31 Mayıs 2014 Cumartesi

Axiom Of Choice - Discography

İran’dan modern ritimler, Axiom Of Choice

Axiom Of Choice, Fars müziğinde yeni bir soluk getirmek amacıyla 1992 yılında Ramin Tolkian ve Mammad Mohsenzadeh tarafından kuruldu. İki Fars, bir Ermeni ve bir Yunan sanatçıdan oluşan grup, çeşitli etnik kökenlerden oluşması itibari ile zengin bir etkileşime sahip. Asıl olarak bu köklü kültürel mirastan beslenen Axiom Of Choice, Geleneksel (klasik) İran müziğini batı müziğiyle harmanlıyor.

  Grubun, Unfolding, Nina Yesh ve Beyond Denial adından yayınlanmış üç albümü var.

Grup Üyeleri:
Ramin Tolkian: İranlı gitarist, udi, besteci, sanat direktörü.
Mamak Khadem: İranlı solist.
Ruben Haratunian: Ermeni duduk, zurna ve klarnet sanatçısı.
Andre Harutyunyan: Ermeni perküsyon sanatçısı.
Dimitrius Mahlis: Yunan Amerikan buzuki ve gitar sanatçısı

1995 Beyond Denial
2000 Niya Yesh
2002 Unfolding

"Να είσαι καλύτερος άνθρωπος από τον πατέρα σου"
"Be a better man than your father"

Mohsen Namjoo - Trust the Tangerine Peel

01. Reza Khan
02. Roo Dast (Layla)
03. Adame Pooch
04. Man Mast
05. Narengi (Khorassani)
06. Abr Agar
07. Darda
08. Baroon
09. Golmammad
10. Hichi

taşra hep hazırdır aşka..

1.Yılında Gezi Direnişi

Vahit Akça

31 Mayıs 2014

Yazın en sevdiğim meyvelerinden birisi, çok yaz mevsimindeymişiz gibi hissetmiyorum aslında gün aşırı, dolulara ve yağmurlara maruz kalıyoruz. Gün içindeki bunaltıcı hava yağmurla rahatlatıyor kendini. Darısı başıma. 
Bu ekmeklere taktım, fıstık ezmeleriyle, reçellerle enfes. Yaz için forma gireceğim kaygısı olmaksızın tıkınmaktayım.
Örüyorum, örüyorum, gül projesi için bana o minik motiflerde bir arkadaşım yardım edecek, çok mutluyum böylece daha çabuk bitebilecek.

Cüneyt Özdemir bugün'e ait duygu ve düşüncelerimizi kelimelere öyle güzel dökmüş ki, paylaşmadan edemeyeceğim.
büyütmek için yazının üzerine tıklayın, devamı burada.

30 Mayıs 2014 Cuma

Christopher Pissarides

A profile of the Nobel laureate.

Jon & Vangelis - The Friends of Mr Cairo

Ne zamandır aklımda, paylaşmak için öteleyip duruyordum. Bu aralar sıkça aklıma gelmeye başladı hem kullanılan müzikler hemde filmden görüntüler. Kullanılan dedim çünkü bilim-kurgu dizilerinden birinde kullanılan şarkılardı aklıma gelen.

Bazı şarkılar tek başına kaldıklarında pek bi anlam ifade etmiyor ne hikmetse, sanki eksik parçasını bekliyor gibi. Buda onlardan biri benim için, ne zaman işitsem bu şarkıyı aklıma 'Fringe' gelir ya da ne zaman Fringe izlesem aklıma hemen bu albümden The Friends of Mr.Cairo şarkısı gelir.

Paylaşmanın zamanı geldide geçiyor gibi, tamda Fringe için bireysel bir teşekkür ve vefa projesine başlamışken zamanlaması güzel bir paylaşım olacak. Fringe müptelaları sevinecektir :) sevgiler.

Not: Daha önce paylaştığım battlestar galactica soundtrack'te olduğu gibi dizi hakkında uzunca bir konu özeti geçmeyi ve fikirlerimi yazmayı çok istiyorum fakat fringe diğerine göre çok çok daha uzun bir etki ve anlama sahip olduğu için, bahsettiğim teşekkür projesi bittiğinde buradan konu altına proje sayfa bilgisini güncellerim ve oradan fringe müptelalıları takip edebilir.

"Να είσαι καλύτερος άνθρωπος από τον πατέρα σου"
"Be a better man than your father"

29 Mayıs 2014 Perşembe

29 Mayıs 2014

Şu gizli saklı elişim işte buydu. Öyle bir heves başladım, ama kaç kere bırakmayı düşündüm bir bilseniz, sonra vazgeçme hadi devam diyerekten bu kadar oldu. Ebatını hala kestiremiyorum, büyükçe birşey olacak gibi, daha çok minik parça var örülecek, ah Cath Kidston sen nelere kadirsin, senin rengini, şeklini, tarzını taşıyan herşey sevgilim. Hayatın insanı yormadığı gün var mı ki, benim birşeylerin üstesinden gelme yöntemimde bu galiba, örmek, örmek, örmek...
Gribim aynen devam, her türlü bitki çayı-kürü yapmadığım şey kalmadı, hastalığın etkilerini mümkün olduğunca rahatlatıp, atlatmaya çalışıyorum.

Linzer Kurabiye

Blog her zaman iyi bir arşiv olmuştur. Bu sebepten bu tarifi da buraya yazmam şart☺️

Malzemeler:
250 gr tereyağı( oda sıcaklığında yumuşamış)
1 cup nişasta
1 cup pudra şekeri
1 yumurta
1 tatlı kaşığı kabartma tozu
2 cup un
2 tatlı kaşığı vanilya

Tüm malzemeler karıştırılıp hamur yapılır. Un serpilmiş tezgahta biraz da hamur üstüne un serpilerek merdane ile yarım cm kalınlığında açılır. Kalıplarla şekil verilir. Yarısının içi kapak ya da daha ufak kurabiye kalıbı yardımı ile kesilir, çıkarılır. 170 derecede sadece 10 dk pişirilir. İyice soğuduktan sonra aralarına marmelat kapatılarak pudra şekeri serpilip üzerine servis edilir. Ben bir kısmına orman meyveli. Armelat, bir kısmına çilek bir kısmına da blueberry marmelat kullandım.
Afiyet olsun.




Muffin Kalıbında Patatesli Poğaça

Sanirim tum pogacalarimi artik muffin kalibinda yapacagim. Bu ara favorim ise patatesli, son iki hafta icinde ucuncu yapisim. Tam olcuyu tutturup yine makineye yogurtuyorum.
Iste tarif: 1,5 cup( elinizdeki bardak ya da kupa) ilik hatta biraz sicak sut, 
2 yumurta(birinin sarisi pogaca uzerine surulecek) 
1 cup siviyag, 
2 tatli kasigi tuz, 
3 yemek kasigi tozseker, 
4 cup un ve 
2 tatli kasigi kuru maya. 

Bu malzemelerle hamur yogurulup mayalanmasi icin bekletilir ya da malzemeler ekmek makinesinin haznesine konup hamur modunda calistirilir. Bu arada siz de 2 patatesi suda haslayip soyup ezdikten sonra az siviyagda kavurdugunuz dogranmis soganlara ekleyin. Tuz ekip biraz da tatli tozbiber az salca ilavesiyle az daha kavrulur. Icimiz hazir, hamur da mayalandi, simdi hamurdan parcalar alip elinie acip icine harc koyup kapatip muffin kaliplarina koyalim. Hamur elinize yapisiyor olacak, elinize siviyag dokup oyle acacaksiniz. Kapattiginiz hamur kismi alta gelecek. Patatesli harc sicak olunca hemen yine kapariyor kaliptayken.
Bitirince uzerlerine keskin bicak ile arti isareti yapabilirsiniz. Ardindan yumurta sarisi ve susam ya da hashas tohumu serpip 180 dereceli(Amerika icin 375F) firinda pisirin. 20-25 dk kadar suruyor. Afiyet olsun.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Güzel Şeyler





Çizgiler ve danteller, 80 yaşıma gelsem bile sanırım bu ikisi benim için bir giyside her zaman değişmeyen güzel şeyler olarak kalacaklar. Buna ister vazgeçilmezlik diyin ister sabit fikirlilik ama bir giyside dantel veya çizgiler varsa yeterli ve güzeldir benim gözümde...




Bu nedenle elbisemdeki bu dantel detayları görür görmez vuruldum hemen, aksini düşünemezdim zaten :)




Güzel şeyler içeride... Front Row Shop'un sitesinde, içeriye bir göz atın derim ben ;)









Ayakkabı: 37 Numara





More Piketty Readings

  1. Jim Hamilton
  2. Per Krusell and Tony Smith
  3. James Galbraith
  4. Update: Debraj Ray
  5. Update: Larry Kotlikoff
  6. Update: Jason Furman
  7. Update: Francis Diebold
  8. Update: Ben Mathew
  9. Update: Mervyn King
  10. Update: Matt Rognlie

27 Mayıs 2014 Salı

40. Yıl





Cumartesi günü İTÜ'nün Ayazağa Kampüsü'nde meslekte 40. yılını dolduran mühendislerin ödül töreni vardı. Bu özel günde bizler de canım babamın yanındaydık ve onunla bu mutluluğu paylaştık. Aslında mühendisliğe karşı iyi duygular mı yoksa kırgınlıklar mı besliyorum, hangi duygularım daha ağır basıyor bunu tam olarak adlandıramıyorum. Sanırım beni en çok babası veya eşi mühendis olanlar anlıyordur. Bu meslek nedeniyle yıllarca babamın yolunu gözledik biz... Havaalanları bizim ikinci evimiz gibi oldu. Küçükken babamdan her ayrılışımda neden bu mesleği seçti diye içimden isyan ettim ve çok ağladım. Evet mühendislik beni bayağı ağlattı! Ama büyüdükçe babamın işini her anlatışında yüzündeki o mutlu ifadeyi, gözlerindeki o ışıltıyı gördüm ve onun işini gerçekten severek yaptığını anladım ve mühendislik ile barıştım. Ayrıca Libya, Rusya, Kazakistan, Sibirya gibi normalde herkesin tercih etmeyeceği çok değişik ülkeleri, farklı kültürleri tanıma fırsatı yakalayarak, yokluk içinde nasıl mutlu olunabileceğini çok küçük yaşta öğrenme şansına eriştim. Evet şu bir gerçek ki babamın mesleği bana çok şey kattı, bunu asla yadsıyamam. Bu yüzden hem babamın 40. yılını hem de bu mesleğin dolaylı yoldan bana kattığı olgunluğu kutlamak için törende büyük bir mutlulukla yer aldım. Nice nice senelere, daha nice güzel işlere imza atman dileğiyle canım babacığım...




O gün kıyafet olarak tercihim Sheinside arılı elbiseydi.




Elbisemin İTÜ'nün simgesi olan arı ile güzel bir uyum yakalayacağını düşündüm ;)





Niloşum da tören öncesi piyano resitalini büyük bir sessizlikle dinleyerek beni daha da mutlu etti, afferin benim kızıma :) 



 Törenden sonra babamı ilk kutlayan tabii ki Niloş oldu :)



Ödül Töreni'nin yapıldığı binada yüksek mühendis Sadık Kınıkoğlu'nun da resim sergisi vardı. Sadık Kınıkoğlu ilk yağlı boya resim denemelerini ortaokul yıllarında yapmış. Lise ve üniversitede de resim yapmaya devam etmiş. Ama iş hayatının yoğunlaşmasıyla birlikte 30 yılı aşkın bir süre resme ara vermiş. Resim denemelerine yeniden 2004 yılında ressam Firdevsi Feyzullah'ın resim atölyesinde başlamış. Ne kadar yetenekli biri, yaptığı her resme bayıldım ve içlerinden en beğendiklerimi sizler için de fotoğrafladım...


























Hepinize baharı içinizde hissettiğiniz bir gün dilerim!



Elbise: Sheinside

Ayakkabı: Mango

Clutch: Zara

Küpe: I Am


27 Mayıs 2014

Beyaz battaniyenin ardından her ne kadar aynı tempoda devam etmek istesemde bir parça yorulmuşum sanırım, başladığım küçük örtüyü bir köşede beklemeye aldım, ufak denemeler falan derken, bittiğinde umuyorum çok güzel bir yastık olacağını düşündüğüm başka bir işe atladım, daldan dala yine. Biraz şekillendikten sonra yayınlayacağım, şimdilik gizli.
Grip beni tamamen ele geçirdi. Hapşırık, aksırık, tıksırık, burun akıntısı ne ararsanız var. Bugün ne kadar heveslensemde elişim için başımı kaldırmakta zorlanıyorum.
Uzun süredir çok istiyordum, sağolsun arkadaşım memleketi Bursa'dan yeni fidelenmiş bir ortanca hediye getirdi dün. Üzerinde tomurcukları var, açmış halini merakla bekliyorum, ama önce daha geniş bir yere almam gerek, hazır saksı yerine güzel fikirlerim var inşallah hayata geçireceğim iyileşir iyileşmez.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

(26 de Mayo) "HD" (ESPAÑOL LATINO) EP.#5
- Click en la imagen para ver o descargar el episodio -


Kahraman Irkıma Bir Gül

Murat Yetkin 19 Mayıs münasebetiyle bir kompozisyon ödevi yazmış, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/19_mayis_istiklal_savasi_sadece_isgalcilere_karsi_verilmedi-1192741 yüz yıldır yinelene yinelene tiridi çıkmış kaç tane klişe varsa alt alta dizmiş. Bakalım ne demiş?

“Haçin kaymakamı iken Fransız işgaline karşı Adana cephesinde direnişe katılan Saim Bey’in adı kurtuluştan sonra o ilçeye verildi: Saimbeyli oldu.”

Haçin nüfusunun tamamına yakını 1909’a kadar Ermeni idi. 1909 katliamından sağ kalanlar 1915’te Suriye’ye sürüldü. Onlardan hayatta kalabilenler, 1919’da Fransız ordusunun koruması altında yurtlarına dönüp evlerine, tarlalarına sahip çıkmaya çalıştılar. Bu esnada, Kozan ve Kayser-Sarız’dan gelen birtakım Türkmen mütegallibesi, İttihat ve Terakki örgütünün desteğiyle Ermeni mallarını sahiplenmişti. (Yanılmıyorsam MHP milletvekili Yusuf Halaçoğlu’nun ailesi de onlardandır.) Geri dönen Ermenileri kasabaya sokmadılar; birkaç kişiyi pusu kurarak öldürdüler. Fransızlar çekip gitti. Ankara’daki Türk yönetimi resmen işe karışmazken, kaymakam Saim Bey el altından çetecileri destekledi ve silah temin etti.

“Bugünkü ismi Ağrı olan Karakilise’de Kulplu Şamil Bey son bir umut, kendi hükümetini ilan edip Kazım Paşa yetişene kadar işgale direndi.”

Karakilise kasabası 1828 büyük göçünden sonra Osmanlı ülkesinde kalan bir grup Ermeni mülteci tarafından, karayolu üzerinde bir alışveriş noktası olarak kurulmuştu. 1878’de Rus yönetimine girdi, kırk yıl öyle kaldı. 1918 ilkbaharında Türk ordusu tarafından ele geçirildi ve etnik temizlik uygulandı. Mütakereden sonra İngilizlerin müdahalesiyle Türk ordusu savaştan önceki sınırlara çekildi. Bu esnada Rusya çökmüş ve yerine Ermenistan Cumhuriyeti kurulmuş olduğundan, Müslüman nüfus çoğunluğuna sahip olan ve Ermeni yönetimine girmeyi düşünmeyen Ağrı-Bayezid, Kars ve Ardahan’da Ankara hükümetinin ve ittihatçı teşkilatın üstü kapalı desteğiyle Türk-İslam direniş şuraları kuruldu. 1920’de Ankara, Moskova’da iktidarını pekiştiren Bolşevik rejimi ile anlaşarak bu yerleri ele geçirdi.

“Yıllarca terörist diye aranan, Galip Hoca kod adıyla Batı Anadolu’da direnişin sivil kanadını örgütleyen Celal Bayar…”

1913’te Balkan Savaşı yenilgisi üzerine Ege bölgesinde Rumlara karşı bir terör kampanyası başlatıldı. Balıkesir, Manisa, Salihli, Tire, Söke, Meğri (Fethiye), Seydiköy ve Urla’da Rum köyleri basıldı, çiftlikler ateşe verildi, cemaat ileri gelenleri öldürüldü. Paniğe kapılan Rumların yüz binlercesi yurtlarını terk edip 1913 yazında adalara sığındılar. İttihat ve Terakki teşkilatı mensubu olan Galip Hoca/Celal Bayar, bu terör kampanyasının başlıca faili olarak bilinir. Yakın dönemde Bosna, Kosova ve Hırvatistan’da, Irak ve Suriye’de, Darfur ve Myanmar’da yaşananlarla benzerlik çarpıcıdır.

“Mustafa Kemal, Samsun’a ne görevle gönderilmişti Payitaht’tan, yıllarca yaveri olarak hizmet ettiği Sultan Vahidettin tarafından?”

Mustafa Kemal Paşa’ya, Vahidettin’in cülusundan hemen sonra, Ağustos 1918’de sultan yaverliği payesi verildiğine göre, Mayıs 1919’da dokuz aydan beri yaverdir. Yeni padişahın en güvendiği komutan olarak nam salmıştır. 1918 Ağustos’unda Alman komuta kademesine karşı bir çeşit darbe mahiyetinde olmak üzere Filistin cephesi komutanlığına atanmış, Ekim ayında padişaha bir muhtıra yazarak Enver’in görevden alınmasını, kendisinin Enver yerine Harbiye Nazırlığı’na, yakın arkadaşları Rauf ile Fethi’nin ise Bahriye ve Dahiliye nazırlıklarına atanmasını talep etmiştir. Bu talebin yerine getirilmesi üzerine Kasım’dan itibaren padişahla arasının soğuduğu iddia edilir. Anadolu’ya İngiliz komutanı Allenby’nin tavsiyesi, başbakan Ferit Paşa’nın kararnamesi ve Vahidettin’in onayıyla, tarihte pek az Osmanlı paşasına nasip olan diktatöryel yetkilerle donatılmış ve yüklü bir örtülü ödenekle desteklenmiş olarak gönderilmiştir.

Daha sonra Vahidettin’le neden “aralarının açıldığı”, modern Türk tarihçilerinin yeterli objektiflikle incelemiş oldukları bir konu değildir.

“Türk devleti, Osmanlı hanedanı altında altı yüz yıllık ömrünün son günlerini 1918’de Mondros Mütarekesi ile Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini kabul ederek saymaya başlamıştı.”

1918 Eylül’ünde Filistin’de bulunan üç adet Osmanlı ordusu, tüm mevcuduyla İngilizlere esir düştü. Kırk gün içinde bütün Suriye, Lübnan ve Ürdün kaybedildi. Aynı günlerde Ali İhsan Paşa’nın Irak ordusu Urmiye ve Musul’dan çekildi. On gün kadar önce Bulgaristan yenilmiş ve Selanik’ten gelen İngiliz-Fransız müttefik sefer gücüne teslim olmuştu. Bulgaristan müttefik olduğu için Trakya sınırında Osmanlı tahkimatı yoktu; İstanbul’un bir-iki hafta içinde işgali beklenmekteydi.

Bu tarihte Osmanlı ordusunun toplam silah altındaki gücü, tamamına yakını yedekler ve çocuk yaşındakiler olmak üzere yüz bin civarındaydı. Almanya’yı yenmiş olan İngiltere ve Fransa’nın silah altında sekiz milyon dolayında askeri mevcuttu. Osmanlı devlet gelirleri 1915’ten bu yana sıfırlanmış, Alman askeri yardımı kesilmiş, Ermeni talanından elde edilen gelirler de bu tarihte tükenmiş bulunuyordu.

Bu şartlar altında imzalanan Mondros mütarekesi, başta Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı Fethi Bey’le birlikte çıkardığı Minber gazetesi olmak üzere, Türk basınınca “olabileceğin en iyisi” olarak değerlendirilmişti. Mütarekeyi müzakere edip imzalayan kişi, yine Mustafa Kemal’in yakın müttefiki ve sonradan Milli Mücadele’nin “ikinci adamı” olan Rauf Bey idi. Türkiye’nın bugünkü Suriye ve Irak sınırları (Hatay ve Musul’a ilişkin iki pürüz haricinde) bu mütareke ile çizildi. Daha da önemlisi, Şubat 1920’de ilan edilen Misak-ı Milli beyannamesinde “gayrı kabili tecezzi” sayılan vatan toprakları, Mondros mütarekesinin çizdiği sınırlarla tanımlandı.

Cumhuriyet’i kutsama davasına girişenlerin, bir bakıma bugünkü Türkiye Devleti’nin kurucu belgesi niteliğinde olan Mondros mütarekenamesine gösterdikleri husumeti anlamak kolay değildir.

25 Mayıs 2014 Pazar

Son günlerde okuduklarım

Gianbattista Toderini, Türklerin Yazılı Kültürü, Yapı Kredi Yayınları 2012.

Peder Toderini 1780’lerde İstanbul’a gelip Türklerin kütüphaneleri ve eğitim kurumları üzerine esaslı bir çalışma yapmış. Potansiyel olarak müthiş bir kaynak. Yazık ki çeviri ve edisyon facia. İtalyanca aslını herhalde bulamadıklarından, 1789 tarihli Fransızca çevirisinden çevirmişler. Kitapta geçen binlerce kişi ve kitap adı, yazıt ve mısra, ağdalı Osmanlıcadan İtalyancaya, İtalyancadan Fransızcaya, Fransızcadan güncel Türkçeye çevrilmiş. Her basamakta bir şeyler kaybetmiş. Çevirmenin konuya hakimiyeti zayıf; 18. Yüzyıl Fransızcasına da hakimiyeti zayıf. Sonuç, şaka gibi bir şey.

Toderini Topkapı Sarayı kütüphanesinin büyük zorluklarla elde ettiği kitap listesini aktarmış. Yaklaşık bin başlık, ilgilisi için paha biçilmez bir hazine. Ciddi bir edisyonda ben her başlığa yarım sayfa dipnot beklerdim. Heyhat, Google Translate seviyesiyle idare etmek zorundayız. “Mükemmel Risale’nin Risalesi veya Koleksiyonu”, “Şerh’te Işık Çokluğu”, “Kazihet’in Şerhi”, “Aromi Yerleri ve Şerhi” – ve ilahisi ...

Simon Sebah Montefiore, Jerusalem: A Biography, 2011, 700 sayfa.

Kudüs kentinin tarihi. Muazzam bir çalışma. Üç bin yıl (doğrusu 2700 yıl olmalı) aralıksız katliam, cinayet, sürgün, fetih, hırs, nefret, özveri, iman –ve mimari- üretmiş bir kolektif çılgınlığın hikayesi. Bir nefeste okudum. Sonra aradaki detayları unutmamak için bir daha okudum.

Yazarın büyük dedesi, modern Kudüs’ün kurucularından biri sayılan Sir Moses Montefiore. O yüzden Yahudilerin yer yer hafiften kayırılmasını mazur görmek gerekiyor. Kayırılmayanlar Müslümanlar değil, daha çok Hıristiyanlar. Osmanlı’nın son dönemi ile İngiliz mandası yıllarının Arap burjuvazisini neredeyse nostalji ile anmış.

Kitabın en zayıf bölümü en başı. Kuruluş çağlarını anlatırken efsaneye boyun eğmiş. “Musa bir masal, Davut ve Süleyman zamanında da Kudüs birkaç yüz nüfuslu bir mezra idi” demeyi göze alamamış. Modern Ziyonizmin yahut Haçlıların veya Konstantin’in zamanını o kadar gerçekçi analiz edebilen biri, Musa ve Davut anlatısına –yahut Muhammed ve Hz. Ömer efsanelerine- neden aynı soğukkanlılıkla bakamaz? Bu da Kudüs’ün lanetinin bir parçası olmalı sanırım.

Sebastian Faulks, The Fatal Englisman, 1996.

Büyük vaadlerle başlayıp erken yaşta intiharla sonuçlanan üç yaşam öyküsü -1920’ler, 1940’lar, 1960’lar. Bir bakıma, 20. Yüzyıl İngiliz entelektüel sınıfının bir kesiti.

Faulks çok iyi bir yazar –zeki, duyarlı, olağanüstü kontrollü, precise (neydi bunun Türkçesi?). İyi bir anlatıcı: sabaha kadar uyutmadan, birtakım alakasız İngiliz gençlerinin hayat hikayesini okutturuyor. Birdsong diye bir romanı varmış. İyiymiş, biri gönderse de okusak.

“Öyküleme” (narration) kavramının bizde edebiyat dersindeki adı tahkiye, hikaye ile aynı Arapça kökten. Osmanlıca bir şey zannediyorsun ama değil. 20. Yüzyıl ortalarına doğru zuhur etmiş bir kelime. İlk kez 1955’te herhangi bir sözlüğe girmiş.

Bitik Adam, Thomas Bernhard, Çeviri:Sezer Duru, YKY 117 sayfa.

Menfur bir kitap. Almanlara has sınırsız bir nefretin kusuntusu. Bir nefret şöleni. 1983’te yazmış. Çok sonra yüze çıkacak yabancı düşmanlığının ta derinlerinde Avrupa’nın kendine nefretinin yattığını hissettirmesi açısından bir ilginçlik kırıntısı var. Yoksa kötü.

Çeviri de kötü. Bir kere Der Untergeher “Bitik Adam” değil. “Batan” demek, aşağıya doğru giden: bitmiş bir şey değil, bir süreç, bir eğilim. Yoksa intiharından yıllar önce, daha genç bir piyanist adayı iken, Glenn’in Wertheimer’e “benim sevgili Untergeher’im” diye takılması anlamsız. Ayrıca sanırım Oswald Spengler’in Untergang des Abendlandes’ine gönderme var – Batı Medeniyetinin Batısı – “Batı’nın Günbatımı” mı desek?

Hemen her cümlede Türkçe hatası var. (insanlar “kendi eceliyle” ölmez, piyano “takırdatılmaz”, birinin yürüyüşü “hafif” ve “saltanatlı” olmaz, konuklar “hangisi olursa olsun” değil “kim olursa olsun” kovulur, dağdan “Alman düzlüğüne” değil “Almanya ovasına” bakılır, “kuş tüylü yorgan” değil “kuş tüyü yorganı” denir, evden “dışarıya kaçılmaz”, sadece “kaçılır” .....) Vahim çeviri hataları da göze batıyor. Avusturyacada Cottage “kulübe” değildir, “yazlık ev” demektir; zaten ondört odalı “kulübe” olmaz. Kapitalverbrechen “sermaye suçu” değildir, “idamlık suç” demektir. “Bu insanlar (Kant, Nietzsche, Schopenhauer, Pascal) sermaye suçu işlediler... o yüzden kütüphanelere tıkıldılar” diye bir şey okuyunca durup düşünmen gerekir.

Memlekette işe yarar bir tane bile editör olmaması ne acı.

Alice Munro, Hateship, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage, 2001.

Alice Munro’dan son zamanlarda okuduğum ikinci öykü derlemesi. Şaşılacak kadar iyi bir yazar Munro. Kısık sesle konuşmanın daha etkili olduğunu bilenlerden. Soğuk ve küllü yüzeylerin altında gizli fırtınaları hissetmek ve hissettirmekte olağanüstü bir ustalığı var. Mütevazı. Kibar. Duyguları çiğ değil, pişmiş. Kanadalı.

Son yıllarda Nobel’i gerçekten hakeden bir tek Naipaul’u biliyordum. Munro da eklendi.  

26 Mayıs 2014

Kutuların içinden çıkan bir güzellik. Ne çok şey biriktirmişim, toplamışım bazen şaşıyorum kendime. Bugün bir ara kısa süreli yağmurlu idi Ankara, bizde güzel havayı fırsat bilip bahçeye attık kendimizi.
Domates fideleri çiçek açmış, merakla bekliyoruz. Diğerlerinde henüz bir hareket yok.
Kahvesiz olmaz..
Elma ağacında epey bir elma var ama geçtiğimiz gün yağan dolu pek çoğunu yere düşürmüş, inşallah buna rağmen olur, yine daldan elma kopardım yedim diyen kuzunun sevincini, biraz elma toplayıp elmalı pasta yapayım ben diyebileyim, inşallah..
Erikler de dalları zorluyor. Alçak dallardakiler bitti, yukarıdakileri de kızarınca artık.

25 Mayıs 2014

Elimdeki işim bitince çok ara vermeden bir başkasına başladım. Yine beyazla birleştireceğim ama bu daha küçük olacak.
Pazarlar hep rutin. Ev işlerini ne kadar bugüne bırakmasamda illaki birşeyler oluyor, en azından çamaşır, akabinde de ütü. Yemeği hiç saymıyorum bile, sabahtan kahvaltı ile başlayan özenli ve herkesin sevdiği herşeyi yaparak donatılan sofrayla başlayıp akşama kadar devam eden, haftasonuna özgü yemekler, 
sonucunda haftasonuna özel yorgunluklar eşliğinde. Evde olmak, haftasonunu ev-bahçe şeklinde geçirmeyi seviyoruz ama sanki bana çok yaramıyor gibi.
Tam yaz başındayız derken ufaktan gribimsi birşeylere yakalanmış olabiliriz. Hemen adaçayı.