27 Ağustos 2011 Cumartesi

De ki Bandırma vapuru yolda battı

(Yanlış Cumhuriyet'ten bir bölüm aktarıyorum. 1994'te yazıldı, 2008'de yayımlandı.)

Milli Mücadele olmasa, Türkiye bağımsızlığını kaybeder miydi?

Türk devletinin bağımsız varlığına son verilmesini öngören bir talep veya tasarıya, ne İtilaf devletlerinin Dünya Savaşı yıllarındaki gizli paylaşım anlaşmalarında, ne Mondros mütarekenamesinde, ne Sèvres antlaşmasında, ne de Batılı devletlerin resmi deklarasyonlarında veya sonradan açıklanmış belgelerinde rastlanmaz.

Dünya Savaşı galipleri, 1914-1923 döneminde Türkiye'ye ilişkin bir dizi farklı senaryoyu gündeme getirmişler, çeşitli ihtimaller üzerinde durmuşlardır. Bu tasarıların ortak noktası, Türkiye'den bazı toprakların ayrılması ve geri kalan bağımsız Türk devletinin icra kabiliyetinin çeşitli askeri, ekonomik ve hukuki kayıtlarla kısıtlanmasıdır. Farklı senaryolar arasında Türkiye açısından en kötüsünü temsil eden Sèvres antlaşması ile en iyilerinden birini temsil eden Lausanne antlaşması, sadece kaybedilen arazinin miktarı ve uygulanacak kısıtlamaların niteliği açısından farklılık arzederler.

*
Bu dönemde Türkiye'ye karşı kamuoyu önünde en katı tavrı sergileyen ülke İngiltere olmuştur; Türkiye'nin fiilen işgali veya paylaşılması kararlaştırıldığı takdirde bu kararı uygulayabilecek durumdaki tek devlet de budur. Dolayısıyla Türkiye'yi yoketme kararının İngiltere'nin onay ve desteği olmadan alınması mümkün değildir.

Oysa,

a)   İngiltere'nin ne savaş esnasında ne de savaşı izleyen dönemde, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan topraklar üzerinde, resmen veya örtülü olarak ifade edilmiş bir toprak talebi olmamıştır.

b)  Yarı-bağımsız bir Türkiye üzerinde kurulacak İngiliz manda veya himaye rejimi de, İngiliz hükümetince mütarekeden itibaren defalarca ve kesin bir dille reddedilmiştir. (Ancak İngiltere, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında müttefik devletler denetiminde bir uluslararası rejim kurulmasını savunmuştur.)

c)   Zayıflamış ve küçülmüş bir Türkiye'nin uzun vadede İngiltere'nin "kucağına düşeceğine" ilişkin bir beklenti eğer bazı İngiliz çevrelerinde varolmuşsa, bunun bugüne kadar herhangi bir belgesi keşfedilmiş değildir.

Uluslararası durum ve emsaller
Emperyalist devletlerin 1918'de Türkiye'nin bağımsız varlığına son vermeyi tasarladıklarına ilişkin inanış, sanırım gerek Türkiye'nin konumuna, gerekse dönemin uluslararası dengelerine ilişkin bazı yanlış kanılardan kaynaklanmaktadır. Olaylara daha global bir bakış, Batı'nın tasarıları hakkında bize daha sağlıklı bir perspektif sağlayacaktır.

1. Birinci Dünya Savaşının sonu, 19.cu yüzyıl emperyal politikalarının tüm dünyada çözülmeye başladığı dönemdir.

Batı ülkelerinin savaş nedeniyle içine düştükleri korkunç mali, askeri ve ideolojik/manevi zaaf, koloni halklarının fırsattan yararlanarak direnişe geçmelerine zemin hazırlamıştır: 1919'un ilk yarısında Mısır, Irak, Suriye, Hindistan, Afganistan ve Güney Afrika'da anti-kolonyal hareketler görülecektir. Kolonyalizme öteden beri karşı olan ABD'nin dünya politikasında ağırlık kazanması (ve bir ölçüde, Bolşevik devriminin etkisi), bu eğilimleri hızlandırmıştır.

İngiltere ve Fransa'nın, koloni imparatorluklarını yönetme ve savunma maliyetlerini kaldıramayarak, köklü tasarruf tedbirlerine gitmeleri de bu döneme rastlar. Bütçelerdeki sıkışmayla beraber, koloni harcamalarının kısılmasını – hatta kolonilerin tümden tasfiyesini – talep eden sesler, İngiliz ve Fransız parlamentolarında ağırlık kazanır. Çekilme süreci hemen sonuca ulaşmayacaktır; ancak İkinci Dünya Savaşını izleyen günlerde kolonyal imparatorlukların yıldırım hızıyla tasfiyesinin ilk adımları bu yıllarda atılmıştır.

Kolonyal sistemin ıslahı, barış konferansının en önemli konularından birini oluşturmuştur. ABD'nin öncülüğü, İngiltere ve Fransa'nın yarı-gönüllü desteğiyle, "geri" ülkeler için Milletler Cemiyeti mandası, himaye, ortak-yönetim gibi yeni yönetim biçimleri aranmıştır. Sonuçta bu arayışlardan önemli bir sonuç çıkmamış olsa da yönelim açıktır: savaşın galibi olan devletlerin dahi, eskisi gibi keyfi bir yayılma siyaseti izlemeleri iradesi ve imkânı artık kalmamıştır.

2. Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla İngiltere ve Fransa’nın, Orta Doğu'da muazzam bir yeni imparatorluğa konduğu doğrudur. Ancak imparatorluklar çağının bu son büyük yayılma hamlesi, öncekilerden çok farklı bir karaktere sahiptir.

İngiltere, ele geçirdiği ülkelerde – Irak petrolleri ve Süveyş kanalı üzerindeki denetimini güvenceye almak dışında – kalıcı bir yönetim kurmayı denememiştir. Irak, 1922'de yapılan antlaşmayla bağımsız ve hükümran bir krallık olarak tanınmış, ancak 20 yıl süreyle askeri ve mali konularda İngiliz denetimini öngören himaye rejimi kurulmuştur. Anlaşma süresinin bitmesi beklenmeden, 1932'de Irak'a tam bağımsızlık verilecektir. Mısır'ın bağımsız krallık statüsü 1922 Allenby deklarasyonuyla teyit edilmiş; ülkedeki İngiliz askeri varlığının 1936 yılına kadar peyderpey tasfiye edilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. Filistin'de Musevi-Arap çatışması nedeniyle İngiliz yönetimi daha aktif bir idari rol oynamaya zorlanmıştır, fakat tatmin edici bir yönetim modeli oluşturmadan 1948'de ülkeyi terkedecektir. Hicaz'da ise, birkaç askeri danışman ve kısıtlı para yardımı dışında İngiltere'nin kayda değer bir rolü olmamıştır. Hicaz krallığı 1926'da çöktüğünde, İngiliz yönetimi kılını bile kıpırdatmayacaktır.

Sadece Suriye'de Fransızlar daha kapsamlı bir kolonyal yönetim kurma yoluna gitmişlerdir; ancak bunun da görünen nedeni, 1918-20 yıllarında oluşan Suriye milli hükümetinin, İngilizlerce körüklendiği sanılan birtakım direniş denemelerine girmesidir. 1927'de Fransız yönetimi yerel temsilcilerden oluşan bir Kurucu Meclis toplanmasına izin vermiş, 1936'da ise Suriye'ye bağımsızlık tanımayı kabul etmiştir (Daha sonra İkinci Dünya Savaşının çıkması nedeniyle bu antlaşma ancak 1946'da uygulanabilmiştir.)

Adı geçen yerler, unutmamalı ki, 400 ila 700 yıldan beri yabancı egemenliği altında ve devlet teşkilatından yoksun olarak yaşamış, devlet olmanın asgari altyapısına (örneğin orduya, donanmaya, ciddi bir polis teşkilatına, vergi toplama sistemine, tapu kayıtlarına, idareci yetiştiren yüksek okullara, bunları kuracak yetişmiş kadrolara) sahip olmayan ülkelerdir. Osmanlı'nın yoktan var edilmiş birkaç geri vilayeti üzerinde dahi doğrudan yönetim kurmaktan kaçınan İngiltere ve Fransa'nın, yüzlerce yıllık imparatorluk geleneğine, yönetim kurumlarına, az çok tecrübeli elit kadrolara, köklü bir orduya ve hükümran devlet ideolojisine sahip Türkiye gibi bir ülkeyi, halkının arzusu hilafına yönetebileceğini sanması için bir neden görünmemektedir.

3. Üstelik Suriye, Filistin, Hicaz ve Irak, Dünya Harbi sırasında savaşarak ele geçirilmiş, geleneksel tabiriyle "fethedilmiş" yerlerdir; savaş sonu itibarıyla fiilen İngiliz askeri işgali altındadır. Mısır ise 1880'lerden beri zaten İngiliz kontrolündedir. Bu ülkelerde tartışma mevzuu, yabancı yönetimin nasıl kurulacağı değil, nasıl ve hangi koşullarda çekileceğinden ibarettir.

Türkiye'de durum farklıdır: 1918 mütarekesi Misak-ı Milli sınırlarında imzalanmıştır. Ateşkesten sonra Türkiye'yi kalıcı bir şekilde ele geçirmek için İngiltere ve müttefiklerinin yeniden ciddi bir savaşı göze almaları gerekir. Oysa dört yıl boyunca tarihin en anlamsız katliamlarından birine tanık olan Avrupa kamuoyunun (ve o savaşta tükenen Avrupa ekonomilerinin) böyle bir maceraya izin vereceği çok şüphelidir. 1919 yazında İngiliz orduları hemen bütünüyle terhis edilmiştir. Savunma bütçesi 1918'de 800 milyon sterlin düzeyinden 1922'de 111 milyon sterline indirilmiştir. Savaş sırasında son sınırına kadar zorlanan İngiliz maliyesi, 1920'de ülke tarihinin en büyük krizlerinden birine girmiştir. Bu koşullarda İngiltere'nin Türkiye için yeni bir savaşı göze alacağını düşünmek, hayalperestlik olur.

4. Kaldı ki – ve işin püf noktası budur – Türkiye'nin böyle bir çabaya değecek bir stratejik mal varlığı yoktur. Emperyalist ülkelerin Türkiye'ye sahip olma hayaliyle kıvrandığını varsaymak, bu anlamda, objektif gerçeklerden ziyade milliyetçi duygu ve hayallere tekabül etmektedir.

Irak o tarihte yeryüzünün bilinen en büyük petrol rezervlerine sahiptir; üstelik İran ve Kuveyt petrollerinin denetimi için de Irak kilit konumdadır. Britanya imparatorluğu için can damarı değerindeki Süveyş Kanalı Mısır’dadır. Hicaz, Müslümanların kutsal mekânlarını barındırır. Fransızların Suriye ile ilgilenmesi de, Kerkük petrollerini ele geçirme planının bir parçası olarak gündeme gelmiştir; Kerkük'ü İngilizler "kaptıktan" sonra dahi, Suriye Kuzey Irak petrollerinin Akdeniz'e ulaşım yolu üzerindeki stratejik önemini korumuştur.

Ele geçirilip yönetilmesi birtakım yeni kurulmuş Arap ülkelerine oranla sonsuz ölçüde daha zahmetli ve pahalı olan Türkiye, bu zahmetin karşılığında istilacı güçlere nasıl bir fayda vaadedebilir?

Türkiye'nin petrolü yoktur. Kayda değer – uğruna savaşmaya değecek – başka yeraltı veya yerüstü zenginliği de yoktur. Türkiye'nin dünya dengeleri açısından en önemli stratejik avantajı Rusya'nın güneyinde aşılması güç bir tampon oluşturmasıdır. Ancak bu işlevi bağımsız ve dost bir Türkiye, parçalanmış, veya yabancı işgaline uğrayarak iç mücadelelere düşmüş, veya Batı'dan düşmanlık gördüğü için Rusya'ya sığınmak zorunda kalmış bir Türkiye'den daha iyi yerine getirebilir.

Amaç ticari pazarlar açmaksa, Türkiye zaten 1838'den 1913'e kadar İngiltere ve Fransa'ya hemen hemen tamamiyle açık bir pazar olmuştur. Ve buna rağmen bu ülkelerin ticaretinde ciddi bir yer edinmeyi başaramamıştır. Toplam yıllık cirosu en iyi ihtimalde 30-35 milyon sterlini aşmayacak bir pazarı ele geçirmek ve elde tutmak için emperyalist devletlerin katlanabileceği askeri masraf ne kadardır? Kaldı ki pazar açmak için ülkelerin fethedilmesi gerektiği fikri, Marksistlerin teorik evreni dışında pek taraftar bulabilmiş bir düşünce değildir. Örneğin siyasi bağımsızlığı bir hayli sağlam olan Fransa'nın, İngiliz mallarının dış pazarı olarak bu tarihte Türkiye'nin yaklaşık elli katı bir payı vardır. Bağımsız milletlerin seve seve satın aldıkları malları zorla satmak için Merzifon'a ve Maraş dağlarına ordular sevketmenin mantığını kavramak ise kolay değildir. Ayrıca Türkiye'de aklı başında bir bağımsız devlet olsa, Türk pazarını İngiliz mallarına kapatmak için ne gibi bir mantıklı nedeni olabileceği de meçhuldür.

Sonuç: Türkiye'yi neden zayıflatmak istediler?
İtilaf devletlerinin savaştan sonra Türkiye'ye karşı takındıkları düşmanca tavır, Türkiye'nin devlet olarak varlığına son vermekten çok, ülkeyi hırpalamaya, zayıflatmaya, yıpratmaya, cezalandırmaya, yıldırmaya yönelik bir politika olarak değerlendirilmelidir. Günümüzden örnek vermek gerekirse, Körfez savaşından sonra Irak'a, başka vesilelerle Libya'ya, İran'a, Sırbistan'a uygulanan müeyyideler akla gelecektir: uluslararası düzeni tehdit eden bir ülkenin "canının acıtılması" hedeflenmiştir. [Bu makalenin 1994’te yazıldığını hatırlatayım – SN 2011]

Bu tutumun gerekçesini anlayabilmek için, Türkiye'nin Jön Türk ihtilalinden beri içine girmiş olduğu tutumu hatırlamak gerekir.

Türkiye, 230 yıllık bir fasıladan sonra, İttihat ve Terakki yönetimi altında tekrar fetih hayallerine kapılmıştır. Enver Paşa Azerbaycan'ı ve Turan'ı istila etmeye kalkışmış; Mısır'dan Afganistan'a, Bakû'dan Bingazi'ye uzanan bir alanda Türk ajanları Batı çıkarlarına karşı terör ve sabotaj eylemlerine girişmişlerdir. Dünyaya meydan okuyan bir milliyetçilik anlayışı Türk yönetici sınıflarını etkisi altına almıştır.

Ülkede Batılıların mal varlıklarına el konmuş, alacakları dondurulmuş, sözleşmelere dayalı hakları feshedilmiştir.

Devletin Hıristiyan vatandaşlarına karşı uygarlık tarihinin az tanık olduğu bir tasfiye kampanyası açılmış, milyonlarca insan evlerinden ve yurtlarından sürülmüştür. Harp sırasında bu kampanyanın insanlık dışı boyutlar kazandığına inanılmaktadır.

İşte bu niteliklere sahip, saldırgan ve fanatik bir rejim İngiltere ve Fransa'ya karşı açtığı savaşta hezimete uğrayıp çöktükten sonra dahi, Türkler, Batı ile bir uzlaşma ve işbirliği arayışı başlatacakları yerde, yeniden bir meydan okuma havasına girmişlerdir. 1919 başlarından itibaren eski rejimin kalıntılarının siyasi ortama hakim olmaya başladığı, orduyu terhis etmeyi reddettiği, Anadolu'da bir direniş hareketi örgütlediği haberleri gelmeye başlamıştır. Karadeniz'de "kılıç artığı" Rumların düzensiz çetelerin saldırısına uğradığı, Kilikya'da tehcirden dönen Ermenilerin silahlı direnişle karşılaştıkları rapor edilmektedir. Musul'da İngiliz yönetimine karşı, Teşkilat-ı Mahsusacıların önayak olduğu sanılan bir Kürt ayaklanması patlak vermiştir. Mısır ve Hindistan'da 1919'un ilk aylarında filizlenen anti-kolonyal hareketlere İttihatçı Türklerin destek olduğundan kuşkulanılmaktadır.

İtilaf devletlerinin yardımıyla İstanbul'da örgütlenmeye çalışan muhalefet, ortama hakim olmakta tamamen başarısız kalmış, kısır siyasi çekişmelere gömülerek inisyatifi yeniden İttihatçılara terketmiştir.

Durumu İtilaf devletlerinin bakış açısından değerlendirebilmek için, Birinci Dünya Savaşı yerine İkincisini, Türkiye yerine Almanya'yı ve İttihat ve Terakki yerine Nazi Partisini koymayı deneyelim. Savaşın bitiminden altı ay sonra, acaba savaşı başlatan rejimin kalıntıları Almanya'da yeni bir liderlik altında toparlanarak işgal kuvvetlerine karşı bir direniş hareketi başlatsalardı sonuç ne olurdu? Almanya'nın taşrasında Nazi’lerce kışkırtılan kişilerin Yahudilere eziyet etmeyi sürdürdüğü duyulsa; Nazi eğilimli Alman basını Adenauer ve Brandt'ı "vatan haini" ilan eden kampanyalar açsa; eski rejime ait gizli silah depolarının ülke içlerine kaçırıldığı tesbit edilse; Alman yönetiminin gizlice Sovyetlerle anlaşıp müttefik işgaline karşı silahlı direnişe geçmeyi tasarladığı haber alınsa, acaba İkinci Dünya Savaşı galipleri nasıl bir tepki gösterirlerdi?

Almanların savaştan sonraki teslimiyet tavrına oranla, Türk tepkisinde etkileyici, hatta trajik bir kahramanlık ögesi bulunduğunu inkâr edemeyiz. Ancak sonuçta Almanya'nın mi, Türkiye'nin mi seçtiği yoldan daha kârlı çıktığı ayrı bir konudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder