalabalık yeniçeri kadar hakkı olduğu fikrini içine sindirebildiğin gün bir önceki paragrafta sözü edilen çözümleri adam gibi masaya koyup tartışabilirsin. Yoksa konuşalım diye ağzını her açtığında karşındaki sadece hakaret duyar; açılımın da ayağına dolanır; vermeye tenezzül ettiğin haklar da, verdiğin gün solar, kurur, dökülür.

İşte buyurun, çözüm perspektifi. Bana sorarsanız gayet vatanperver, yapıcı, iyimserimsi bir perspektiftir. Ama yok öyle değil deseniz de üzülmem. Yeter ki adam ne demiş diye merak edin, kırk senelik bayat şablonlarla sayfamı doldurmayın.

Mersi.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Arz-ı Endam

Gazetelerimizde Rusya ile ilgili bir haber okumaya bayılıyorum, haberin önem değeri açısından değil canım sırf haberin altındaki yorumları merak ettiğim için :) Geçen gün bir gazetede kaldırım çalışmaları yüzünden ince topuklularıyla istedikleri gibi arz-ı endam edemeyen Moskovalı yavruşkaların nasıl çileden çıktığı yazıyordu. Alttaki yorumları okudum, bir yurdum erkeği "aman dikkat edin kızlar düşmeyin bitene kadar buraya gelin" diye yazmış, öteki "kıyamam ben sizin o ayaklarınıza" demiş. Bizimkilerin Ruslara karşı bu engin sevdası beni gülmekten öldürüyor doğrusu :)
Fakat yavruşkalar kaldırım isyanı konusunda haksız da sayılmazlar... Geçen gün yürürken ayağımı burktum, dizimden kırt diye bir ses çıktı, acısı 3 hafta geçmedi :( Bu çalışmalardan nasiplenmemek için artık hep ara sokakları tercih ediyoruz... 
Bu arada daha önce denemek aklıma gelmemişti, arkadaşım Ece'nin tavsiyesiyle ben de American Eagle Outfitters ile tanıştım. Neden bu zamana kadar beklemişsem?! Likralı kotları inanılmaz rahat!
İpek bluz ise Anthropologie'den, ablam verdi, canım ablamla her zaman kıyafet paylaşımı yaparız, işte size abla-kardeş olmanın güzel yanlarından biri daha :)
Bir sonraki postumun konusu ise çiçekli tokalar...
Hepinize mis kokulu bir gün dilerim!


p.s. Şimdi farkettim siyah-beyaz fotoğraftaki duvar kağıdı ile üstümdeki bluzun çiçekleri aynıymış!

R.I.P Bono

2007 senesiydi, sabah 6 sulari, canimdan can bir ruh o sabah ince bir tutsu esliginde son nefesini verirken nefesle tütsü birbirine karismis, benim gözyaslarim oluk oluk akarken isiyan ilk gunun isiklariyla, balkon kapisindan süzülüp gitmisti.

Oglumdu benim, dile kolay tam 14 yilimi beraber gecirdigim, bir dakika bile ayrilmadigim, sayesinde Ülkedeki tum hayvansever otel/ motel/pansiyon/

Havuzda çiş kaka sorunsalı

Hep yazacağım yazacağım unutuyorum.Hughies'in Swimmer model kağıt bezlerini havuza girerken oğlana giydiriyordum ben, ta ki tüm çişi, ve kakanın sıvı halini havuza akıttığını anlayana kadar.Bizimki çiş ve kakayı neredeyse hiç beze yapmaz duruma geldi. O yüzden daha önceden anlamamışım bu işi, dişler cıkarken ishal olduğundan havuz kenarında Swimmers giydiriyorum ki kakalar havuza gitmesin bir

23 Ağustos 2011 Salı

Kusursuz Makyaj Yoktur :)

Sizler de makyaj konusunda benim gibi misiniz? Ben bir üründen memnun kalsam bile en iyiyi, en mükemmeli aramaya devam ediyorum. Biz kadınları mutlu etmek zor derler, gel de bu söze inanma şimdi :)
Rimel konusunda en son size Max Factor False Lash Effect'ten bahsetmiştim, deneyen kimi arkadaşlarım fırçasını sert bulduklarını söyleseler de ben memnun kaldım, hem hesaplı hem etkili bir rimel bana göre...
Ama dediğim gibi her zaman farklı ürünleri denemekten hoşlanan maymun iştahlı iradem sineği soktu bana yine, ya bundan daha iyisi varsa diye :P
Bu fişfikleme sonucunda Lancome'un Hypnose Drama ve Chanel'in Sublime De Chanel rimellerini denedim. Lancome bir nebze daha iyi çıktı. En azından seyrelmiş boyacı fırçasına benzeyen kirpiklerimi bir araya getirip ortaya çıkartabildi. Ama Sublime De Chanel tam bir hayal kırıklığı oldu benim için, verdiğim paraya acıdım desem yeridir! Kıvırma özelliği varmış pehhh! Fırçayı bir gözüme sokmadığım kaldı ama ne kıvırması, tek yaptığı sanki çoklarmış gibi kirpiklerimi tek tek ayırmak oldu! Ki ben nefret ederim bundan, kirpiklerimin birbirine yapışık olması daha hoşuma gider. Tüm bunları bir araya getirince bunlardan daha hesaplı olan Max Factor favori rimelim olarak yerini koruyor diyebilirim...
Gelelim kapatıcılara... Son olarak Dior'un Diorskin Nude kapatıcısını kullandım, siz henüz kullanmadıysanız aman diyorum sakın teşebbüs dahi etmeyin :) Aldığıma pişman olduğum şeyler listesine bu da en üst sıralardan giriş yaptı... Çok rahat sürüyorsunuz ama mimikler devreye girdiği andan itibaren kapatıcı çizgi çizgi göz altlarında sırıtmaya başlıyor. 
Bu konuda çok ama çoook mutlu kaldığım ürün ise Lancome Effacernes göz altı kapatıcısı, hem çizgileri kapatıyor hem de gün sonuna kadar kalıcılığını koruyor...
Gelelim göz farlarına... Siz de farkettiniz mi bilmiyorum ama markası ne olursa olsun göz farı paletlerini bulmada ben çok zorluk çekiyorum. Uyanık kozmetikçiler tek tek alınsın daha çok satılsın mantığı ile hareket ettiklerinden olsa gerek bu tip paletleri üretmekten kaçınıyorlar... Olanlar da 3'lü veya 5'li farlar şeklinde olur ki ben genelde istediğim renkleri hiç bir arada bulamam. Hem sevdiğim renk tonlarında hem de seyahatlerde çantamda rahatça taşıyabileceğim pratik bir palet ararken karşıma Alman kozmetik markası BeYu'nun Heartbreaker Eyeshadow Palette (No.05)'i çıktı. Hem de çok uygun bir fiyata! Kullandım ve çok memnun kaldım, göz kapaklarında birikme yapmıyor, günün sonunda rengi de uçmuyor.
Son olarak uzak durulması gerekenlerden birine Benefit'e değineceğim... Benefit'in eğlenceli ve vintage görünümlü ambalajları beni oldum olası cezbetmiştir. Bu kadar özenli hazırlanmış kutuların içindekiler de mutlaka çok özel olmalıdır diye düşündürmüştür beni... Ama dudak parlatıcısını denedikten sonra yoksa bu renkli ambalajlar sadece göz boyamadan mı ibaret diye şüphe etmeme neden oldular. Parlatıcı o kadar ağır ki dudağınızda yapış yapış kalıyor ve yoğunluğundan ötürü bir süre sonra birikme yapıyor.
Benim makyaj kritiğim şimdilik bu kadar... Unutmayın; kusursuz makyaj malzemesi yoktur, kusurları bulan ve onları itinayla örten akıllı kadınlar vardır ;)