27 Ekim 2010 Çarşamba

HİBİSCUSLU KEK&ÇATAL&ORMAN'DA MEŞE PALAMUDU TOPLAYIŞ

Kimden KLUBEM

Hibiscus'u kurabiye içinde yiyip de lezzetine nail olunca neden kek içinde de kullanılmasın dedim.

Ona eşlik edecek en uygun lezzet ise yabanmersiniydi.

Kimden KLUBEM

Limonlu lezzetleri sevenler bu lezzet karışımını da sevecekler...

Tek yaptığım normal bir kek tarifinin içine yabanmersinleri ve rondodan toz haline getirdiğim hibiskusları eklemek oldu. Çiçek haliyle 1 çay bardağı kadar hibiskusu rondodan geçirdim. Toz haliyle de 3 yemek kaşığı kadardılar. Yabanmersini de yine bir çay bardağı dolusu idi. Bu kadar açıklama yazacağıma tarifi baştan sona yapsam iyi değil mi? İlk fırsatta bu kısmı değiştirip tam tarif olarak değiştirmek üzere sözüm var kendime...

Kimden KLUBEM

Her sabah ofise 7.20 de ulaşan biri olarak kahvaltı tam bir muamma benim için. Çoğu vakit ofis binasının girişinde satılan simitçinin ya da sandiviçcinin önünde oluşan kuyrukta yerimi almış oluyorum. Simit yemekten bıkan bünye artık çatala yönelmişti ki neden ben bunu evde yapmıyorum fikri güçlendikçe güçlendi ve bu haftasonu ete kemiğe büründü sonunda... Tarifi yakında...
Kimden KLUBEM

Esas yazmak istediğim olay...
Haftasonu Can'ın öksüren haliyle de olsa gidip temiz havaya boğulduğumuz Belgrad Ormanında meşe palamudu toplayışımızdı. Özel sektör gönüllüleri ve Tema Vakfının ortak girişimi ile düzenlenen etkinlikte torbalar dolusu meşe palamudu toplandı...

Kimden KLUBEM
Mantar gibi yayıldık her bir ağacın altına...
Kimden KLUBEM

Bazen zor koşullar altında çalıştık:)
Kimden KLUBEM

Toplanan palamutlar en son bir araya getirildi... Binlerce Meşe ağacının ilk tohumları...
Kimden KLUBEM

Sıra bu palamutları minik saksılara paylaştırıp ilk Can sularını vermekte...
Kimden KLUBEM

Meşe palamudunu toprak içine yatay yerleştirmek gerekiyormuş. Fidan olacak binlerce mini saksı hazırlandı bir anda...
Kimden KLUBEM


Kimden KLUBEM

Beni çok şaşırtan mutlu eden meşe palamudu toplarken bulduğum bu kestaneydi. Tek bir kestane... Çıkışta satılan kestanelerden alıp yılın ilk kestanesini de yeme şerefine nail olduk. Fırından çıkar çıkmaz elimiz dilimiz yana yana kestaneler mideye ulaşmıştı bile:)
Kimden KLUBEM
Ormandan suçluluk içerisinde toplanan mavi çiçekler...
O kadar güzel, o kadar narin, o kadar masumlar ki...
Kimden KLUBEM

24 Ekim 2010 Pazar

Anayasa Sohbetleri 3 - Din Konusuna Devam

(22 Ekim'de Agos'ta çıktı)


Geçen haftaki din işleri yazım üzerine gelen itirazlar tahmin edebileceğiniz gibi.

Bir, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi laikliğe aykırı bir kuruluşu neden lağvetmiyoruz? Lağvetmiyorsak neden diğer din ve mezhepleri de içerecek demokratik bir şekle sokmuyoruz?

İki, farklı din ve mezheplere nüfuslarıyla orantılı kamu bütçesi ayrılacaksa o nüfusu kim neye göre sayacak? İnsanların kafa kâğıdına gene din ve mezhep mi yazdıracağız?

Üç, mesela Aleviler ayrı din veya mezhep olarak tanınacaksa bunu kimin temsil ettiğine nasıl karar vereceğiz? Üçe beşe bölünseler ne yapacağız?

Endişe etmeyiniz, hepsinin cevabı var. Sıradan gidelim.

Mantıksız ama gerçek

Diyanetin akla, mantığa aykırı bir kurum olduğunu biliyorum. Herkes biliyor. Hem dinle devlet ayrıdır, resmi din yoktur de. Hem de BİR dinin BİR altkolunun BİR mezhebine ait hizmetleri, genel bütçeden finanse edilen, 100.000 kişi istihdam eden bir devlet dairesine gördür – üstelik diğer herkesi dışlayarak. Mantıken böyle şey olmaz, olmaması gerekir.

Ama heyhat, hayat her zaman mantığa göre işlemiyor. Devletlerin tarihi, geleneği, yerleşik düzeni, alışkanlıkları var. Hoşumuza gitsin gitmesin, bu devlet 900 yıldan beri Türk ve Sünni-Müslüman unsurun egemen olduğu bir devlet olmuş. Laikim, demokratım falan filan diye cilve yapsa da işin gerçeği bu.

İmkân mertebesinde bu gerçeği kurala düzene bağlayabiliriz, ikna edebiliriz, dengeleyebiliriz, yumuşatabiliriz. Ama temel olguyu değiştiremeyiz. Değiştirmeye kalksak maraz çıkar. Bunu bilmeden anayasacılığa soyunmayacağız.

Diyanet lağvedilebilir mi? Hayır edilemez.

Sebep 1: Halen Diyanet bünyesinde olan 80 bin camiyi, 100 bin imam ve hizmetliyi ne yapacağız? “Bana ne Müslümanlar düşünsün” desek hangi Müslümanlar? Hangi kurum, hangi örgüt? Yılda 2,5 milyar yeni liralık bütçeyi bu vatandaşlar nereden karşılayacaklar? O para uğruna insanların cadde ortasında birbirini vurmasını nasıl önleyeceğiz?

Sebep 2: Memleketin aşağı yukarı %70’lik kısmının kendini öksüz ve satılmış hissetmesine yol açacak bir uygulamayı neye dayanarak savunacağız?

Öteki din ve mezhepleri Diyanet’te temsil etme fikri de bana saçma geliyor. Kurumsal kültür diye bir şey var. Sünni-Hanefi mezhebinin ezici bir şekilde egemen olduğu bir yapıda gariban papaz ne yapacak? Beş on tane Alevi ne yapacak? Çayocağının yerini bile bulmakta zorlanırlar kanımca.

Ayrıca maksat dinleri mezhepleri harman edip bulamaç bir “Cumhuriyet dini” oluşturmak değil ki? Çeşitli dinlerin özgürce, birbirini ezmeden yaşamalarına imkân vermek.

Sembolik bir adım

Bu aşamada atılabilecek ilk adım belki çok basit, çok ucuz bir adımdır: Kurumun adını değiştirirsin. Mesela İslamî Din Hizmetleri Başkanlığı, yahut İslamî Diyanet Kurumu gibi bir isim bulursun. Sembolik bir adımdır. Tüm toplumu değil, sadece BİR zümreyi ilgilendiren bir yapı olduğunu böylece tescil etmiş olursun. Devletle arasına BİRAZ mesafe girer. Problem kökten çözülmez, ama bir adım atılmış olur.

Kuruma kamu bütçesinden yaptığın katkıyı mümkün mertebe azaltırsın. Kendi kaynaklarını yaratmasına imkân tanırsın. Artık hac mı organize eder, camilerde bağış mı toplar, kurban derisi mi alır, bilemem. Bizim kiliselerin bildiğim kadarıyla en önemli kaynağı vasiyetlerdir. Belki danışmanlık filan verirler, know-how aktarırlar, faydalı olur.

Bunun tamamlayıcısı geçen hafta gördüğümüz Anayasa maddesidir:

MADDE: Dini kuruluşlara kamu bütçesinden ayrılan pay, o din veya mezhep mensuplarının genel nüfusa oranından daha düşük veya daha yüksek olamaz.
Bu demektir ki mesela Aleviler için ayrı bir (veya birkaç) kurum olacak ve devletin din bütçesinin yüzde 13 yahut 18, her neyse, bir kısmı onlara tahsis edilecek.

Oldu diyelim. Tam rakamı kim belirleyecek? Sonra o parayı KİME verecekler? Alevilerin papası, halifesi, başdedesi gibi biri yok ki al bu senin hakkın deyip işi bitirsinler. Sonra Caferi Şiiler için ayrı bütçe mi olacak yoksa onlar da Alevi mi sayılacak? Biri kalkıp Şafiiler veya Nakşibendiler için ayrı bütçe isteriz dese ona ne cevap verilecek?

Bunlar ister istemez politik kararlardır ve nihai yetkiyi bakanlar kuruluna bırakmak en doğrusudur sanırım.

Uzmanlık ve ustalık gerektiren bir konu olduğu için belki ara kademede bir Din İşleri Yüksek Kurulu oluşturmak faydalı olur. Diyelim ki 15-20 veya 30 kişilik bir heyet olur. Bellibaşlı dini akımlardan birer temsilci, birkaç kuvvetli fikir adamı, mutlaka bir tane gayrımüslim, birkaç dindışı hatta din-karşıtı isim atanır. Dinî kurum ve örgütlenmelerin devlet katındaki muhatabı olurlar.

Alevilerin nüfus payı mı hesaplanacak? Plebisite gerek yok, Yüksek Kurul ortalığı fazla kızıştırmadan, gerekirse sosyologlara, kamuoyu araştırma kuruluşlarına vesaireye de danışıp rakama karar verir, biter. Alevilere kurum mu lazım? Çeşitli Alevi fikir önderleriyle görüşüp devletin nasıl bir yapıyı muhatap kabul edeceğini belirler, konu çözülür.

Şu an gündemde yok belki, ama yarın Sünni İslam toplumu içinde de birtakım çoğulculuk talepleri ortaya çıkarsa, çözümü Diyanet İşlerinden beklemek manasız olur. Hakem rolü oynayabilecek, yetkili, az çok tarafsız bir kurumun varolması daha iyi değil mi?

*
Bu konular senin üstüne vazife mi diye sorarsanız, değildir belki. Ama Anayasa nasıl yapılır diye insan düşünmeye bir kez başlayınca bulaşılmadık konu kalmıyor geriye.



20 Ekim 2010 Çarşamba

DOĞAÇLAMA HAVUÇLU MUFFIN, ÇİKOLATALI KURABİYE VE YENİ ARKADAŞLAR

Pazar günü, güneşli havanın son demlerini içmeye mekanımızdaydık…

Yanımızda havuçlu muffinler ve çikolatalı kurabiyeler…
Kahveler işin ustasından…
IMG_2523
Havuçlu muffinler tamamen doğaçlama…
Semt pazarından kilo kilo aldığım havuçları sıkmaya fırsat olmayınca kek içinde bir kısmını kullanmak iyi fikirdi, en az bir 5-6 tanesi rende olarak yer aldılar. Gerisi bilindik kek malzemeleri; 3 yumurta, 1 su bardağı toz şeker, 1 su bardağına yakın sıvıyağ, kabartma tozu, şifalı baharat karışımı(zencefil, zerdeçal, tarçın, muskat)…

Seviyorum kek yapmasını, artık tarifsiz sadece el&göz kararı ile çırpıp, ondan bundan gönlümce ekleyerek mutlu sonuçlara ulaştığım pofuduk lezzet benim için… İster kelepçeli kalıpta, ister muffin kağıtlarında ister baton kalıpta...
Baharatları kullandıkça da mutlu oluyorum. Aldıklarımı kullanıyor, bayatlamadan tüketiyor olmak çok güzel…

Yakında bu kurabiyeyi de tarife hiç göz atmadan yapar hale geleceğim….
Bu sefer ki kakaomuz melez çıktığından açık renk aldılar. Bir sonraki yapışta keçiboynuzu tozu ile yapılacaklar. Faydasını biliyordum da toz halinin kakao yerine kullanılabildiğini bilmiyordum.
Seviyorum bilen bildiren insanları. Teşekkürler Ayça, Berceste

IMG_2519IMG_2525

Mekânın Pazar günkü güzelliği çocuklu ailelerin yoğun olarak tercihi olması…
Can’a arkadaş demek bu…
IMG_2617

Çekingenliğin “Ç” sinden haberi olmayan Can hemen kendi akranlarını bulur…
IMG_2534

Son 3-5 ayda başladı bu durum. Öncesinde yaşıtları görünmez adamcıklardı onun için sanki…
Şimdi ise nerede görse hemen seçip arkadaşa koşar oldu…
IMG_2527IMG_2610

Bisikleti ya da scooterı farklı, cafcaflı olanlar gözdesi her zaman:)


Çikolatalı Cevizli Kurabiye:
(Chocolate chips cookie)

IMG_2506
Malzemeler:
125 gr tereyağ(dışarıda beklemiş, yumuşamış)
120 gr toz şeker
15 gr kakao(koyu renk tercih edin)
100 gr ceviz içi (iri kırıklar halinde)
125 gr Damla çikolata(Madlen çikolata kırıkları da olur)
1 Yumurta
Aldığı kadar Un

Yapılışı:
Tereyağı ve toz şekeri çırpın. Yumurtayı ilave edip yedirin. Diğer bütün malzemeleri ekleyerek karıştırın. Ele yapışmayan katı bir hamur yapıp buzdolabına yarım saat beklemeye kaldırın. Yarım saat sonra buzdolabından çıkarıp dondurma kaşığı ile parçalar koparıp elinizle şekil verip 180 dereceli fırında 10-15 dakika pişirin.

17 Ekim 2010 Pazar

BLOG DOSTLARI BULUŞTU: HÜNERLİ MÜGEDEYİZ...

İple çekilen buluşma günleri...
Bir sabrın sonu daha şahane bir günle mükafatlandı...
Hünerli Mügemiz evsahibesiydi bu kez...
Harika bir sofra oluştu. Lezzetlerin uyumu ahengi kararı sunumlara da yansıdı...
Yenilenlerin lezzetine doyulamadığı gibi fotoğraf çekmeye de doyulamayan bir gün oldu...
Sofradaki herşey o kadar güzeldi ki...

Herkes bir çeşit yapsın diyerek yol almıştık... Evsahibi Mügemiz iki lezzet birden katmıştı sofraya... Her buluşmada vazgeçilmez olan Kısır ve yeni bir lezzet Karaköy Böreği...
IMG_2330IMG_2268

IMG_2361IMG_2359

Karaköy böreği tek tuzlu hamur işi değildi sofrada...
Sofraya fırından çıkıp dumanı üstünde en son katılan, assolist misali bir Dalyan Ekmeğimiz vardı, Yasemin'den...

IMG_2366

IMG_2375

Selen'den yeni bir lezzet Etimekli Tavuklu Salata... Tavuklu salataya olan önyargım tamamen değişti buluşmalarımız sayesinde...
IMG_2354

Müge'ye en geç gelen olarak, bu sofra karşıladı beni...
Kalp atışlarımın hızlandığı andı o an, deklanşöre bastıkça kendime geldiğim...
IMG_2345

Lezzetlere devam...
Münevver Abladan leziz Zeytinyağlı Yaprak Sarmalar.... IMG_2333

Tatlılar köşesinde ise hemen tarifini isteten bir Tahinli Cevizli Rulo duruyordu Müge'den gelen. Pratik oluşu ile iyice cezbolup notumu aldım...
IMG_2252

Neslihan'dan sonraki evsahibemiz olacak olan Esra'nın şekerparesi...
1,5 kişi idiler buluşmada...
IMG_2335

Sofranın tek pastası bu kez hakkettiği yeri buldu... Damla Sakızlı Cheesecake Neslihan'dan...
IMG_2309

Sofraya son bir ek Patlıcanlı Salata...
Bu kez benden...
Her buluşmada hakettiği yeri her seferinde mutlaka bulan patlıcanlı salatayı üstlenerek kendimi de garantiye almış oldum:) Üstad Münevver Ablamız... Tarifi burada...
IMG_2352

Rengarenk lezzetlerle dolu, ahenkli uyumlu soframızda yapılanlar tabaklarda yanyanalar....
Tıpkı bu lezzetleri yapanların bu uyumu ahengi yıllar önce yakalayıp birbirlerini hiç bırakmamaları, yanyana olmaları gibi...
Yıllar geçmeye devam etsin ve bizim güzel buluşma sebeplerimiz/bahanelerimiz hiç bitmesin...

IMG_2297

15 Ekim 2010 Cuma

HOMUR ikinci kez Çekmeköy Gönüllüleri Derneği'nde çocuklarla



Bilindiği gibi, Homur Mizah Grubu'ndan Canol Kocagöz, Vahit Akça, Asuman Küçükkantarcı ve Kadir Yasa, İstanbul Kültür Formu projelerinden ilkini gerçekleştirmek üzere 2010 Şubat başlarında Çekmeköy Gönüllüleri Derneği'nin konuğu olmuşlardı... Bu buluşmada karikatür atölyesi çalışması yapılmış, çocukların karikatürle tanışması sağlanmış ve karikatüre bakış açıları oluşturulmaya çalışılmıştı. Buluşmanın ikincisi Ekim ayının ilk haftası gerçekleştirildi. Vahit Akça ve Asuman Küçükkantarcı, bizleri unutmayan kardeşlerimizle ikinci kez biraraya geldiler. İlk gittiğimizdeki gruptan bir çok kardeşimiz yine bizimleydi... Yine karikatür konuşuldu, öyküler anlatıldı, İstanbul üzerine güzel sohbetler oluştu... Bu buluşmamızda, ilkinde yaptığımız serbest karikatür çalışmasından farklı olarak İstanbul konulu çalışmalar yapıldı... Çocuklar önce istanbul hakkındaki düşüncelerini anlattılar.. İstanbul'un kendilerine ne ifade ettiğini, İstanbul deyince akıllarına neler geldiğini söylediler. Biz de tahtaya listeledik:Kız Kulesi, tarih, savaş, barış, Osmanlı İmparatorluğu, çevre, trafik, kalabalık, kültür, mimari, gezi, bayrak, güzellik, müzeler, aşk... Liste uzayıp gitti. Şimdi sıra akıllarındaki İstanbul'u çizmeye gelmişti. Kağıtlar, kalemler çıkarıldı... Kimi hızla başladı işe, kimi düşündü birazcık daha. Bazılarının aklına yine de bir şey gelemedi ama akan zaman için de onlar da kolektif çalışmanın keyifli ritmine kaptırdılar kendilerini... Arada sorular soruldu, acabalar yanıtlandı. Ufak tefek tereddütlere, azıcık müdahale edildi... Sonunda bembeyaz kağıtlar, tertemiz düşlerle işlenmiş nakışlara dönüştüler... Mayıs, 'Muz Kulesi' olarak yorumladığı Kız Kulesi'ni çizdi kağıda, Eren, Aşk'ı anlattı tahtaya:Yarın güzel olacakÖnce yağmur yağacakSonra gökkuşağı parlayacakAltından geçen âşıklarBir olacakİstanbul bir bir çocukların düşlerinde canlandı. Tertemiz dimağlar ve kalem yakışan eller hareketlendi.. Öyküler, çizgiler, şiirler dile geldi çocukların düşlerinde.. İşte bu çalışmaların sonunda, kendilerini anlatacakları bir kitap, yine onların yapacağı bu kitabın kapağıyla mutlandıracak bizleri... Biz de, paylaşmanın keyfiyle düşerken dönüş yoluna, "çocukların kırmızı elmalar gibi gülüşü"nü bıraksak da ardımızda, ileride onları bizden çok ama çok önde göreceğimizin inancı ve heyecanıyla umutlandık bir kez daha...Teşekkürler çocuklar.. Güzel elleriniz, güzel düşleriniz ve gülüşleriniz için...Sizi hiç unutmayacak, yine severek buluşacağız. Sizlere birşeyler öğretmek kadar sizlerden de birşeyler öğrenmeye, güzellikleri paylaşmaya devam edeceğiz... Bizlere çok yardımcı olan Canan ve Mine öğretmenlerimize içten teşekkürlerimizi de unutmadan...

13 Ekim 2010 Çarşamba

YENİ CİCİLER ve ZİNCİRİN HALKALARI

Kimden KLUBEM
Bu sabahtan görüntüler...

Yeni cicilerimiz var bizim...

Salonda beyaz kitaplık, göz ağrım benim...

Sonunda gerçek oldu, kitaplarımız artık salonda hep bizimle...

Sıradaki isteğim okuma koltuğu hemen onun yanı başına bir de lamba, gözleri yormayanından...


Resimdeki diğer yeni cici; Can'ın yağmur çizmeleri

Dün alındı, T....'dan. Eve geldiğimde uyuya kalmıştı çoktan, sabah İstanbul'daki yağmurda giymek vardı...

Büyük geldiğinden yürüyemiyor ama o mutlu :)

Kimden KLUBEM
O mutlu, biz mutlu... Kopmaz bir zincir bu... Biz de halkaları...

BİR KİTAP ÖNERİSİ...


3-6 yaş arası çocuk büyütenlerin(anne, baba, öğretmen, bakıcı...) şöyle sağlam bir temel atmak üzere okumaları güzel olacak bir kitap...

Şöyle bir kaç konuya bakayım derken baştan sona kendini okutturan bu kitabın bana ulaşan nüshasının sarı yaprakları var. 1996 yılı , 20. baskısı... İlk basım yılı ise 1978!!!

İnternetten yenisinin fotoğrafını ararken 30.baskıyı gördüm... Aradan geçen 14 yılda 10 baskı daha yapmış...

1996 baskısının üzerinde yazan fiatı 1.550.000 TL...

Ne bol sıfırlar vardı hayatımızda bir ara..


Kitap güzel...
Çocuklarımızın yerine kendimizi koyup o gözle bakmak...
Bu kitap tam bu iş için...
"Anne bu ne" sorusunun 101.sini de cevapsız bırakmamak için bu gözle bakmayı öğrenmek gerek...

Bazı yanlışları düzelttim kendi içimde, bazı yanlışlıkları da önledim yine...

Çok net yazılmış bir kitap. Gereksiz tekrarlar yok. İkilemler yok...

Ara ara öz Türkçe kelimeler okumak da hoşuma gitti...
Erinç: Huzur
Katlanısı: Sabır

Kitabın sonunda "Pulsuz Dilekçe" başlığı altında bir çocuğun ağzından yazılmış mektup ise bütün kitabı çok güzel özetliyor... Kitabı okumaya fırsatınız olmasa bile 2.5 sayfalık bu mektubu okuyun mutlaka...

Yazarının ağzından kitabı ise şu şekilde;

"Bu kitabı, ana-baba, öğretmenlerin çocukları daha iyi tanımlamalarına yardımcı olmak amacıyla yazdım. Dönem dönem ruhsal gelişimi izleyerek, çocuğun kişilik oluşumunu belirleyen olumlu ve olumsuz tüm etkenleri tartıştım. "

Doğru zamanda okunmuş bir kitap olarak rafa kalkan bu kitaba gerekirse ara ara yine göz atılacak... Çünkü tam bir Başucu Kitabı...

7 Ekim 2010 Perşembe

Anayasa Sohbetleri 2 - Din

Ne anlam ifade ettiği artık belli olmayan “laiklik” kelimesine bence Anayasada yer verilmemelidir. “Ay şekerim bu Müslümanlar da çok oluyor artık” dışında bir anlamı kalmış mıdır bu terimin? Sanmıyorum. Öyleyse at. Taze bir şey söyle. Mesela:

MADDE: Kamu hizmetinde herhangi bir din veya mezhebe ayrıcalık tanınamaz. Toplumca tanınan din ve mezheplerden herhangi birinin ifade ve ibadeti kısıtlanamaz. Bu din ve mezheplerin mensupları, inanç ve geleneklerine aykırı davranmaya zorlanamaz.

İşin özü birinci cümlededir. Devlet, bir din veya mezhebe ayrıcalık tanıyamaz, o kadar. Müslümanlığa da tanıyamaz. Devlet görevlisi kalkıp “elhamdülillah hepimiz Müslümanız” diyemez; diyememesi gerekir. Çünkü “hepimiz” Müslüman değiliz. Ben değilim mesela. Benim bu memleketteki hakkım Müslümanınkinden az veya fazla değildir.

Devlet ceketini üstünde taşımadıktan sonra git istediğin dini savun, istediğini tebliğ istediğini irşad et, kendi bileceğin iş. Bana söz düşmez. Devlete de düşmez.

Din ve mezheplerin yalnız ibadetini değil, ifadesini de kısıtlayamazsın. “İbadetini serbestçe yapmana izin veriyoruz daha ne, sus otur,” ikiyüzlülüğünü aşmanın zamanı gelmiştir. Dinine inanıyorsan bunu – edep dairesinde – anlatıp savunma hakkın olması gerekir. Protestan da olsan. Hatta Müslüman bile olsan.

İnsanları dinî inanç ve geleneklerine aykırı davranmaya zorlayamazsın. Misal, papazın sakalını kestiremezsin. Müslümanların geleneği eğer başını örtmeyi gerektiriyorsa yasak edemezsin. Yahudi de isterse şabat günü bölük eğitimine çıkmasın, kime ne zararı var?

“İnanç ve geleneğin” ne olduğuna zor durumlarda mahkeme karar verir, mesele biter. Bunda da içtihadı mümkün olduğunca geniş tutmak gerekir. Vatandaş muska taşımayı veya kadın eli sıkmamayı dinin gereği sayıyor olabilir. Aynı görüşü paylaşan yeterli sayıda insan varsa veya muteber birkaç hoca bunu savunmuşsa “Peki” deyip geçeceksin. Onların inanıyor olması başkalarını bağlamaz. “Aykırı davranmaya zorlanamaz” demek “herkes buna uymak zorundadır” demek değildir. Alakası yok.

Dinsizlik hakkından da burada söz etmeli mi? Sanmıyorum, hayır. Gereksiz yere ortamı kaşır, başka şeye yaramaz. Zaten yazıldığı haliyle madde yeterli özgürlük alanı bırakıyor.
*
İkinci cümlede ince bir ayrım var, dikkat edin. “Toplumca tanınan din veya mezhepler” demiş. Osmanlı hukukunda “maruf edyan ve mezahib” diye geçer, Cumhuriyet döneminde terkedilen bir kavramdır. Alman hukukunda da öffentlich-rechtlich anerkannten Religionen var, “kamu hukukunca tanınan dinler” anlamında, o da bunun gibi, tam olmasa da.

Bu ayrımı yapmak lazım, yoksa iş çığrından çıkar. Satanizm de sonuçta dindir. Kaliforniya’da The Church of Monday Night Football diye bir din var, gayet ciddi. Ayrıca peygamberlik ve tanrılık ilan etmek ruhsata tabi değil; Kuran’ın “son peygamber” iddiası da sadece Müslümanları bağlar.

Bence yeni dinler olsun; sakıncası yok. Ama toplumda derin tarihi kökleri olan dinlerle aynı statüde değerlendirilmeleri uygun olmaz. “Maruf” dinlerin inanç ve geleneklerinin, binlerce senelik süreçte toplum tarafından iyi kötü test edilip onaylanmış olduğunu kabul etmek ve dolayısıyla hürmet göstermek gerekir. Yeni çıkanlar hele genel hukuk çerçevesinde meramlarını anlatmayı denesinler, yeter.

MADDE: Dini kuruluşlara kamu bütçesinden ayrılan pay, o din veya mezhep mensuplarının genel nüfusa oranından daha düşük veya daha yüksek olamaz.

Hayır, devlet, dinî kurum ve hizmetlerden elini büsbütün çekemez, unutun onu. Burası Fransa değil, devletin karşısında devlet kadar örgütlü ve güçlü bir Katolik Kilisesi yok ki işi ona devredip piyasadan çekilesin. Fransız laiklerini Türkçeye tercüme etmekle iş bitmiyor.

Dini toplum hayatından silme işini koca Stalin becerememiş, bırak senin yarım gönüllü Tek Partini. O maceraya bir daha girmeyeceksen eğer, özellikle İslam dinine ait hizmetleri kim nasıl örgütleyecek, bir çare bulmak zorundasın.

Bugünkü yapısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı “Devlet bir din veya mezhebe ayrıcalık tanıyamaz” ilkesine aykırıdır, nokta. Ama lağv da edemezsin, onca cami var, imam var, onlar ne olacak? İster istemez devletin BİRAZ dışına itip, devletin değil “Müslümanların” diyanet işleri kurumudur demek zorundasın. Vurgu değişsin, şimdilik yeter. Yok biz bunu istemeyiz, tanımayız diyen Aleviler varsa, ister istemez onların da eşdeğer bir kurum oluşturmasına izin verip onu da tanımak zorundasın.

Nazar boncuğu niyetine Ermenilere, Süryanilere, Yahudilere nüfuslarıyla orantılı birer bahşiş dağıtsan o garipler de sevinir. Devletin kendi devletleri DE olduğuna inanırlar. Doksan senelik sahte laikliğin gerçek laikliğe doğru bir ufak adım atar.

MADDE: Kamu okullarında yeter sayıda öğrencinin talebi üzerine seçmeli din dersi verilir. Din dersi öğretmenleri, mensup oldukları din veya mezhebin kurum veya cemaatlerinin onayıyla seçilir.

Gerçek anlamda dinlerüstü bir “din kültürü” dersi verebilecek hoca sayısı bu memlekette bir elin parmaklarını geçmez, onun için hayal kurmaya gerek yok. Din dersi deyince ibadet ve itikat anlatılacak.

Bana sorarsanız din dersi hepten ilga edilmeli derim. Ama toplumun büyük kesimi için bu eğitimin en az öbür eğitim kadar önemli olduğunu kabul etmek lazım. Öyle olunca da devlet illa bu işe sırtını dönmeli, yokmuş gibi davranmalı demenin mantığını göremiyorum. Bırakın öğrensinler, bırakın öğretsinler.

Dinî öğretinin içeriğini devletin belirlemesi uygun olmaz, o yüzden bırakın her din ve mezhep kendi hocalarını seçsin veya en azından onaylasın, kendi dininin nasıl öğretileceğine karar versin. Dersi evde yahut dergâhta değil okul binasında verirsen en azından ne olup bittiğini izleme şansın olur, bir denetim payın kalır.

Din dersi istemeyen çocuklar o saatte top oynar, mutlu olur. Cemaatler de büsbütün akılsız değillerse müşteri çekmek için hoca kalitesini artırmak zorunda kalırlar.

*
“Kurum veya cemaat onaylar” demiş. Bakın bunun sonucu ne olur.

Müslümanlarda böyle bir kurum yok. İster istemez hocaları seçmek için cemaat bir şekilde istişare etmek, kendi içinde pazarlığa girmek zorunda kalacaktır. Bundan kurumlaşma doğar, iyi bir şeydir.

Bizde kilise var. Çocukların eğitimi gibi yakıcı bir konuda ister istemez kilise, cemaatle daha yakın diyaloğa girmek, toplumsal taleplere duyarlı olmak zorunda kalacaktır. Bundan demokratikleşme doğar, iyi bir şeydir.

Diyelim ki cemaat içindeki Falancılarla Filancılar hoca meselesinde anlaşamadı, inatlaştı, o zaman ne olacak? Mevzii bir anlaşmazlıksa bir şey olmaz, bir türlü çözülür. Ama sistematik bir anlaşmazlıksa ne olacağı bellidir. Bir süre sonra taraflar ayrı birer cemaat olarak resmen tanınıp ayrı hoca seçmek isteyeceklerdir. Bundan çoğulculuk doğar, ÇOK iyi bir şeydir.

Amerikan Yahudilerinde öyle oldu, 20. yüzyıl başında Reform, Konservatif ve Ortodoks diye üçe bölündüler. Hiç fena olmadı bana sorarsanız. Yahudilik fakirleşmedi, zenginleşti.

CAN KREŞTE&ÇİKOLATALILAR &MAYALI ÇÖREKLER

3 yaşını dolduran oğlum kreşe başlayalı 1 ay oldu bile… İlk gün 2 saat, sonraki gün 3 saat, üçüncü gün yine 3 saat, sonraki günler yarım gün…
Bir ay sonrasında ise artık tam gün… Daha önce kreşe hiç gitmemişti de yeni başlamıştı sanki benim için. Oyundu o yarım gün gidişler sanki, şimdi ise tam mesaili bir kreş öğrencisiydi…
İlk haftamızı da bu şekilde tamamladık neredeyse…

İlk veli toplantımızı da yaptık.

Hemen gider gelirim derken 3 saat süren toplantı&diğer velilerle ve öğretmenlerle tanışma-görüşme&durum değerlendirmesi… Mutfağı seven tek veli ben değilmişim…
Can’ın sınıfının velileri ile ayrı bir sınıfa geçip ayrıca görüştük. Her gün bir veli bir çeşit kek, poğaça, kurabiye türünden yapıp okula gönderebilir, kahvaltı ya da ikindi kahvaltısına alternatif olur fikri çıktı biranda… Çünkü Can dahil birçok çocuk okuldaki sabah ve ikindi kahvaltısını sevmiyordu, reçelli ekmeği yemiyorlardı mesela, Can evinde de hiç yemedi. Zeytini hiç yemedi, beyaz peyniri de ağzına sürmez.
Fikir güzel geldi, hemen bir programa bağlayıp ilk sırayı alan bendeniz yine de kafasındaki sorularla geri döndü evine… Can kreşe gitmeye hazır mıydı? İyi mi yaptık?

Her annenin çocuğunu kreşe ilk verdiğinde duyduğu, sorularla gidip gelen vicdan muhasebesi…
Henüz erken mi? Daha çok küçük… Nasıl bakıyor başının çaresine? Öğretmeni yeteri kadar ilgi gösterebiliyor mu? Kendi kendine yiyebiliyor mu? Şimdiye kadar çatalı kullanmıştı ama kaşıkla hiç çorba içmemişti mesela… En ufak detayına kadar her şey birer soru işareti?
Bir yerde defteri denkleştirip dürüp kaldırmam gerekiyor artık. Zaman gerek bunun için sanırım.

Akşama doğru gelen dostun ziyaretiyle mutlu olup kendime geldim biraz. Kafamdaki sorular rafa kalktı…
Yemek sonrasında yeşil çay yanında limonlu tartlar yenildi. Havaların soğumasıyla çayın tadı daha bir güzeldi sanki…

Cumartesiyi böyle kapattıktan sonra pazar sabahı artık dem vuramaz olduğum hamur yoğurma isteğimi dindirdim bir nebze…

Uzun süredir aklımda olan Münevver Ablamın açmaları iki ölçü olarak piştiler.
Bir ölçüsü Can’ın kreşi için…
IMG_2011

Açmaları Münevver Ablaya ilk gidişimde yaklaşık 2 yıl önce yemiş ve lezzetine vurulmuştum o vakit... Gel zaman git zaman derken düğme bisküviler gibi açmalar da ancak yapılabildiler.
İç kullanmayıp sade yaptım riske girmeyip. Can’ın mercimek yemediği aşikar, patatesli olabilirdi ama vakit de yoktu, öğle buluşmasına yapılacak tart bekliyordu daha sırayı, sonra buluşmaya yetişme telaşı… Belki buluşmadan sonra bize geçilir diyerek ortalığın toparlanışı, sürekli bir ev toparlama haliyle geçiyor evdeki vakitlerim, sürekli ya mutfak toparlanıyor, ya salon, ya diğer odalar, ya yıkanmış çamaşırlar, ya ütülenmişler, ya Can’ın oyuncakları, dağılmış kitapları… Sürekli bir toparla(n)ma…

Hepsi yetişti, buluşmaya da vakitlice gidildi…

Pazar buluşmasından dönüşte bir saat kadar da parkta vakit geçirdik Can ile… Eve girmek istemedi bir türlü… Güneşin son demleriydi, sınırlamadım, ne onu ne kendimi… Sonbaharın tadını çıkardık…
IMG_2124
IMG_2131

En sonunda ikna olup eve geçtikten sonra, Can uykuya daldı, ben yeniden mutfakta yerimi aldım. Bu kez de;

-Güzel bir insanın doğumgünü için çikolatalı kapkekleri
-Can’ın bisküvi kutusunun üstünden gösterip gösterip “Anne ben bundan iste” dediği çikolatalı kurabiyeleri pişirmek için…
IMG_2148

Acele ediyorum, pişecekler ve daha fotoğraf çekeceğim güneş elini ayağını çekmeden ama mümkün olmuyor. Kapkekler ve kurabiyeler hazır olduğunda güneş gitmiş oluyor artık…
Flash ile haşir neşir olmam gerekiyor mecburen içime sinmeden hiç…

Daha öncede pişirdiğim kapkeklerin fotoğrafları var neyse ki… Tarifi de burada
IMG_8123_resize

Ancak kurabiyeler daha önce de çok defa pişmesine rağmen hiç fotoğraflanmamışlar. Tarifi de eklememişim dolayısıyla..
En iyisi fotoğraf çekme işini de tarifi yazmayı da bir başka sefere bırakmak dedim… Ancak elde olan flashlı çekimlerle de olsa yer alsınlar şimdilik
IMG_2158
Kapkekler 1.5 ölçü pişirildi, yarım ölçüsü ev halkı için, 1 ölçüsü güzel insanın doğumgünü için paketlenip hazır edildi… Güzel bir süprizin tadı oldular…
Herkes ne var bunun içinde böyle diye sorarken aslında bir o kadar sade bir tarifti, tuzdu belki lezzetleri bu kadar keskinleştiren ve güzelleştiren..

Kurabiyeler ise Can’ın kreşi için yine… Açmalarla yan yana kutularda yerlerini aldılar ertesi gün için.
IMG_2180
Açmaların tarifi Münevver Ablanın sayfasından aynen uygulandı. Arşiv olması için buraya da ekliyorum. Malzemeler bir ölçü için.
IMG_2017
Malzemeler:
-2 1/2 - 3 Bardak un ( 240 ml.lik bardak)
-2 yumurta
-1/3 paket yaş maya, ya da 1 tatlı kaşığı instant maya (Tepeleme)
-60 gr yumuşak tereyağ
-1/2 çay bardağı zeytinyağ ( Daha da az olabilir)
-1 çay bardağı ılık süt
-2 çorba kaşığı toz şeker,
-1,5 tatlı kaşığı tuz,
- 1 çorba kaşığı mahlep
-Üzeri için 1 yumurta sarısı ( Biraz sütle inceltilmiş)

İç Malzeme:
alternatif 1:
Haşlanmış yeşil mercimek,
1 tane kuru soğan, 3-4 dal taze soğan
Maydanoz, kekik, tuz, karabiber, pul biber, kimyon
alternatif 2:
Haşlanmış patates
1-2 kuru soğan
Tuz, karabiber, muskat rendesi,pul biber

Yapılışı:
Siz benim gibi yapmayıp mayalı hamurları akşamdan yoğurup buzdolabına kaldırın. Ertesi sabah da içinin hazırlanıp, pişirilmesi kısa sürede olur. Yaş maya kullanılıyorsa, ılık süt ve şekerle birlikte 10 dk. kadar kabarması sağlanır. Instant maya ise elenmiş unun ortasına konur. Kenarlara tuz, şeker, mahlep serpiştirilir. Ilık süt, yumurta, zeytinyağ ilavesiyle yoğurulur. Burada ele yapışıyor diye fazladan un koymayın. Yoğurdukça ele yapışmaz olur. Kıvamı geldiğinde yumuşak yağı ilave edip, yine yoğurulur. Üzeri örtülüp buzdolabına kaldırılır. Mayalanma uzun sürede ve yavaş yavaş olur böylece
Sabah, hamur çıkarılır. Oda ısısına gelmesi için mevsim kışsa sıcak bir yerde ( kalorifer üzeri gibi) bekletilir.
Soğanı ince doğrayıp, çok az su ile pişirin. Daha sonra çok az zeytinyağ ile mercimek ya da patates eklenir, diğer malzemeler karıştırılır. İçler sıcak, hazır bekletilir.
İyice kabaran hamur yine yoğurulur. Küçük parçalar kopartılıp, merdane ile açılır. İç konup istenilen şekil verilir. Münevver Abla mercimeklileri ay şeklinde, patateslileri ise, hamuru rulu yapıp, kendi etrafında döndürerek,uçlarını alta sakladığı şekilde yapmıştı.
Bu arada fırın 180 derecede ısıtılır.
Şekil verilen hamurlar, yağlı kağıt konulmuş tepsiye dizilir. Biraz daha mayalandırılır. Zaten iç sıcak olduğu için kısa surede kabarırlar.
Üzerine sütle inceltilen yımurta sarısı sürülür, haşhaş, susam, çörekotu serpilir.
Üzeri kızarıncaya kadar, 15-20 dk. pişirilir.
İlk sıcaklık geçince, büyükçe bir kap içinde, kağıt havlular arasında, kapağı kapatılarak servise kadar ılık halde bekletilir.