30 Aralık 2009 Çarşamba

2010

Bu
Yılbaşı
Ağacımı
Hediyelerle
donatmak yerine,
her dalını bir dostumun
adı ile süslemek istedim.Yakın
dostlar, uzakta olan arkadaşlar. Eski
arkadaşlar, yeni dostlar. Her gün gördüklerim
ve ara sıra görüşebildiklerim. Hep aklımda olanlar
ve sıkca unuttuklarım… Her zaman yanımda olanlar ile
olamayanlar Kötü gün dostlarım, hep destek olanlar...Istemeden
üzdüğüm dostlar ve istemeden beni üzenler.... Cok yakınımda olanlar,
ulasamadiklarim, yıllardır görmediklerim, özlediklerim.... Vefa borcu olduklarım.
Bir telefon uzaklığında olanlar. Alçak gönüllüler, gönülden sevenler... Az yada cok
hayatıma girmiş tüm isimler…. Bu agaçta hepsinin kökleri sağlam, dalları uzun ve Güçlü
olacak. İsimleri daima asılı kalacak… Her yeni yıl, eskilerin yanına yenileri eklenecek. Zor anlarda
ağacımın gölgesi dostları,
ve dostlukları bir nefes
serinletecek. Yeni yılla gelen
tum umutların, yeni başlangıçlarn,
dostların, bütün yeni günlerinizi
aydınlatması ve sizlerle
daha güzel an' lar
paylaşmak dileğimle....




Mail trafiğinde bana ulaşan bir yazıdan aktarılmıştır. O kadar hoşuma gitti ki paylaşmadan edemedim.
2010 da daha çok paylaşımda bulunmak, daha çok gezip görmek, daha güzel daha çok fotoğraf çekmek, daha çok tarif denemek, sevdiklerimizle daha çok biraraya gelmek, daha çok yeni deneyimler ve mutluluklar yaşamak istiyorum.
Sizin de iyiden güzelden yana daha çoklarınız olsun hep...

28 Aralık 2009 Pazartesi

YILIN SON KONSERİ...

Dün akşam Fatih Erkoç'un Kanyon'daki konserindeydik. Açık havada, senfoni orkestrası eşliğinde müthiş bir keyifti... Rockfeller meydanındaki konserlere hep imrenirdim. Artık bizim de yeniyıl konserlerimiz var:)



İlgi yoğundu, üst katlara çıkıp balkon kenarında zar zor yer bulduk kendimize...




O kadar da güzel bir hava vardı ki, ılık bir rüzgar eşlik ediyordu bu konsere...

Bu konserlerin devam gelmeli... Müthiş bir keyifti. Senfoni eşliğindeki konserler hep güzel oluyor...

Işıkların suda ki aksini izlerken, My way'i dinlemek...
Ardından Taksim'e geçip, bir yeniyıl hatıra fotoğrafı çektirmeden olmazdı...





25 Aralık 2009 Cuma

PORTAKALLI ZERDEÇALLI KEK

Tamam biliyorum sayfa da sürekli kek görmekten bıktınız ama ben farklı kek tarifleri denemekten hiç bıkmadım:)

Tarif, Boyut yayınlarının "Dünya mutfaklarından Tatlılar" kitabından.

Tarifin adı "Safranlı Kek" idi, aynı görüntüyü Zerdeçal ile de pek rahat elde ederiz dedim ve buna göre yaptık kekimizi...

Portakallı Zerdeçallı Kek


Malzemeler:


  • 250 ml (bir su bardağı) taze sıkılmış portakal suyu
  • 1 çorba kaşığı rendelenmiş portakal kabuğu
  • 1 tatlı kaşığı dolusu Zerdeçal
  • 3 adet yumurta
  • 155 gr pudra şekeri
  • 250 gr un
  • 370 gr toz badem
  • 125 gr tuzsuz tereyağı ya da margarin
  • pudra şekeri, ekstra üstü için
Yapılışı:Fırınımız 180 C de. 22cmlik kelepçeli kalıbımız tabanı hafif yağlanmış durumda.

Zerdeçalı, portakal suyunu ve kabuklarını cezvede karıştırıp kaynamaya bırakıyoruz. 1 dakika kaynatıp ateşi söndürdükten sonra yağı ekleyip eritmeye bırakıyoruz.

Yumurta ile pudra şekerini krema kıvamına gelene kadar mikserde çırpıyoruz. Elenmiş un, badem, portakal suyu karışımını ekleyip iyice karıştırdıktan sonra kalıba döküyoruz.
1saat ya da kekin ortasına batırdığınız bıçak ya da kürdan temiz çıkana kadar pişiriyoruz.
Fırından çıkarıp, 15 dakika tel ızgara üzerinde soğuduktan sonra kalıptan çıkarıyouz.

Kekin kabaran kısmını ben bıçakla kesip keki ters çevirdim. Yani tabanı üste gelmiş ve düzgün bir görüntü sağlamış oldum. Üzerine pudra şekeri serpip servis edin. Fotoğrafları önce akşam ışığında çekmek zorunda kaldım. Sonra dün sabah izin alıp evde bulunduğum kısa vakitte de gün ışığında ki fotoğraflarını çektim ancak geçen vakitte kek 4 dilimden 2,5 dilime düşmüştü. Dilimleyerek çoğaltıp ince dilimli hallerini çektim ancak kalın dilimler daha göz dolduruyor. Işık sıkıntısından kötü de çıkmış olsa bu iri dilim hallerini de paylaşıyorum.

23 Aralık 2009 Çarşamba

YEMEKTEYİZ


Büyütmek için tıklayın

Türk karikatürünün büyük ismi, devlet karikatürcüsü Salih, evinde yemek vermeye devam ediyor. Gene sayın başbakanımız şerefine verdiği yemekte kendi elceğiziyle hazırladığı lezzetleri sundu, limon, zeytin ve tavuk ailesinin diğer fertlerinden oluşan mönüyü başbakanımız afiyetle yuttu.
"Yarattığım karakterler başbakanımıza feda olsun" diyen Salih'ten yeni sepesyaliteler yaratmasını bekler, başbakanımıza afiyet olsun deriz...

Salih'in yakında televizyondaki "yemekteyiz" programına "kıl yarışmacı" kontenjanından katılması beklenmektedir...

17 Aralık 2009 Perşembe

5. YIL'DA SEVGİLİYE...




Gerçek bir sürpriz yapabilmek hiç kolay değil.
“Sabır” en önemli yapı taşınız olacak…
Sabretmeyi içinizdeki coşkuyu heyecanı taşırmadan kendinize saklamayı bilmeniz gerek…
Titizlikle çalışmak, planlamak…
En sonunda da bu işin keyfini çıkarmak…
Şaşırmış, bunu beklemeyen kişinin yaşadığı katbekat artmış keyfine şahit olmak… Uzaktan da olsa…
Bu kişi sevgiliniz, 5 yıl boyunca aynı yastığa baş koyduğunuz kişi ise keyfi bir başka…







Bu keyifle bir de üstüne şiir yazmak gelirse içinizden tutmayın siz de benim gibi…
Acemice de olsa, dar vakitte de yazılmış olsa iliştirin sürprizinize…
Tek harfiyle oynamayın sonradan da bırakın ilk hali yansıtsın, o da öğrensin kendi gibi bir şiir olmayı…


"
Sen doğmadan hayatıma, geceyi yaşıyordum.
Sen görünüverdin, gündüzüm oldun…
Ne güzel şeyler yaşattın bana…
Sevilmenin tadına
Sevmenin tadına vardım
Ruhuma, ömrüme eş oldun…

“Seninle her yere” ile çıktık yola,
Gezdik gördük dünyayı, türlü güzelliklere ilklere şahit olduk birlikte…
Ne güzel anılar oldu onlar,
Andıkça mest olduğumuz, baktıkça keyiflendiğimiz fotoğraflarımız var …

Geçti yıllar, 5. yılımızdayız şimdi.
Ama sanki daha dün gibi karşılaştığımız ilk an,

5.yılda her şey daha güzel,
Aşkımızın meyvesiyle…
Daha nice birlikte geçen güzel yıllarımız olsun
Muhtacım gözlerine
Muhtacım sözlerine
Muhtacım sevgine
Hep yanımda ol

Sevgilime…"



6 Aralık 2009 Pazar

BAHARATLI ELMALI KEK



ELMALI KEK

Bu kekin tarifini eltimden almıştım. Sonrasında sadece içine iki baharat ekledim.
Tarifte tarçın vardı zaten, onlara eşlik etsin ve şifasını artırsın diye bol zencefil ve zerdeçal eklemesiyle melez bir kek oldu. Rengi zencefilin etkisiyle koyulaştı.

İçinde hiç yağ yok efendim. Şaşırmayın. Hiç bu kadar yumuşacık bir kek yememiş olabilirsiniz. İçindeki minik elmalar o kadar harika bir kıvam veriyor ki bu keke, büyükler de küçükler de çok seviyor… Son bir iki aydan bu yana her hafta mutlaka pişiriyorum. 8 tam porsiyon çıkıyor diyebiliriz.
Hemen tükeniveriyor. Zaten fazla kalması da iyi değil. Nemli bir kek olduğu için dışarıda çabuk bozulabilir. Ayurveda uzmanları der ki yiyeceklerin sahip oldukları enerjiyi kaybetmemeleri için mümkün olduğunca taze yiyecekler tüketmek gerekir.

Malzemeler:

• 2 orta boy elma
• 1 bardak toz şeker
• 1 bardak elenmiş beyaz un
• 2 yumurta
• 1er tatlı kaşığı tarçın, zencefil, zerdeçal
• 1 paket kabartma tozu

Yapılışı: Yumurta ve şekeri çırpın. Elmaların kabuğunu soyup küçük küçük doğrayın. Unu, baharatları ve kabartma tozunu ekleyip karıştırın. Çok zor karışıyor. Un gözden kaybolunca yağlanmış 22 cm lik kelepçeli kalıba döküp 180 dereceli fırında pişirin.

Not: Üzerine ceviz dizebilir ya da toz cevizi içine ekleyebilirsiniz. Fotoğraflardaki keki yaparken ben her ikisini de es geçmişim… Fırını açıp kekin sönme riskini de göze alamadığım için bu keki sade tükettik.

1 Aralık 2009 Salı

SIRA BANA GELDİ...

Sonunda beklenen haber geldi. Domuz gribi aşılanma işlemi 24 yaş üstüne de 2 Aralık itibariyle yapılabiliyor. Şu an tek açıkta kalan 50 ile 65 yaş arasında kalanlar. Onların ne günahı var ki? Umarım bu yaş grubunda olup aşılanmak isteyen vatandaşlarımız için de bir imkan sunulabilir.

Efendim ben yarın gidip aşımı olacağım.
Can Paşa aşılananı 15 gün oldu. Yani antikorları yeterli güce ve sayıya ulaştı:) Ben de aşı olduktan sonra bir 15 gün kendimi koruyabilirsem bu iş tamamdır.
Eşime gelince, grip olduğunu hiç görmedim 5 yıllık evliliğimiz sürecinde. Maşallah diyelim ancak aşı olmanın zararı olmaz. O da olmaya çalışacak işten fırsat bulursa…

Ailecek aşı dostu ilan ediyoruz kendimizi:)

30 Kasım 2009 Pazartesi

Bıyık

Herkesin utangaç gelin edasıyla görmezden geldiği gerçeği Hakkı Devrim pat diye söylemiş (Radikal, 24 Kasım 2009). Demiş ki, “CHP gündemden düşeli bence 59 yıl geçti. 1950 CHP’nin sonuydu.... Zorla ayakta tutacağız diye, tarihî bir kuruluşu hortlağa çevirdiniz.” Şu içinden geçtiğimiz devrim günlerinin, unutulmayacak kadar önemli sözlerinden biridir.


Devamını söylememiş ama o da yakında gelir tahminimce. CHP’nin kurucusu ve ebedi şefi olan zatın miadı da 59 yıl önce dolmuştu. Zorla ayakta tutacağız diye tarihî bir şahsiyeti hortlağa çevirdiler.


Edebiyle tarihe gömülmesine izin vermediler. 12 seneden beri Etnografya Müzesinin bodrumunda bekletilen naaşını oradan alıp, Devlet dininin Kâbesi gibi tasarlanan bir tapınağa nakletmeye 1950’de karar verdiler. Vefatından hemen sonra paralardan resmi çıkarılmıştı, aynı yıl geri getirdiler; ki dünyada hiçbir “milli şefe” o güne dek nasip olmamış bir tuhaf basübadelmevttir. 1930'ların hengâmesinde çıkarılmış birtakım deli saçması kanunların "Devrim Yasaları" adıyla kutsallaştırılması da 1950'nin eseridir.


Bir parti düşünün ki 27 yıl boyunca “Devlet benim” demiş; bana karşı çıkan her kimse TANIM GEREĞİ vatan hainidir, dolayısıyla katli vaciptir diye akıl yürütmüş. Bir gün aniden dönüyor, “eheh, hoşgörü de lazım ayol,” deyip demokrat olmaya karar veriyor. Veriyor ama geçmişine de tek kelime toz kondurmuyor. Dünyada böyle bir şeyin eşi var mıdır? Aklın mantığın alacağı şey midir? Devir demokrasi devri diye demokrasiciliğe soyunacağız, ama milli ideolojimizdir diye okullarda, kışlalarda 1930'ların kokmuş totalitarizmini okutmaya devam edeceğiz.


Türkiye'ni temiz tut, yeşili koru

Hayır, CHP’nin 1950’den sonra inat etmesi birkaç yaşlı politikacının hırsıyla açıklanabilecek şey değildir. Büyük bir siyasi mühendislik projesinin parçasıdır. Demokrasiye geçerken geçmişin sorgulanmaması gerekiyordu, çünkü geçmişte çok fazla kan, cinayet, zulüm ve alçaklık vardı. Eski defterler bir kez açılsa ucunun nereye varacağı belli olmazdı. İşte o geçmişin muhafızı ve müdafii olsun diye CHP’yi meclise oturttular. Kurucusunu da tanrılaştırmaya karar verdiler.


Onur Öymen’e bıyık çizmek marifet değil. Ağababasına çizebiliyor musunuz, siz ona bakın.

24 Kasım 2009 Salı

ŞİFALI KEK



Birçok kek tarifi yapılabilir şifalı olmak üzere ama benim için bu kek şifalı keklerin atasıdır. O yüzden şifalı kek ismini ona vereceğim. Diğer keklerin ismi farklı olabilir, Elmalı kek, Balkabaklı kek gibisinden…



Bütün tariflerde baş tacı edeceğimiz bazı baharatlarımız olacak.
İşte bu baharatların kralı, Zencefil… Çünkü o bir bağışıklık güçlendirici...


Kraliçesi ise Zerdeçal... Çünkü o Alerjilerle savaşıyor, Astımlılara yardım ediyor.



Valemiz ise tarçın, çünkü o çok çekici, iştah açıcı, bebeklerin tam damak tadına göre…


Asımız ise muskat…
Diğer malzemelerimiz ise sayıları tamamlıyorlar…
Kuru meyveler(kayısı, incir, hurma, üzüm, dut)
Ve tazesinden elma…









Yağ ve şeker miktarımız ise sadece yarımşar su bardağı olacak.

Malzemelerimizi anlattık gibi ama bir özet yapalım…
• 2 yumurta
• ½ su bardağı toz şeker
• ½ su bardağı sıvı yağ
• 1 su bardağı süt
• 1 elma(soyulmuş, küp küp doğranmış)
• 3-4 sarı, 3-4 de esmer kuru kayısı doğranmış
• 3-4 kuru incir doğranmış
• 3-4 medine hurması doğranmış
• 1 çay bardağı kuru üzüm doğranmış
• 1 dolu tatlı kaşığı zencefil
• 1 dolu tatlı kaşığı zerdeçal
• 1 tatlı kaşığı tarçın
• Bir tutam muskat cevizi rendesi( bir cevizin ancak 4de biri kadar)
• 3 bardak kadar un.
• 1 paket kabartma tozu

Yapılışı: Fırın 180 derecede, hemen ısıtmaya başlamayın durun, meyveleri doğramak filan vakit alabilir. Boş yere elektrik sarfiyatı olmasın.
Yumurta ve şeker çırpılır, köpük köpük olur, şekilde görüldüğü gibi…
Sonrasında süt ve yağımız ilave edilir. Baharatlarımız eklenir, ardından 2 bardak un eklenir ve kabartma tozu eklenir. Elenmiş unu karıştırmadan diğer malzemeleri doğrayarak ekleyin. Elediğiniz una bulanınca pişerken meyveler çökme yapmayacaklardır. Ardından hamurun kıvamına göre kalan bardağı yavaş yavaş ekleyin. Artırma eksiltme yapabilirsiniz. Koyu bir kek kıvamınız olacak. Yağlanmış 26 cmlik kelepçeli kalıba aktarıp ısıtılmış fırına sürelim. Kürdan testi başarılı olunca çıkarıp soğumasını bekledikten sonra kalıptan çıkarıp servis edebilirsiniz. Yanına c vitaminli taze sıkılmış portakal suyu öneriyoruz.

Bebeklere zencefili, zerdeçalı normal koşulda yedirmek içirmek mümkün değildir, çünkü ikisinin de tadı acıya yakındır. Ancak kek içinde şekerin etkisiyle fark etmeden tüketiveriyorlar işte.


-Nasıl olmuş oğlum, göster bakalım kekini...
-Anne çatal ile zor oluyo bu iş, ellerimi de yıkamıştım zaten, boşverelim çatalı…

Yeni temizlenmiş mutfak kek kırıntıları ile dolar ama anne mutlu mesut karışmaz, bu güzel anın fotoğraflarını çekmeyi tercih eder...




21 Kasım 2009 Cumartesi

ŞİFALI TARİFLER BAŞLIYOR

Bebeklerin/çocukların da yiyebileceği şifalı tarifler başlıyor...
ilk tarifimiz şifalı kek...


2009-11-21, ŞİFALI KEK 036

2009-11-21, ŞİFALI KEK 004
2009-11-21, ŞİFALI KEK 006

17 Kasım 2009 Salı

DOMUZ GRİBİ AŞISI


Uzun zamandır polemik konusu olan domuz gribi aşısı sonunda Türkiye'de de sağlık ocaklarında yapılmaya başlandı. Bu imkandan sadece kronik hastalıkları olanlar ile 6ay-5 yaş arasındaki bebekler/çocuklar faydalanabiliyor şimdilik.
Aşı hakkında ki türlü polemikleri benim aklım almıyordu. Haberleri takip edişim aşı ne zaman başlayacak bunu öğrenebilmek içindi. Nihayet beklediğim haber yayınlandı. Aşı için tarih belirlendi.

Maalesef Can'ın astım problemi olduğu 1 yaş itibariyle kesinleşti. Doktorumuzun kontrolünde o gündür ilaçlarımızı düzenli olarak kullanıyoruz. Astım artık düzenli tedavi ile küçük yaşlarda tedavi edilebilir bir hastalık.
Astımlı olanlar bilirler grip olmak çok kötüdür. Çünkü normal bir insanın ya da bebeğin geçireceği gibi geçirmezler. Akciğerler tepkisini verir, hırıltılar başlar. Ardından kortizonlu tedaviler başlar. Bu yüzden gripten korunmak astımlı olanlar için çok çok daha önemlidir.
Bu sene yazın sonunda Can normal mevsim gribi aşısını oldu ve 3 aydır burnu bile akmadı. Öksürük yok, hırıltı yok.
Bu sebepten tartışmaları anlamsız buluyor ne zaman aşılama başlayacak diyordum. Doktorumuzla da aynı fikirdeydik. Şiddetle tavsiye ediyordu. Astım olsun olmasın.
Zaten aşıyı tavsiye etmeyen doktorlardan şüphe ediyorum.
Velhasıl Sağlık ocağını gün aşırı arıyorum ama yanıt hep olumsuz, aşılama halen başlamamış. Derken cuma akşamı sağlık bakanlığı basına aşılamayı 16 Kasım Pazartesi başlatacağını duyurdu. Aşıların dağıtımında yaşanan gecikmeden dolayı, bizim sağlık ocağında ise en erken Salı sabahı başlanabildi. Zaten başlanmasaydı da telefonla bilgisini Sağlık Bakanlığından aldığım diğer yakın noktalardan birine gidecektik... Kolay değil bütün sağlık ocaklarına aynı anda aşıyı dağıtmak. Neyse ki gerek kalmadı.
Salı sabahı ocağın ilk aşılanan bebeği Can idi. 1 numaralı aşı kartımızı aldık.
1 ay sonra da 2. aşılama için gideceğiz.
Aşının etkisini gösterebilmesi için 15 güne ihtiyacımız varmış. Ondan sonra kim korkar Domuz gribinden artık.

Ebeveynlere de tavsiyem bebeklerinizin/çocuklarınızın hasta olup çok daha fazla yan etkisi ve riski olan ilaçları/tedavileri almalarına sebep olmaktansa biran önce aşı olmalarını sağlayın. Her gün haberlerde ölenlerin sayısının arttığını görüyorsunuzdur, inanın ilerleyen zamanlarda bu sayı daha da artabilir. Korkunuz artmasın, sonradan pişmanlıklar yaşamayın. Bunun yerine aşınızı yaptırın, içiniz rahat etsin.

Sağlık bakanlığının grip ile ilgili web sayfasını ziyaret edip daha fazla bilgi sahibi olabilirsiniz.
Açalya'nın ilgili yazısını okuyabilirsiniz.

16 Kasım 2009 Pazartesi

LİMONLU KEK

LEMON CAKE MIDDLE
Yine aylar geçti, mevsimler geçti hatta, bloğa yazı eklemek kısmet olmadı. Tatilin son iki yazısını bile yazamadım. Sevgili Açalya'nın neredesiniz yorumu ile silkelendik ve geri dönüşün yollarını aramaya başladık. Dönüşün şereflisi bir tarif olsun, fotoğraflar olsun istedim. Başladık yabancı tarifleri dolaşmaya...
Hem göze hitap etsin hem damak tadımıza deyip hiç tereddütsüz limonlu kek fırında yerini aldı.

LEMON CAKE 3

Malzemeler:
100 gr tereyağı/margarin
75 gr toz şeker
155 gr un (elenmiş)

Üst katman:
4 adet yumurta
250 gr toz şeker
60 ml limon suyu
1 tatlı kaşığı limon kabuğu rendesi
30 gr un
1/2 tatlı kaşığı kabartma tozu

LEMON CAKE FIRST
Yapılışı: Fırını 180 dereceye ısıtın. 20x30 cm ebadında bir kek kalıbını yağlı kağıt ile kaplayın. Kenarlarından pay bırakın.
Yağ ve şekeri mikserde köpük köpük olana dek çırpın. (Bu yöntemin adı creaming diye geçiyormuş)
Unu ekleyin. Karışımı kalıbınızın tabanına yayın. 25 dakika ya da altın rengini alana dek fırınlayın. Fırından çıkarıp soğumaya bırakın.
Yumurta ve şekeri mikserde 2 dk. ya da köpük köpük olana kadar çırpın. Limon suyu ve kabuğunu ekleyin. Un ve kabartma tozunu da ayrı bir kapta karıştırarak ekleyin. Pişirdiğiniz soğumuş olan kekin üzerine bu karışımı dökün. 25 dakika ya da katılaşana kadar çırpın. Sıvı olarak gördüğünüz karışım koyulayıp katı hale gelecektir. Kalıbından çıkarmadan soğumaya bırakın. Pudra şekeri serperek servis edin. Dilerseniz ekstra pudra şekeri olmadan benim gibi sade de tüketebilirsiniz. Yanında güzel bir kahve ile açık hava da, Can yeşillikler arasında koşturuyor... İşte keyif bu...
IMG_7828

30 Ekim 2009 Cuma

Gençliğe Hitabe

(Taraf 29 Ekim 2009)

Seksenaltı yıl yeter bence. Kan-vatan-düşman’dan ötesine aklı ermeyen bir dil bu ülkeyi bunca yıl esir etti. Artık yeni şeyler düşünmenin vaktidir.

Kan-vatan-düşman edebiyatının şahikası Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabe adlı eseridir. Bugün tekrar yazılacak olsa ben şöyle düzeltirdim.

*

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, insan olmaktır.

İnsan olmanın yegâne temeli insana sevgidir. Hayatın boyunca, insanlara güzelliği, aklı ve adaleti öğretmeyi görev bileceksin. Bilgin varsa, bedel beklemeden paylaşacaksın. Buna imkân ve şeraitin müsait değilse, yanındaki üç veya beş kişiye katıksız sevgini vermeyi deneyeceksin; onların hayat yükünü bir nebze hafifletmeye çaba göstereceksin. Bunu yaparken Türk mü, yoksa Hindu mu, Yamyam mı diye sormayacaksın. Çünkü insan, galiplerin hasbelkader çizdiği sınırlara sığmayacak kadar kıymetli bir hazinedir.

Dahili ve harici bedhahlarla etrafın çevrili olabilir. Sen şerri bahane etmeyecek, hayırhahlığını ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin. Zira kötülük, esarettir. Manevi istiklalini ve manevi hürriyetini ancak insan olmakla kazanabilirsin.

Düşman bütün tersanelerine girmişse, vazifeye atılmadan önce düşüneceksin. Önce, düşman mı diye soracaksın. (Çünkü bugün düşman olan yarın dost olabilir.) Sonra onu kendine düşman etmek için ne hata yaptığını düşüneceksin. (Çünkü düşmanlık, herkes için ağır bir yüktür.) Gönlünü kazanmayı deneyeceksin. Tersaneyi beraber işletmeyi teklif edeceksin. (Öylesi her ikiniz için daha kazançlı olabilir.) Sonuç alamasan, bir tersane uğruna düşman olmaya değer mi diye bir kere daha kendine soracaksın. Bunları yapabilirsen, inan, dünyanın tüm tersaneleri senin olur. Tüm ordular sana boyun eğer. Tüm kalelerini terkedecek gücü ve güveni kendinde bulursun.

Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar sana "düşünmeyeceksin!" diyebilirler. Kendi çorak ve bencil emellerine seni muhafız ve müdafi yapmak isteyebilirler. Kuşaklardan beri süren iktidarlarını bir gün daha korumak için senin damarlarındaki kanı talep edebilirler. Memleketin bütün tepeleri kan ve intikam bayraklarıyla donatılmış, bütün mektepleri zaptedilmiş, bütün mahkemeleri elde edilmiş, bütün gazete köşeleri bilfiil müstevlilere terkedilmiş olabilir. Millet, cehalet ve propaganda içinde serseme dönmüş olabilir.

Ey insan evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, insan olduğunu unutmamaktır. Muhtaç olduğun kudret tanrı vergisi olan vicdanında ve her gün çalışarak geliştireceğin aklında mevcuttur.

Başbuğ gider, Başbuğ gelir

(Taraf, 28 Ekim 2009)

İlker Paşa’nın suyu ısındı gibi görünüyor, geçmiş olsun. Kim bilir, belki giderayak birilerinin aklına gelir, senin İstanbul’da Birinci Ordu Komutanı olduğun dönemde düğmesine basılan, Kara Kuvvetleri Komutanı olduğun dönemde tetiği çekilen bir cinayet vardı, o konuda bildiklerini de bir zahmet anlat diye sorarlar.

Bunca seneden sonra Türkiye’de sanki bir şeylerden ümitli olmak da mümkünmüş duygusuna kapılıyor insan. Allah aklımıza mukayyet olsun.

*

Başbuğ gitti diyelim, peki yerine kimi koyacaklar? “Sivil toplum örgütleri, akademik çevreler ve ülke içi medya ulusal birlik ve güvenliği tehdit ediyor” diyen Kara Kuvvetleri Paşasını mı? Taraf’ın haberinde “cuntanın kilit isimlerinden” diye tarif edilen Birinci Ordu Paşasını mı? Al birini vur ötekine!

Bu noktada artık biraz daha geniş düşünmenin zamanıdır gibi geliyor bana.

Genelkurmay Başkanlığı diye bir şey neden var biliyor musunuz? Anlatayım. Eski adıyla Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ni 1880’li yıllarda von der Goltz başkanlığındaki Alman askeri heyetinin önerdiği reformlar çerçevesinde kurmuşlar. Ordunun modernizasyonu, eğitimi, donanımı, terfileri, strateji ve taktikleriyle ilgili program üreten bir daire olsun demişler. Başına da genellikle tuğ ya da tümgeneral düzeyinde bir komutan koymuşlar.

1914’te yeniden düzenlenmiş, bu sefer Enver Paşanın başına buyruk Başkumandanlık “Vekâletine” karşı Alman askeri bürokrasisinin denetim organı işlevini yüklenmiş. 1914’ten 1918’e dek Osmanlı devletinin genelkurmay başkanı Bronsart von Schellendorf Paşa’dır. 1918’de o ölünce yerine General Hans von Seeckt geçer. Sarıkamış, Çanakkale, Kutülamare gazaları sırasında genelkurmayın başında bu şahıslar vardır. Adlarını hiç duymuş muydunuz?

1924’te Gazi Paşa henüz tam ve nesnel analizi yapılamamış bir nedenle ordu kumandasından elini çekince, Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa (Çakmak) fiilen silahlı kuvvetlerin tek hakimi olarak kalır. 20 yıl gibi eşine zor rastlanır bir süreyle bu görevi sürdürür. Yerine geçenler de yıldan yıla artan bir özgüvenle padişahçılık oynamaya devam ederler.

Acaba Genelkurmay dairesini asli görevine döndürmenin zamanı gelmiş midir?

Her işte Amerika’yı model alıyoruz madem, Amerikan Genelkurmayına bakın. Oradaki adı Joint Chiefs of Staff’tir. Savunma Bakanının askeri konulardaki baş danışmanıdır. Komuta yetkisi yoktur. Yani askeri birliklere emir vermez. O işi Savunma Bakanına bağlı ordu ve harekât komutanları yapar. JCS’ın başında genellikle tuğ veya tüm rütbeli bir subay vardır. Bu işlere özel merakı olanlar dışında kimsecikler adını sanını bilmez.

“Bize uymaz” diyenler çıkacaktır muhakkak. Sizce Türkiye rasyonel bir askeri düzene ayak uyduramayacak kadar yamuk bir ülke midir?

8 Ekim 2009 Perşembe

Kutsallara Saygı - II

(Taraf gazetesi 9 Ekim 2009)

Önce size bir dalgın hoca hikâyesi anlatayım da gülün.

Yaklaşık birbuçuk ay var ki Kelimebaz’a gelen mailler iyice azaldı. Önce yazdır, tatildir deyip önemsemedim. Sonra eyvah dedim, millet bu yazılardan bıktı, artık okumuyorlar. Ya da okusalar da gıcık kapıyorlar, muhatap olmuyorlar. Moralim bozuldu tabii, içim içimi yemeye başladı. Daha mı keskin yazsam, tarz mı değiştirsem, toptan vaz mı geçsem? Gittim Ahmet Altan’a da dert yandım bu minval üzerine. Sağolsun teselli etti, teşvik etti, ama ne fayda?

Dün farkettim ki neymiş? 27 Ağustosta sitemin server ayarlarını değiştirdim, o günden beri kelimebaz mailleri gelmiyormuş! Bir baktık, valla inanmayacaksınız, çeri çöpü ayıkladıktan sonra tam 1042 (binkırkiki) tane mail birikmiş. Günde 20-25 tane eder, öven, seven, öpen, soru soran, itiraz eden, lanet okuyan, cesedimi kuduz itlere yediren...

Dünden beri onları okuyorum. Ne kadar özlemişim yahu! Ne kadar içten, ne kadar güzel mektuplar var bilemezsiniz. Benim gibi kart bir adamın bile gözüne birkaç damla yaş geldiyse düşünün artık.

*

Gelelim din ve ahlak işlerine.

Bir, normal herhangi bir ülkedeki gibi bu ülkede de ahalinin yüzde yirmi kadarı açık veya gizli dinsizdir. Yani Allaha mallaha inanmazlar. (Ahlak düzeyleri de ORTALAMA dindarınkinden üstündür, merak etmeyin.) Bu insanların düşünce ve inançlarını hiç kimseden korkmadan, savunmaya mecbur edilmeden, ezilip büzülmeden, dilediklerince ifade etme hakkına sahip olduklarına inanıyorum. On milyon tane küfür kâfir maili gelse de bu inancımı değiştirmeyeceğim.

İki, bazı şeyler kutsaldır, aman dikkat kırılır, adlarını anacaksan salavatla anmalısın tezine katılmıyorum. Kutsal olduğunu söyleyen SENSİN. Sana saygı duyarız çünkü insana saygı duyarız. İnsanların kendilerince haklı veya güçlü gerekçelerle dine bağlanmış olabileceğini anlarız, bu işe akıl, zekâ, duygu ve sevgi yatırdıklarını biliriz. Bazılarını severiz de. Ama onların putlarına, diğer putlara gösterdiğimizden daha fazla neden saygı göstermemiz gerektiğini anlamakta zorluk çekeriz.

Üç, bir şey doğru olabilir ama kim ne zaman nasıl söylese doğru olur, o tartışılır tabii. 21 Eylül’de çıkan Sansür yazım ani bir öfkeyle yazılmış bir yazıydı. Öfkeyle yapılan her iş hatadır, onu kabul ederim. Ayrıca şunu söyleyeyim, ertesi gün çıkan Feriştah konulu yazımın bununla bir alakası yoktu. Yayından on gün önce Baskın Hocamla bir telefon görüşmesi sonunda yazıp gönderdiğim, sonra aklımdan çıkmış bir yazıydı. Üstüste gelmesi talihsiz oldu. Komik bulduğum bir küfrü analiz ederken, sanki ima yollu küfrediyormuşum gibi algılandı. Buna gücenenler oldu. Yanlış anlaşılmıştır, evet, ama gene de onlara bir özür borçluyum sanırım. O da kabul.

Dört, bunları geçiniz, en mühimi şu: Kalp kırmak kötü bir şey. Haklı da olsan, haksız da olsan kötü şey. “Oğlum saçmalama, bunda kalp kıracak bir şey yok” diye konuşmanın bir faydası yok. Kırıldıysa kırılmıştır, o da beni üzer.

Dindar kesimde yazılarımı okuyan, seven, beğenen insanlar var. Bir süredir karşılıklı bir tür utangaç aşk yaşıyoruz. Birçoklarıyla yazışıyorum, yüz yüze sohbet ediyorum. Onlar hayrette, “Kimdir bu Ermeni?” diye. Ben hayretteyim, ne kadar aklı başında, kafası çalışan, edepli insanlar varmış o kesimde diye. Bu güzel bir şey. Karşılıklı tarafları zenginleştiren, ufuk açan bir şey. Bunun zedelenmesi beni üzmüştür.

Eşek değiliz nihayet.

Kutsallara saygı - I

(t24 internet gazetesi, 8 Ekim 2009)

“Sevan Nişanyan mı? Küstah adam!” Sizden böyle bahseden birine “Ağzına sağlık kardeşim. İşte tam da buyum, küstahım!” der misiniz?

Demem. Küstah mıyım; bilmiyorum, değerlendirmek de bana düşmez. Aklı olan herkesin aşağı yukarı bildiği, düşündüğü şeyleri alışılmıştan daha rahat bir dille dile getiriyorum. “Ay ne derler acaba?” diye çok fazla dert etmiyorum. Hepsi bu.

Ya “Sevan Nişanyan, bu toplumdan ve Müslümanlardan özür dilemeli!”ye nereden bakıyorsunuz?

Bakın, iki ayrı olay var burada.

“Feriştah” konulu yazımın “Sansür” başlıklı yazının hemen ertesinde yayımlanması çok talihsiz oldu. Çok yanlış algılandı. İki yazının alakası yok aslında. Feriştah’ı Sansür'den on gün önce yazıp gazeteye göndermiştim, Baskın Oran sordu “nedir bu feriştah sikmenin aslı?” diye, onun üzerine. Sansür yazısını ise arife günü bir öfke ile beş dakikada çakıp yolladım; ikisinin üstüste gelip duble etki yapacağını hesaplayamadım. Yanlış bir algılama oldu.

Sansür makalesi gayet keskin fakat edepli bir yazıdır. Öbürünun bu konuyla bir alakası yok. Amaç küfretmek değil, komik (ve yaygın) bir küfrü analiz etmek. O noktada sanki ben ima yollu küfrediyormuşum gibi yanlış bir izlenime kapılan insanlardan özür dilemem gerekir. O noktada haklılar. Özür dilerim.

Asıl tepki feriştaha değil sansür yazısına geldi galiba?

Sansür başlıklı yazımın arkasında sonuna kadar dururum. Alabildiğine basit ve evrensel bir doğrudan söz ediyorum. Efendim bazı kavramlar kutsalmış, falan filan. Kutsal olduğunu söyleyen SENSİN. Ben – ve benden daha aklı başında milyonlarca kişi – bunların saçma sapan hurafeler olduğunu düşünüyoruz. Neden kutsal kabul edecekmişim, yahut öyle olmadığını bildiğim halde kutsalmışçasına söz edecekmişim ki? Neden fikrimi açıkça ve dilediğim üslupta dile getirmeyecekmişim ki?

Biri diyor Atatürk kutsaldır, öbürü diyor Kürtlük duygularım kutsaldır, yok efendim Kayı Boyu kutsaldır, şehitler kutsaldır, kahraman ordumuz kutsaldır, soykırımımızın anıları kutsaldır. Hadi canım sen de! Birinin kalkıp bunlara karşı açık açık laf söylemesine alışık değiller, o yüzden şoklara uğruyorlar. Üç beş sefer sonra alışırlar.

“Keşke bu tonda bir yazı, bayram gününe denk gelmeseydi, yanlış anlaşıldım” diye düşündünüz mü?

Beni üzen şu oldu. Dindar kesimde yazılarımı okuyan, seven, beğenen insanlar var. Birkaç senedir karşılıklı bir tür utangaç aşk yaşıyoruz. Birçoklarıyla yazışıyorum, bazılarıyla yüz yüze sohbet ediyorum. Onlar hayrette, “Kimdir bu Ermeni?” diye. Ben hayretteyim, ne kadar aklı başında, kafası çalışan, edepli insanlar varmış o kesimde diye. Bu güzel bir şey. Karşılıklı tarafları zenginleştiren, ufuk açan bir şey. Bunun zedelenmesi beni üzer, doğal olarak. Seni seven veya sevmeye çalışan bir insanın kalbini kırmak yanlış.

Öte yandan bu aşkın temelde çok zor bir aşk olduğunu da kabul etmek lazım.

O neden?

En temel değerler, temel varsayımlar farklı. İnsanlarla güzel güzel sohbet ederken iş bazı “tabu” konulara kaydı mı birden kabuklar sertleşiyor, dikenler dikleşiyor. Orada beni rahatsız eden bir asimetri var. Ben, temel konularda benden farklı düşünen insanlara alışığım. En kötü ihtimalle “üff yaa, tamam, yeter” der geçerim. Oysa dindar insanların acayip bir ALINGANLIK meselesi var. Olayı bir fikir ayrılığı olarak görmek istemiyorlar. Anasına nenesine dil uzatılmış moduna geçiyorlar anında. Bu da bana haksızlık gibi geliyor. Çoğu zaman “eh peki, ne yapalım, bunlar da böyle” deyip geçiyorum. Kadı kızında da o kadar kusur olur. Ama bazen hakikaten sabrım taşıyor. Boks yapıyoruz ama bir kolum bağlı. Satranç oynuyoruz ama vezirimi oynatmam yasak. Olur mu öyle şey?

“Sansür” yazısını sanki bir öfkeyle yazmışsınız gibi geldi bana.

Doğrudur. Demin belirttiğim sabır taşma hadiselerinden biri oldu. Olay neyse ne, çok da mühim değil. Haklı olup olmadığım da tartışılır. Birden patlayıverdim, “yetti gayri” diyerek. Bazen öfkemi kontrol altına alamama sorunum var sanırım, bu gerçek. Oysa öfkeyle yapılmış işler sakattır. Akılla ve sükûnetle davranmayı her koşulda bilmek lazım. İşin TARZI ve ZAMANLAMASI yanlıştı, kabul.

Sizce eğer bu yazı “Müslümanlar alınırmış” frekansında değil de “Hiçbir inancın dokunulmazlığı yok. Buna İslam da dahil” tonunda olsaydı yine benzer tepkiler alır mıydınız?

Öyle memur ağızlı yuvarlak laflar etmekten gına geldi memlekete bunca senedir. Bir laf söyledin mi cart diye söyleyeceksin ki insanlar duysun, algılasın, uyansın. Bu soru ne demek? “Sen karnından konuş, insanlar ne dediğini anlamaz, tepki vermez” mi demek istiyorsunuz?

Hayır, “Sevan Nişanyan mı? Adam polemik istiyor. Ondan böyle yazıyor. Gündeme getirmeye değmez”cilikten söz ediyorum. Hoşunuza gidiyor mu böylesine mevzu olmak?

Memlekette geri zekâlı çok, ne yapalım. Gülüp geçmeyi öğreniyorsun.

Şimdi birilerinin tüylerini yine diken diken edeceksiniz. Siz hiç mi çekinmiyorsunuz bu denli rahat olmaktan. Gelecek tepkilerden, tacizlerden, tehditlerden?

Acı patlıcanı kırağı çalmaz, bir. Çalsa ne olacak, o da iki. Hrant Dink melek gibi adamdı, neye yaradı? Adın Nişanyan olup da bu ülkede piyasaya çıktın mı, ağzınla kuş da tutsan tepkiyi, tacizi, tehdidi, küfrü, eblehliği göze alacaksın. Eh, madem öyle bari değsin diyorum.

Tepki sizi daha beter coşturuyor galiba?

Bakın şimdi tepki var, tepki var. İnsan gibi tepkiden etkilenirim tabii.

Size şöyle anlatayım. Birkaç haftadan beri teknik bir şeyden ötürü “kelimebaz” adresine gelen mailleri alamıyormuşum, farkında değilim. Sansür yazısının ertesi bu yüzden hiç öyle tepki mepki yağmadı. Şahsi e-mail adresime konuyla ilgili iki mail geldi. Biri övgü. Diğeri, uzun zamandır çok severek yazıştığım dindar bir kadından, çok içten ve acıtıcı bir kınama. O mektuptan sonra üzüldüm, moralim bozuldu, “Sevan sen eşeksin, ne gereği vardı şimdi bu kızı üzmenin” diye düşündüm. Bir şeyler yazayım da gönlünü alayım diye tasarladım. Ertesi gün bir de Feriştah yazısı çıkmaz mı? Sabah kahvaltıda onu görünce başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Aklımdan sadece bir cümle geçti, “Eyvah şimdi b.ku yedik!” O kadar.

Yani peki, tamam, kavgayı severim. Ama o kadar akılsızca da değil.

Taraf yönetiminden bir uyarı aldınız mı?

Yoo, neden?

Alsaydınız, söyler miydiniz?

Dostlar arasındaki konuşmalar başkasını niye ilgilendirsin?

O halde şöyle soralım: Taraf'ta sizi eleştirenleri biliyoruz da tebrik eden oldu mu peki?

Okurlardan tebrik edenler çok oldu. “Vallahi süpermiş! Helal olsun! Tebrik ederim! Bunları yazabilen bir babayiğit çıktı nihayet! Helal!” vesaire. Eş dosttan telefon edip “Oğlum dikkatli ol başına bir şey gelecek” cinsinden uyaranlar oldu tabii, ama çoğunluğun tepkisi bir tür ferahlama, “oh, nihayet biri cesaret etti” tepkisi.

Sansür

(Taraf, 21 Eylül 2009)
Bu yazıdan sonra kıyamet koptu...
Censeo (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden censor (/kensor/) eski Roma’da hem nüfus idaresi hem ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı censura (/kensura/).

Latincenin Kuzey Frengistan vilayetindekonuşulan taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. İnce sesliye bitişen /k/ sesi önce /ts/ sonra /s/ diye söylenir olmuş. Geniz /n/sine bitişen /e/ sesi ağzın gerilerine doğru kaçıp /a/ olmuş. /U/ sesi incelip /ü/ halini almış. Kelime sonundaki –a dişil eki de önce /e/ olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük halâ aslına yakın bir şekilde censure yazıldığı halde /sansür/ diye okunuyor.
Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1900 civarından daha eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865’lerde Tasvir-i Efkâr’ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıali’de birileri “fekat bu censure’dür azizim” diye mırıldanmıştır.
*
Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.
Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.
Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!
Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde.

24 Eylül 2009 Perşembe

Üzer

1. İki insanın karşılıklı rızasıyla yapılan işler, üçüncü kişilere zararı yoksa kamuyu ilgilendirmez. Asıl vahim tecavüz, kamunun üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmasıdır.

2. Reşit olmayanların hukukunu ana baba veya vasi temsil eder. Ana baba ve vasi çocuğa karşı açık düşmanlık içinde değilse elaleme susmak düşer.

3. Aile içi cinayete ve işkenceye karşı oluşturulmuş bir müdahale hakkını çocuğun rızasına rağmen kullanmak, kamu gücünün suiistimalidir. Kanserleşmiş devletin yeni bir tezahürüdür.

4. Çocuğun hukukunu üç tane kokmuş devlet memuru ana babasından daha mı iyi koruyacak? Gülünç!

5. Adlı Tıp raporları yalandır. Adli Tıp Kurumu çürük devlet yapısının en çürük birimlerindendir.

6. Kızın “ruhsal yapısı bozulmuş” diyorlar. Neden ve nasıl bozulmuş, açıklanmadı. Acaba kendi yüzünden Hüseyin amcasının başına gelenlerden midir? Yoksa medyanın toplu tecavüzü müdür sebep?

7. Onüç yaşındaki kızları nikâhlayıp kapatmanın cezası hapis ise, Hz. Muhammed’in de hapsi gerekirdi. Aşağı yukarı bütün Osmanlı sultanlarının da.

8. 78 yaşında bir adamı 13 yıla mahkûm etmek zulümdür. Kaçma ihtimali olmayan bir adamı kelepçeyle gezdirmek terbiyesizliktir.

9. “Halk öyle istedi” diye adaleti alet etmek en büyük zulüm ve en büyük terbiyesizliktir. Hüseyin Üzmez kamuoyu yaygarasına kurban edilmiştir.

10. Hayatı boyunca linççilikle yaşamış bir adamın linç edilmesi kaderin cilvesidir. İbret almak gerekir.
*
Devam...
11. Bir şeyi ahlaken beğenmemek başka şeydir, suç ilan edip yargılamak başka şeydir. İkisinin farkını anlamadan medeni bir toplum olunamaz, aşiret olunur.
12. Devletin topluma tecavüz etmesi, ihtiyar bir adamın 13 yaşındaki kıza tecavüz etmesinden (eğer tecavüzse) daha tehlikeli ve daha zararlıdır.

21 Eylül 2009 Pazartesi

İmha Edemedik Açılım Verelim

(Star gazetesi Açık Görüş ekinde 20 Eylül 2009'da yayımlandı)

“Yanlış Cumhuriyet” çatırdıyor mu? Tabii çatırdıyor.

23 Ocak 2007’de Hrant Dink’in cenazesi Cumhuriyet tarihinin manipüle edilmemiş en büyük kitle gösterisine dönüştüğü gün bir kiriş çatlamıştı.

Milletin yeni halaskârlığına soyunmuş Büyükanıt Paşa 27 Nisan 2007’de afra ve tafra ile muhtırasını verip “ne diyor bu adamlar yahu?” tepkisiyle karşılaştığında sistemin iç organlarının iflas ettiği anlaşıldı.

15 Ekim 2008’de Başbuğ Paşa 90 seneden beri kanıksadığımız malûm tehdit-hakaret nutuklarından birini atıp ertesi gün Taraf gazetesinde “Önce İndir o Elini” cevabını aldığında çatırtı kulakları sağır eden bir hal aldı.

Ümit Kıvanç zelzele aslında 17 Ağustos 1999 depreminde başladı diyor; o da mümkün. Belki ben geç farkettim.

Ahali sağlam lakin devlet köhne

Sonuçta bu binanın bu sıkleti çekemeyeceğini görmemek için ya kör olmak lazım, ya da belediye imar memuru.

Türkiye aldı başını gitti. Kör taşranın ücra köyüne yol gitti, televizyon gitti, internet gitti. “Hıh, bunlar da üniversite mi?” diye burun kıvırdığımız yüz tane taşra üniversitesinden dünyaya aç milyonlarca genç mezun oldu. İnsanlar Yozgat’ın köyünden çıkıp – bazan İstanbul’a bile pek uğramadan – gidip Sudan’da okul, Bulgaristan’da düdüklütencere fabrikası, Filipinlerde kerhane açıyorlar, Alman üniversitelerinde Zazaca filoloji okuyorlar, Adisababa Hilton’a müdür oluyorlar.

1920’lerde kalmış vatan millet, atam yatam edebiyatıyla daha nereye kadar gidebilirsin?

Ceset kokusu

Dünya aldı başını gitti. 1968 hengâmesinde yetişen kuşaklar dünyayı elinden tutup, 1930’ların, 1950’lerin savaş korkağı dünyasından bambaşka bir yere taşıdılar. Sen daha halâ çocuklara atlet fanila giydirip 19 Mayıslarda Türkçe “Heil Führer” yazdırmayı marifet sayan zihniyetle kime ne laf anlatabilirsin?

Gidin İstanbul’da herhangi bir büyük firmanın genel merkezini ziyaret edin. Sevmeniz şart değil, oradaki genç insanların özgüvenine, enerjisine bakın. Sonra Ankara’da herhangi bir bakanlığın leş kokulu koridorlarında bir dolaşın. “Koparalım kafasını daha fazla acı çekmesin” duygusuna kapılmadan bunu yapabilecek insan var mıdır?

Koku dediğim öyle klorakla temizlenebilecek bir koku değil, manevi bir koku. Ölmüş, fakat millet heyecanlanmasın diye ölümü halktan gizlenen padişah cesedi kokusu...

Yenilen pehlivan...

Yanlış Cumhuriyetin sahibi ve hamisi olan kurum, son yıllarda üstüste iki büyük savaş kaybetti.

Biri İrtica Savaşıdır. Savaşa açık açık ve pervasızca girdiler. 27 Nisan – 27 Temmuz 2007 Cumhurbaşkanlığı Meydan Muharebesinde feci bir dayak yeyip yenildiler.

Diğeri Kürt Savaşıdır. Kimse kimseyi kandırmasın, 25 yıl süren bu savaş TSK için net bir yenilgiyle sonuçlanmıştır.

Bir gerilla örgütünün düzenli orduya karşı meydan muharebesi kazanması mümkün değildir. Aradaki devasa güç farkına rağmen 25 yıl yaşamayı başarması bizatihi zaferdir. Liderini esir verdikten sonra yaşamaya devam etmesi daha büyük zaferdir.

...Savaşa doymaz

Yanılmıyorsam 1992 olmalı, o zamanki genelkurmay başkanının çıkıp “bunlar dağda üçbin ila beşbin kişidir, bu yıl hepsini imha ederiz” diye konuştuğunu hatırlıyorum. Aradan bunca yıl geçti, şimdi verdikleri sayı 6000 ila 8000. Refleks olmuş alışkanlıkla adam halâ çıkıp “son terörist imha edilinceye kadar mücadele devam edecek” diyebiliyor, kimse de kalkıp “25 yıldır niye etmedin öyleyse” diye sormayı akıl etmiyor.

Yenildiler, ve işin kötüsü bu yenilgiyi daha fazla gözden saklamanın imkânı kalmadı. Yenilginin ceremesi vardır; insan canı da poker masasında harcanan fiş değildir. Yenilen orduda hangi depremlerin yaşanacağını, sarsılmaz sanılan hangi kolonların çatlayacağını önümüzdeki aylar veya yıllar gösterir sanırım.

Ama biz kardeşiz!

Bunca girizgâhtan sonra nihayet geldik esas konumuza: Kürt Açılımı nedir, ne değildir?

Hemen söyleyeyim. Bir, mahçup lisanla yenilgi itirafıdır. İki, yangından mal kaçırma operasyonudur.

Birincisine dair: Hani adamı zayıf görüp bir tane çakarsın, sonra bakarsın ki pabuç pahalı, bir kutu şeker alıp kapısına dayanırsın, “ehem, aslında biz din kardeşiyiz, aa bak çenende çizik olmuş vah yazık” diye şirinlik yaparsın, o kadarını söyleyelim yeter. Başbakanın, içişleri bakanının sözlerine bakıp da ben bundan öte bir bilinçlilik hali, ciddi bir özeleştiri, neyi hedeflediği belli bir tamirat planı göremiyorum, kusura bakmayın.

İkincisine dair: Osmanlı bu işleri çok görmüştür. Sebep ve süreç bakımından Kürt meselesinin tıpkısının aynısı olan kavgalar daha önce Sırbistan’da, Yunanistan’da, Romanya’da, Bulgaristan’da, Makedonya’da, Arnavutluk’ta, Ermenistan’da, Suriye’de, Lübnan’da, Girit’te yaşandı. Ders alındı mı? Asla!

Eski açılımlar

Baştan yapılması gerekenler her seferinde apaçık ortadaydı, biraz vizyon ve cesaretle kolayca üstesinden gelinebilirdi. Yapılmadı, sürüncemede bırakıldı, “son terörist imha edilinceye kadar kahraman ordumuz teyakkuzdadır” mavalıyla ahali uyutuldu. İş işten geçtikten sonra çözüm paniğine girildi, ama ne fayda?

Siz Makedonya Açılımını bilir misiniz? Rumeli dağlarında senelerce kan gövdeyi götürdükten sonra nihayet 1904’te Avrupa’nın zoruyla Makedonya reform paketini açtılar. Heyhat ki Bor’un pazarı geçmişti. Sekiz yıl sonra Makedonya gitti, bütün Rumeli’ni de peşinden götürdü.

Ya 1914 Ermeni Açılımını bilir misiniz? Alabildiğine mütevazı ve mantıklı bir reform paketini, 1878’de söz verildiği halde tam 36 yıl süründürmeyi başardılar. Sonunda dünya konjonktürünün değiştiğini sezip alelacele peki dediler. Yirmi yıl önce olsa herkesi memnun edecek güzel bir paketti. Ama artık yirmi yıl öncesi değildi, Ermenilerin de kolay kolay bir şeyden memnun olacak hali kalmamıştı. Sonuçta ne oldu biliyorsunuz. Barış imkânı heba edildiği için, topyekûn imhadan başka çözüm kalmadı.

Çok az, çok geç

Siz bu sefer farklı olacağını ummak için yeterli bir neden görebiliyor musunuz? Çok isterim ki yanılmış olayım, ama ben göremiyorum. İngilizcede “too little, too late” diye bir deyim vardır: Çok az, çok geç.

Yıllardan beri hiçbir ciddi sorunu çözmeyi başaramamış bir devlet yapısıyla, dağda adam katletmeyi meslek edinmiş ve başka bir hayat tarzı düşünemeyen generallerle, bir gün söylediğini ertesi gün yalamayı alışkanlık haline getirmiş bir hükümetle gidilebilecek yerin sınırı bellidir: too little, too late!

Nazlı gelin açılımı

“Ulusal bilinç” adı verilen asrın vebası Kürt halkını sarmıştır. Bu hastalığın tedavisi kolay değildir. Bir kere buna yakalanıp da yüz seneden önce iyileşen görülmemiştir. Korkarım ki daha işin başındayız ve vatan-millet- Fırat uğruna daha çok acılar çekilecektir.

En başa dönelim.

Sorunu yıllar boyu sürüncemede bırakıp kangren ettiren yapı ortadadır. Yanlış Cumhuriyet’i, tüm kurumları ve zihniyetiyle yeniden yapılandırmadan bu belanın altından kalkılabileceğini sanmak hayal olur.

Efendim Anayasanın bilmemkaçıncı maddesinden iki kelime silelim, bin kişiyi Suriye’ye gönderelim, İmralı’ya üç oda bir salon ekleyelim, TRT yetmez Şovtivi de Kürtçe yayın yapsın... Bunları geçiniz bir kalem.

Güç ve cesaret

Siz “kırkbin kişiyi katletmek yetmez daha kan isterük” diyen adamları topyekün tasfiye edebiliyor musunuz?

Rasyonel karar alma yeteneğini tümden kaybetmiş bir bürokratik yapıyı yeni baştan kuracak Personel Reformunu yapabiliyor musunuz?

1938’in 10 Kasım’ında saatleri ve beyinleri durmuş bir eğitim sistemini ıslah etme hayalini bir yana bırakıp her şeyi baştan kurmayı göze alıyor musunuz?

Etrafınızda size tarihi bağlarla bağlı ulusları yeniden size entegre edecek ölçekte, belki devletinizin kimliğini yeniden düşünebiliyor musunuz?

Bunları yapacak gücünüz ve cesaretiniz varsa eyvallah. “Açılım” yolda demektir.

Yoksa boş iş. Biz oturup çatırtıları dinleyelim, tepemize yıkıldığında nereye kaçarız diye tedbirimizi düşünelim.

______________

Sevan Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet adlı kitabının yeni basımı yakında Everest Yayınları’dan çıkacak.

11 Eylül 2009 Cuma

Kötü yapılaşmanın sebebi kim?

(Taraf, HerTaraf 10 Eylül 2009 - İstanbul'da ölümlere yol açan su baskını dolayısıyla)

Şimdi insanlar öldü ya, güzide basınımız gene başlar döğünüp bağırmaya, “kaçak yapılaşmaya hayır” diye. Refleks gibi bir tepki, vur dizine tokmağı bacağı zıplasın. İnsanlar neden ölüyor? Kaçak yapılaşma yüzünden ölüyor! Tak, zınk! Beyne gerek yok, omurilik neyine yetmez?

Halbuki memlekette her şey Devlet’imizin gözetim ve denetiminde olsa ne güzel olur değil mi? Vatandaş yasalara ve yönetmeliklere uyar, yapılaşma planlı olur, kimsecikler ölmez. Basit.

Belanın başı Devlet

Ben size açık açık söyleyeyim. Bu ülkenin başındaki birinci büyük bela Yeniçeri ise, ikincisi İmar Şebekesidir. Kökünden sökülüp atılmadığı sürece Türkiye’nin medeni bir ülke olma ihtimali yoktur, hiç hayal kurmayın.

Bir zamanlar dünyanın en güzel kasaba ve kentlerinden yüzlercesine sahip bir ülkeydi burası. Hepsi bir örnek ucuz, sefil, zevksiz, sağlıksız, kişiliksiz apartman yığışmaları diyarına çeviren kimdir, bir düşünün. Kaçak yapılaşma mıdır? Yoksa “kafana göre ev yapamazsın, ne yapacağına Devlet karar verir” diyen, memleket çapında örgütlenmiş imar çeteleri mi?

Önceki gün Kalkan’daydım, zihnimde henüz taze. Yirmi yıl önce orada olan dünya şekeri küçük köyün etrafında şimdi azgın bir vahşetle dağları tepeleri sarmış bir Ucubekent var. Sizce kaçak mıdır? Yoksa muteber bir üniversitede şehircilik okumuş biri imar planını çizmiş, belediye çatır çatır haracını kesmiş, denetimini yapmış, mimarı, mühendisi, boku, teki çarşaf çarşaf projelerini yapıp yağmadan yasal paylarını almış mıdır?

Kalkan misal sadece. İstanbul deyin, Tirebolu deyin, Çemişgezek deyin farketmez. Yürürlükteki yasalara uygun olarak yapılanıp da güzel, insancıl, akla uygun, kalıcı olan BİR TEK yerleşim yeri söyleyin bana, bu yazıyı yiyeyim.

Halkın suçu değil

Hayır, ahaliyi suçlamanın anlamı yok. Bin seneden beri güzel ev, güzel kasaba yapmayı iyi kötü becermiş bir halk durduk yerde bozulmadı herhalde. Efendim göçebe geleneğiymiş, şuymuş buymuş, bunlar da inandırıcı değil. Safranbolu’yu yaparken göçebe değildiler de şimdi mi göçebe genleri depreşti?

Benim için esas ipucu şudur. Küçük Oteller Kitabı yüzünden memleketi fellik fellik dolaştığım şu son onbeş yılda gönül hoşluğuyla “budur” dediğim ya yirmi ya otuz tane yeni yapılaşma örneği hatırlıyorum. Hani içinde güzellik vardır, zekâ pırıltısı vardır, teknik beceri vardır, görünce yüzün güler, ne güzel yer, burada yaşasaydım keşke duygusuna kapılırsın, öyle.

Şimdi bakın, bu yirmi-otuz örneğin hemen hepsi “kaçak”! En az yarısının kapı gibi YIKIM EMRİ var. Ya da insan ömrünü tüketen mücadeleler sonunda, binbir güçlükle, zorla, rüşvetle, torpille “kitabına uydurulmuşlar”. İstisnasız hepsini İmar Çetesinin şu ya da bu şubesi durdurmaya çalışmış. Büyük çoğunluğuna mimar ve mühendis eli değmemiş; ya da değmişse yasal mecburiyet yüzünden değmiş, ona RAĞMEN iş başarılmış.

Sonuç: Güzel (insanî, akılcı) yapılaşmanın önündeki esas engel İmar Şebekesidir. O şer örgütünü yok etmedikçe, bireysel kahramanlık eseri olan münferit işler dışında, memlekette iyi bir şey yapmanın imkânı yoktur.

Bürokrasi bozar

Böyle olmasının sebebi meçhul mü? Değil. Sayalım:

Bürokrasi sorumsuzdur. Kalkan’ı neden rezil ettin diye kendisinden hesap sorulmayacağını bilir.

Bürokrasi akılsızdır. Çünkü akıl, ancak bireysel vicdanın olduğu yerde serpilir. “Mevzuat böyle, amirim de emretti, ama BENCE bunlar yanlış” diyemeyen insanın akılla işi olmaz.

Bürokrasi çirkindir. Çünkü estetik duygusu da bireyseldir. “BEN bunu beğendim” deme özgürlüğüne malik olmayan adam güzelliği ne yapsın?

Bürokrasi kıskançtır. Kendi üç kuruş maaşa ömür tüketirken iş ve ev ve kent kuran adamdan için için nefret eder, kötülük üretir.

Bürokrasi bencildir. Temel içgüdüsü, vatandaş aleyhine kendi iktidarını büyütmektir. Güçlü bir ahlakî-felsefî öğretiyle zapturapt altına alamadığın bürokrasi, bir süre sonra kendi kurumsal çıkarı dışında hiçbir şeyi düşünemez olur.

Bürokrası zalimdir. Eline yıkma ve öldürme gücü verdiğin, kendi kendini besleyen bir kontrolsüz şebekeden hayır bekleme!

Deprem faciası

1999 depreminin neden olduğu felaketlerin en büyüğünü büyükşehir ahalisi pek bilmez.

Depremi izleyen bağrış çağrış ortamında 3194 sayılı İmar Kanununu şipşak değiştirdiler. Eskiden belediye alanları dışındaki köylük yerlerde (bir sürü istisnayla da olsa) yapı işleri nisbeten özgürdü; muhtarı ikna edip iki ustayla kendine bir ev yapabilirdin. 99’dan sonra o da kalktı, dağ başındaki tarlada tavukların için kümes yapmak bile İmar Şebekesinin iznine bağlandı.

Nedenmiş? Ruhsatsız yapılaşma yüzünden depremde insanlar ölüyormuş! Siz depremde hiç köylü yapısı ev yıkıldığını gördünüz mü? O yıkılanların hepsi izinli, ruhsatlı, onaylı, imar planlı, projeli apartmanlar değil midir? Devlet eli bir yere ne kadar çok değmişse yıkım şansının o kadar arttığı görülmemiş midir? İmar kanserinin sebep olduğu felaketi önleyelim derken o kanseri daha da büyütmenin mantığı var mı?

Yasa değişikliğinin sonucunu görüyorsunuzdur ama farkında mısınız bilmem. 1999’a dek Türkiye’de binde bir de olsa güzel, terbiyeli köy evleri yapılıyordu. 99’dan sonra bitti. Yarın bu ülkenin sosyal tarihini yazacak olanlar, beşbin yılda oluşmuş bir mimarî kültürün 1923’ten sonra yozlaştığını, 1999’da sona erdiğini anlatacaklar.

Nalıncı keseri iş başında

Bu sel afetinden sonra da İmar lobisi yaygarayı başlatacaktır, şüpheniz olmasın: “Kaçak yapılaşmaya son,” “Denetimler sıklaşsın,” “Planlı kalkınma,” vs. vs.

Mühendisler Odası başkanı selin ertesi kalkıp konuşmuş bile. Ne demek istemiş ben size mealen aktarayım: oda harçları artsın, üç mühendis yerine beş mühendisten rapor istensin, çark dönsün, çorba kaynasın, gücümüze güç katılsın...

Kanmayın sakın.