(Taraf gazetesi 9 Ekim 2009)
Önce size bir dalgın hoca hikâyesi anlatayım da gülün.
Yaklaşık birbuçuk ay var ki Kelimebaz’a gelen mailler iyice azaldı. Önce yazdır, tatildir deyip önemsemedim. Sonra eyvah dedim, millet bu yazılardan bıktı, artık okumuyorlar. Ya da okusalar da gıcık kapıyorlar, muhatap olmuyorlar. Moralim bozuldu tabii, içim içimi yemeye başladı. Daha mı keskin yazsam, tarz mı değiştirsem, toptan vaz mı geçsem? Gittim Ahmet Altan’a da dert yandım bu minval üzerine. Sağolsun teselli etti, teşvik etti, ama ne fayda?
Dün farkettim ki neymiş? 27 Ağustosta sitemin server ayarlarını değiştirdim, o günden beri kelimebaz mailleri gelmiyormuş! Bir baktık, valla inanmayacaksınız, çeri çöpü ayıkladıktan sonra tam 1042 (binkırkiki) tane mail birikmiş. Günde 20-25 tane eder, öven, seven, öpen, soru soran, itiraz eden, lanet okuyan, cesedimi kuduz itlere yediren...
Dünden beri onları okuyorum. Ne kadar özlemişim yahu! Ne kadar içten, ne kadar güzel mektuplar var bilemezsiniz. Benim gibi kart bir adamın bile gözüne birkaç damla yaş geldiyse düşünün artık.
*
Gelelim din ve ahlak işlerine.
Bir, normal herhangi bir ülkedeki gibi bu ülkede de ahalinin yüzde yirmi kadarı açık veya gizli dinsizdir. Yani Allaha mallaha inanmazlar. (Ahlak düzeyleri de ORTALAMA dindarınkinden üstündür, merak etmeyin.) Bu insanların düşünce ve inançlarını hiç kimseden korkmadan, savunmaya mecbur edilmeden, ezilip büzülmeden, dilediklerince ifade etme hakkına sahip olduklarına inanıyorum. On milyon tane küfür kâfir maili gelse de bu inancımı değiştirmeyeceğim.
İki, bazı şeyler kutsaldır, aman dikkat kırılır, adlarını anacaksan salavatla anmalısın tezine katılmıyorum. Kutsal olduğunu söyleyen SENSİN. Sana saygı duyarız çünkü insana saygı duyarız. İnsanların kendilerince haklı veya güçlü gerekçelerle dine bağlanmış olabileceğini anlarız, bu işe akıl, zekâ, duygu ve sevgi yatırdıklarını biliriz. Bazılarını severiz de. Ama onların putlarına, diğer putlara gösterdiğimizden daha fazla neden saygı göstermemiz gerektiğini anlamakta zorluk çekeriz.
Üç, bir şey doğru olabilir ama kim ne zaman nasıl söylese doğru olur, o tartışılır tabii. 21 Eylül’de çıkan Sansür yazım ani bir öfkeyle yazılmış bir yazıydı. Öfkeyle yapılan her iş hatadır, onu kabul ederim. Ayrıca şunu söyleyeyim, ertesi gün çıkan Feriştah konulu yazımın bununla bir alakası yoktu. Yayından on gün önce Baskın Hocamla bir telefon görüşmesi sonunda yazıp gönderdiğim, sonra aklımdan çıkmış bir yazıydı. Üstüste gelmesi talihsiz oldu. Komik bulduğum bir küfrü analiz ederken, sanki ima yollu küfrediyormuşum gibi algılandı. Buna gücenenler oldu. Yanlış anlaşılmıştır, evet, ama gene de onlara bir özür borçluyum sanırım. O da kabul.
Dört, bunları geçiniz, en mühimi şu: Kalp kırmak kötü bir şey. Haklı da olsan, haksız da olsan kötü şey. “Oğlum saçmalama, bunda kalp kıracak bir şey yok” diye konuşmanın bir faydası yok. Kırıldıysa kırılmıştır, o da beni üzer.
Dindar kesimde yazılarımı okuyan, seven, beğenen insanlar var. Bir süredir karşılıklı bir tür utangaç aşk yaşıyoruz. Birçoklarıyla yazışıyorum, yüz yüze sohbet ediyorum. Onlar hayrette, “Kimdir bu Ermeni?” diye. Ben hayretteyim, ne kadar aklı başında, kafası çalışan, edepli insanlar varmış o kesimde diye. Bu güzel bir şey. Karşılıklı tarafları zenginleştiren, ufuk açan bir şey. Bunun zedelenmesi beni üzmüştür.
Eşek değiliz nihayet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder