31 Ağustos 2012 Cuma

Dil kaygandır


Kendi yaşam süremizde anlamı değişen sözcükleri bile hatırlamakta bazen zorlanıyoruz.

Mesela dokunmatik. Hatırlar mısınız, 1976’da Grundig Dokunmatik televizyon çıkmıştı piyasaya. Parmağı hafifçe bastırmakla işleyen minicik tuşları vardı. Sonra piyasayı dokunmatik telefonlar sardı, bildiğimiz tuşlu telefon anlamında. Dokunmatik ekran tabiri ilk kez 1992’de, Onuncu İstanbul Festivali münasebetiyle IBM’in piyasaya çıkardığı touch-screen monitörler için kullanılmış. Derhal diğer kullanımları silmiş. Şimdi “dokunmatik” deyince touch-screen’den başka bir şey düşünen kalmadı galiba.

Duyum, TDK tarafından resmen piyasaya sürüldüğü 1935 tarihinde “his” diye tanımlanmış. Türkçe Sözlük’ün 1945 tarihli ilk basımında duyumduyum yitimi (anestezi), duyumculuk (sensualisme), duyumsal,duyumsamazlık (apathie) vs. geçiyor. 1970’leri sonuna kadar gazetelerde “duygu” (sentiment) veya “duyu” (sense) anlamlarında sık sık kullanılmış. Misal: “cinsî duyumlar daha meme emerken ve bütün çocukluk çağında mevcuttur.” Derken 1980 darbesini izleyen günlerde askerlerin çıkardığı tehditnamelerde pat diye yeni bir anlam belirmiş. Misal: “kamuoyunu yanıltıcı bazı yanlış değerlendirmelerin yapıldığına dairduyumlar alınmaktadır.” Buradaki manâ “haber”, daha doğrusu “istihbarat”. Eski anlamına 1982’den sonra bir daha hiçbir yerde rastlanmıyor. Ben bile hatırlamakta zorlandım, ki 82’de 26 yaşındaydım, iyi kötü kalem tutmuşluğum da vardı, unutmam şaşırtıcı. 

30 Ağustos 2012 Perşembe

Başbakanlık başvuruları başlamıştır.


Muhtıra = “memorandum, bir şeyi hatırlatmak amacıyla gönderilen yazı”. Arapçada kullanılan bir sözcük değil, eski Osmanlıca sözlüklerde de yok. 19. yüzyılın ikinci yarısında diplomasi tabiri olarak türetilmiş. Ta baştan beri tehditkâr bir tınısı var. “Şu işi şeyle yapmanı hatırlatırım, yoksa…”

Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in muhtırası içerik açısından hava civa, ama siyasi açıdan ilgi çekici bir çıkış. Çiçek’in başbakanlığa en yakın aday olduğunu 11 Martta söylemiştim, hem face hem twitter’da. Zannederim çekingen lisanla bir adaylık bildirisi bu. Diğer iki aday Bülent Arınç ve Hüseyin Çelik’in derhal tepki vermesi anlamlı. Bana sorarsanız Arınç fazla tartışmalı, Çelik’in ise siyasi tabanı dar; Çiçek en güçlü aday şimdilik.

Resmen başbakan mı olur, yoksa başbakan Zigetvar’da Kanuni Sultan Süleyman’ın naaşı misali tahtta tutulur, Çiçek başka bir sıfatla mı yönetir, bilmiyorum. Geçiş dönemini idare etmeyi başarırsa 2014’te cumhurbaşkanlığıyla ödüllendirilir. Gül başbakan olur.

Muhtıranın içeriğine gelince, TC siyasi sınıfının Kürt meselesini bırak çözmeyi, kavramaktan ne kadar uzak olduğunu göstermekten başka bir anlamı yok. Adamlar senin bir vilayetinin yarısını ele geçirmiş, sen hala daha “şiddet”, “terör” diye geveliyorsun. Ya onlar sana “şiddet ve terörden vazgeç, silahlarını şuraya bırak, konuşalım” diye teklif getirse ne cevap vereceksin?

29 Ağustos 2012 Çarşamba

ve SON FİNAL: İSVİÇRE, Berlingen Köyü

Engen'deki otelimize doyamadan ayrılıyoruz öğle vakti...Yolculuk gölün hemen karşısına İsviçre'ye... Bu tatilin 11.şehrine...
6 otel değiştirdikten sonra artık bir dost eve misafir oluyoruz son gecemizde. Buradaki dostlarımız ziyaret edip ertesi sabah ise Türkiye'ye dönüş var planımızda...  3-DSC01453


Bodensee gölünün kıyısında bu şirin İsviçre köyüne, Berlingen'e varıyoruz...Köyde hareketlilik var. Çünkü yılın kermesi yapılıyor gittiğimiz gün... Her ülke kendi standını kuruyor... Farklı ülkelerden lezzetler tadıyoruz. Makedonya'dan İsviçre'den, İsveç'den...
7-DSC01452


Bu köyü defalarca ziyaret etmek kısmet oldu. Bu açıdan fotoğrafını öyle çok çektik ki, her mevsimini, yazını kışını...73-DSC01498


Ve biz ona bir aşkla bağlandık... Her köşesini biliyoruz, hayatımızda bir yeri var...72-DSC01494


Burada sanki yıllardır yaşamışız gibi.. 
Hafızamızda öyle bir yeri var.
71-DSC01492


Bu parkta Can ne çok oynadı...69-DSC01471



Her yaşında ayrı ayrı...

68-DSC01457



İşte bu dostlar sayesinde kısmet oldu bunlar...Türkiye standını kuran dostlar...
Sıramızı savdık, sizin yolunuzu bekliyoruz artık...2-DSC01449


Ve bu güzel tatil bitti istemeyerek... 
Artık dönme vakti...
Bu yazın başında çıktığımız ilk tatili yazın sonuna geldik ve ancak anlatıp bitirebildim. 
Bunun dışında daha başka çıkılan bir tatil ve çıkılacak bir tatil daha var... Artık ne vakit anlatılır, bu sayfalara taşınır bilinmez:)
5-DSC03788


Seviyoruz gezmeyi biz hepimiz ayrı ayrı çok seviyoruz. Başka türlü bu kadar gezmek mümkün olmazdı sanırım:)
77-IMG_0532

28 Ağustos 2012 Salı

Havuçlu kekimi kaptım, parkta doğumgünü partisi yaptım!


Çocuklar 2-3 yaşına geldi mi doğumgünü partilerini bol arkadaşlı ve oyun dolu kutlamayı istiyorlar. Ev ortamına dar gelebilecek misafir sayısı karşısında şehirli anneler arasında oyun/aktivite merkezlerindeki doğumgünü partileri popüler olmaya başladı. Bu merkezlerdeki partiler eğlenceli geçse de maddi olarak daha ekonomik ve alternatif bir doğa partisi yapmak isterseniz en yakınınızdaki parkta açıkhavada kutlama yapmanızı öneririm.

Biz de bu sene park arkadaşlarımızın başlattığı geleneğe katılarak doğum günümüzü parkta kutladık. Evimizin yakınında piknik masaları bulunan büyük bir park var. İlk yıllarda evimizde yaptığımız kutlama bu sefer de parkta çok keyifli geçti. En güzeli çocuklar çok keyif aldı.


Eğer dışarıda park ortamında bir parti düzenleyecekseniz dikkat etmeniz gereken birkaç nokta var:

-İlk olarak bir haftalık hava durumunu kontrol edin. Davetiyelerinizi ilettikten sonra bir iki gün öncesinde tekrar kontrol edin. Yağmur yağma durumunda kapalı alana geçilebilecek alternatif bir kutlama bölgesi planlayın.

-Parti alanını belirlemek için fazla süse gerek yok, uzunca bir ipe balonları bağlayın. Pasta kesimi sonrasında çocuklara bu balonları dağıtabilirsiniz.

-Bardak, tabak, peçete, piknik masası için örtü alırken plastik ürünler yerine kağıt olanları tercih edin. Evden çatal, kaşık, bıçak getirebilirsiniz. Tüm çöplerinizi parti sonrasında iyice toplamayı unutmayın.

-Davetli olan annelerden tatlı veya tuzlu bir ikram getirmelerini isteyebilirsiniz. Siz de iki üç ikram eklediniz mi masanız kolayca dolacaktır.

-İçecekleri unutmayın, çocuklara su, meyve hoşafı vermeyi düşünebilirsiniz. Biz şekerli meyve suları ve asitli içecekleri tercih etmedik. Tabii yetişkinler için çay ve kahve şart. Büyük termoslarınızı hazır edin.

-Doğumgünü pastası herhalde tüm çocuklar tarafından en heyecanla beklenen ikramdır. Harika bir pastanız olursa tüm çocuklar partiye bayılırlar. Ben de içeriğini doğal ürünlerle hazırladığım krema soslu havuçlu kekimi yaptım. Öyle havalı şekiller, karakterleri yoktu ancak bu seneki tüm aile doğumgünlerinde yetişkinler ve çocuklar tarafından beğenilerek sonuna kadar tüketildi.

Aşağıda en sevdiğim yemek kitabımdan şekersiz kek tarifimi bulabilirsiniz. Bu tarifle esmer bir havuçlu kekiniz oluyor. Malzemeleri organik ve doğal köy ürünlerinden seçecek olursanız kekin tadı çok daha lezzetli oluyor. Ben kitaptaki tarife ek olarak muhallebi şeklinde bir krema hazırlıyorum.

Kek için:
-Yaklaşık 2 su bardağı tam buğday unu
-1 tatlı kaşığı karbonat
-1 tatlı kaşığı tarçın
-yarım tatlı kaşığı toz karanfil
-bir tutam muskat rendesi
-yarım çay kaşığı doğal kaya tuzu (mineral değerleri NaCl sofra tuzuna göre daha yüksektir)
-3 su bardağı (4-5 adetten) havuç rendesi (organik havuçlar kimyasal gübre artığı içermezler)
-1 su bardağı dövülmüş ceviz (ilaçız kabuklu cevizleri tercih edin)
-2 çorba kaşığı yoğurt (evde mayalanmış yoğurt gibisi yok)
-4 yumurta (oda sıcaklığında)
-1.5 çay bardağı zeytinyağı (ben soğuk sıkım sızma zeytinyağı kullanıyorum)
-1 su bardağı pekmez (keçiboynuzu ya da üzüm pekmezi kullanıyorum)

  1. Yaklaşık 30 santim çapında kek kalıbınızı yağlayıp unlayın. Yapışmaz yüzeyli kalıplar bir çeşit plastikle kaplandıklarından yüksek sıcaklıkta kaplamadan madde sızar. En sağlıklı olan cam ve toprak (güveç) kaplardır.
  2. Fırınınızı 160 (turbo 140) derecede ısıtın. Un ve karbonatı eleyerek bir kaba alın, elekte kalan kepeği una ilave edin. Baharatı ve tuzu ekleyip güzelce karıştırın.
  3. Havuç rendesi, ceviz ve yoğurdu ayrı bir kabın içinde bekletin.
  4. Yumurtaları iyice kabarıncaya kadar, yaklaşık 10 dakika çırpın. Zeytinyağı ve pekmezi ekleyip tekrar güzelce karıştırın. Yumurtalı karışımın içine önce unlu, sonra havuçlu karışımları ilave edin. Tüm malzemeleri çok kısa süre tahta kaşık ile harmanlayın. Unu kattıktan sonra uzun uzun karıştırmayın, keki lif lif yapar.
  5. Önceden hazırladığınız kalıba döküp üzerini düzeltin. Sıcak fırının alttan ikinci rafında yaklaşık 1 saat pişirin. Kekin ortasına batırdığınız kürdan temiz olacak. Not: evdeki turbo fırınımda kek en fazla 30 dakikada pişiyor. Ancak ilk 20 dakika fırını açmayın, kek içine çöker.
  6. Piştikten sonra 10 dakika kalıbın içinde dinlendirin. Bir bıçak yardımıyla keki kalıbın kenarlarından kurtarın ve tersyüz edin. Tekrar düz yüzüne çevirip tel ızgarada soğumaya bırakın.

Kreması için :
-yarım litre süt (tercihen çiğ süt, yoksa günlük pastörize cam şişe sütü)
-2 tepeleme yemek kaşığı tam buğday unu
-1 tatlı kaşığı keçiboynuzu pekmezi unu (aktarlardan alınabilir)
-yarım çay bardağı pekmez
-1 kutu labne peyniri (isteğe bağlı)
-1 yemek kaşığı tereyağı ya da kaymak

Süsleme için:
-Üzüm, badem, dut, çıtır beyaz leblebi, kuru yabanmersini vb. kuruyemişler

1. Krema için bir tencerede süt, un, keçiboynuzu pekmezi unu karıştırılır. Kaynamaya başlayınca koyulaşıncaya kadar karıştırmaya devam edilir. Ocaktan indirmeden önce pekmez, terayağı ve labne katılır. Labne katılınca biraz daha sulanıyor.

2. Kek telde dinlenip biraz soğuduktan sonra yatay olarak ikiye kesilir. Ardından istediğiniz şekilde kesebilirsiniz. Ben doğumgünü için kelebek, yıldönümü için kalp şeklinde kestim. Kremayı iki kat arasına ve kekin üstüne dökün. Son olarak da kekin üstünü kuruyemişlerle süsleyin.

Şekil olarak pastanelerdeki mükemmel keklere benzemeyebilir, ancak tadının tüm damaklarda uzun süre kalacağına emin olabilirsiniz. Şekersiz oluşu, pekmezle tatlandırılması keki çok daha hafifletiyor.

Benzer şekersiz ve beyaz unsuz tariflere ulaşmak isterseniz Arzu Aygen-Ülfet Aygen tarafından yazılmış “Beyaz Unsuz, Şekersiz, Hamur İşleri” kitabına bakabilirsiniz.

Hepinize çocuklarınızla sağlıklı ve uzun bir ömür diliyorum.

Antika eksperiniz görev başında


İhsan Oktay Anar iyi romancı değildir ama bazan iyi minyatürcüdür. Eyüp Can bugünkü başyazısında uzunca bir minyatürünü aktarmış: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1098415 . İyi etmiş. Sahne güzel, anlatım yer yer ustaca. Ama aradaki dil ve üslup hataları bana batıyor.

"kullarının akıllarını kullanmalarına kısıtlama getirdiğinden..." Kısıt ve kısıtlama, dil devriminin 1940'lardaki ikinci kuşak ürünlerindendir. Umumi yazı diline 1961-62'den önce girmezler. Arkaizan bir üslup denemesinin yapıldığı metinde, Fatih Sultan Mehmet filminde kol saati takan yeniçeriler kadar sakil duruyor.

"beynelmilel meseleler üzerinde derin bir tefekküre dalmıştı..." Beynelmilel buram buram dönem kokan bir kelimedir, ama burada dönem yanlış. 1930'dan eski örneğini ben bulamadım, ama sanırım I. Dünya Savaşı civarında, 1910'larda icat edilmiş olmalı, post-Osmanlı neo-Osmanlıcası. 1950'lerde zirve yaptı, 1970'lere doğru söndü, kendisini icat eden kuşakla birlikte öldü. Sultan Abdülhamid hayatının son demlerinde gazetelerde böyle bir kelime görmüşse kaşını kaldırıp lahavle çekmiştir zannımca. 

"peklik denilen bela-yı muazzamadan mustarip..." Bela nakıs fiilin fe'l masdarıdır, o yüzden müennes değil müzekkerdir. Bela-yı muazzama olmaz, bela-yı muazzam olur. Daha basitçe şöyle diyelim, uzun â ile biten Arapça ismin dişil olması vaki değildir. Gremeri bilmesen de kulak dolgunluğuyla aşağı yukarı bilmen gerekir sanırım.

Kıssadan hisse: Kasacaksan dikkatli kasacaksın, hata yapmayacaksın. 

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Hakk = haqq


Arapça kalın qa ile haqq حقّ   “yasaya veya hakikate uygun olma, right”, ince ke ile hakk حكّ  “sert bir uçla oyma, to carve”.  Bizde de kullanılırlar, ilkinden hakhukukhakikathakkını helal et,hakkıdır hakka tapan, haklı davanızda yanınızdayız, muhakkaktahakkuk, istihkak, tahkikat vs. İkincisinden taşa yazı hakketmekhakkak.

Arapça qaf ile kef apayrı iki sestir, birbirine asla karışmazlar diye biliyoruz. İlki küçük dil civarında bir yerden, ikincisi sert damağın arka kemerinden söylenir. Herhangi bir tarihte, Arapçanın herhangi bir lehçesinde, kaflı bir sözcükten kefli türev türetilmesi ya da tersi olması, ya da birinin yanlışlıkla öbür türlü telaffuz edilmesi ihtimali zayıftır. O yüzden haqq ile hakk iki alakasız kelime deyip geçiyoruz.

*

Derken hokka sözcüğü aklımıza takılıyor: “taştan, camdan veya ağaçtan oyulmuş küçük kap.” Klasik devir Arap sözlüklerine göre bu kelime hem kaf hem kefle huqqa veya hukka yazılabilirmiş. Anlamı “oyma” fiilinden geldiğine göre kefle yazılması mantıklı, ama qafla yazılan şekil daha yaygınmış. (Türkçeye de qaflı haliyle gelmiş, öbür türlü hokka değil hükke olurdu.) Telaffuzda istikrarsızlık genellikle yabancı dilden alıntıya işaret eder. Acaba olabilir mi?

Nitekim bakıyoruz, Arapçayla akraba iki kuzeybatı dilinde, Aramice ve İbranicede kalın h ve kalın kaf ile Ḥ-Q-Q “taş veya metali oymak, sivri uçla kazımak - to engrave, inscribe, carve out.” Aramice sözcük, Babil ve Filistin lehçelerinde Milat öncesinden itibaren kaydedilmiş. Kefli hali yok, her zaman kaf ile yazılıyor. “Oyuk kap” anlamında ḥuqqā bulamıyoruz, ama kuşku yok ki eskiçağda Araplar bu nesnenin adını kendi dillerinde türetmekten ziyade, sanayi alanında daha gelişkin olan kuzey komşularının lehçesinden almış olmalılar.

Aramice sözlüklerde Ḥ-Q-Q fiilinin başka anlamına rastlamıyoruz. Ama Tevrat’tan beri İbranicede görülen ikincil anlam, “yasamak, kanun koymak, ferman etmek”. Anlam genişlemesi gayet mantıklı: yasaları, fermanları, sözleşmeleri taşa oymuşlar, hangi Şark Medeniyetleri müzesine gitsen bir sürü nümunesini görürsün. İbranice ḥuqqah חקּה   “enactment, statute, law, custom”. Bugünkü İsrail’de “anayasa” anlamında kullanılıyor. Ḥaqûq חקוק “taş veya metale hakkedilmiş" anlamında sıfat. Ḥiqqûq חקּוק eski metinlerde “oyulmuş şey”, günümüzde “yasa, kararname, resmen kayda geçmiş karar”. Ḥuqiyot חקיוט “yasallık”.

Arapçada “resmi belge” anlamına gelen bir de hucca = hüccet sözcüğü var, o daha da ilginç. Ama bugünlük bu kadar.

Bir vücut sanatı olarak dövme

Ben hayatımın önemli anlarımı, anlamlarını vücuduma yazdırmayı sevenlerdenim. İlk dövmeye meraklandığımda bir kere başlarsan sonu gelmez demişlerdi. hakikaten de gelmiyormuş.

İlk dövmem bi r klasik olarak kendi adımdı. Peh..gerçekten çok klasik.

İkinci dövmem khalachakra, çok felsefi. Geçirdiğim zamanları hep hatırlayayım diye yaptırmıştım.

Sonra bir Hindistan seyahatinde bana çok önemli bir

26 Ağustos 2012 Pazar

Eski darbeler


Modern tarihte Türkiye’de üç (ya da meşrebine göre, üçbuçuk) askeri darbe oldu diye genel bir kabul var son zamanlarda. Ben perspektifimizi biraz daha geniş tutalım derim.
  1. Nizami ordunun kurulmasından sonraki ilk askeri darbe 1876’dadır. Serasker Hüseyin Avni Paşa ile donanma komutanı Kayserili Ahmet Paşaların askeri cuntası, Mithat Paşa önderliğindeki sivil-bürokratik darbeci ekiple birleşip sultan Abdülaziz’i devirir. Başbakan Rüşti Paşa bir süre tereddüt ettikten sonra darbecilere katılıp makamını korur.
  2. 1908’de Selanik’teki küçük rütbeli subaylar gizli örgüt kurup isyan çıkartır. Hükümeti istifaya ve padişahı anayasa ilanına zorlarlar. Anayasanın ilanı memlekette heyecanla karşılanırsa da, üç dört yıllık bir kaos ve kararsızlık döneminden sonra anayasa fiilen rafa kaldırılır. 
  3. (1909’u saymıyoruz, bilfiil iktidarı elde tutan askeri kadronun bir karşı-ayaklanma girişimini bastırmasıdır.) 1912’de “Halaskâr Zabitan” adıyla örgütlenen bir ihtilal örgütü bir muhtıra ile Sait Paşa hükümetini istifaya zorlar. İttihat ve Terakki kadrosu iktidardan düşer. 
  4. 1913’te Enver Bey önderliğinde bir askeri çete Babıali’yi basıp Harbiye Nazırını öldürür, başbakanı silah zoruyla istifaya zorlar. Ordu üst kademesinden bazı generallerle ittifak ederek hükümeti kurarlar. 
  5. 1919’da, yasaklanmış İttihat ve Terakki’nin önde gelenleri Sivas’ta bir ihtilal kongresi toplar. Mustafa Kemal ve Karabekir Paşalar başta olmak üzere ordu üst kademesiyle anlaşıp hükümete isyan ederler. Anadolu’da hükümete bağlı kalan vali ve memurlar görevden alınarak fiili yönetim kurulur. Başbakan Damat Ferid istifaya zorlanır. Ancak onun yerine gelen “ortacı” hükümet isyancı kadroyu tatmin etmez. 23 Nisan 1920’de Ankara’da bir karşı-hükümet kurarlar.
1919 darbesi önderinin daha sonra kurduğu rejimde başlıca kaygısının karşı-darbeleri önlemek olduğunu ve bu yönde bir hayli de başarı kazandığını söylesek, acaba Tek Parti dönemine taze bir bakış açısı getirmiş olur muyuz sizce? Sonuçta, Türkiye gibi memlekette, kırk sene boyu darbeleri önlemişler mi? Önlemişler.

Hem biraz daha geri git bak, II. Abdülhamid rejiminin başlıca kaygısı da 1876 usulü bir darbenin tekrarını önlemek değil miydi? Darbeyle geldi, kendisini iktidara taşıyan darbeci kadroyu hızla tasfiye etti, sonra 33 sene her an gene darbe yapabilirler korkusuyla yaşadı, boğucu bir baskı rejimi kurdu.

“Oyunu kuralına göre oynamak” ahlakının yerleşik olmadığı bir ülkede, askeri darbeyi istisna değil kural olarak görmek lazım belki de. Şu veya bu devirde, 30-40 sene darbesiz nasıl götürebilmişler diye sormak daha yerinde olmaz mı?  

TUBINGEN & ENGEN


Biz ne bilelim sen bu kadar güzelsin, deryasın...
Sana gün değil günler ayırmak gerek...
Havanın güzel oluşu şansımız tabi, pırıl pırıl masmavi gökyüzü 60-DSC0138561-IMG_7751
17-IMG_7804 


Her şehirde uğradığımız parklarımız var bizim, keyifle çimenlerine oturduğumuz, sallandığımız, salındığımız, kendimizi bulduğumuz...
 


18-DSC01409 

6-DSC01408

Çiçeklerimiz var bizim sokak sokak dokunup gözlerimizle , mest olduğumuz...
64-IMG_779063-IMG_7788 


Evliliklerine mutluluklarına şahit olduğumuz insanlarımız var... Uzaktan seyreylediğimiz, tebessümle baktığımız... 


10-DSC01388

Ve bir şehirden bir başka şehre giderken doyasıya seyreylediğimiz engin çayır çimen kaplı arazilerimiz var... Almanya'da son kaldığımız otelimize doğru yol alırken...
21-DSC01417

Sağımız solumuz yeşil, mest halde yol aldık böyle... 19-DSC01414 


Almanya'da şehirlerin sonlarına eklenen -engen , -ingen eki bizdeki köy e denk geliyormuş. Tübingen'i geride bırakıp işin özüne köyüne geldik. Burası sade ve sadece Engen... İşte bu da Engen'deki otelimiz... Sessizliğin doğanın tam ortasında... Bir başka hayal otel bizim için ve biz bu hayalin içinde tam gerçeğinin yanındayız...
65-DSC0142320-DSC01415



Otelden seyrettiğimiz uzakta görünen göl ise Bodensee gölü... Karşısında ise masal ülkesi İsviçre var... Ve biz yarın yolculuğumuzun son gününü geçirmek üzere bu ülkeye gidiyor olacağız...
22-DSC01440


25 Ağustos 2012 Cumartesi

AY'A GİDİLDİĞİ GÜN

Ay'a ilk ayak basan kişi Neil Armstrong öldü...
Ay'a gidildiği 1969 yılı çok büyük olay olmuştu, hiç kuşkusuz gazeteler günlerce bu olayı yazdılar...
O gazetelerden örnekler; aynı sayfada o sırada Türkiye'de olup bitenlere dikkat edin...
Bazen mizah yapmak için hiç ama hiç uğraşmaya gerek yok...
İzmir Arkeoloji müzesi soyuldu

Kız izcileri taşıyan otobüs uçuruma yuvarlandı

Demirel halkı Tanrı'ya emanet etti

Cafer Zorlu'yu Kaybettik

Karikatür: Emre Yılmaz
Karikatürümüzün ustalarından Cafer Zorlu'yu 24 Ağustos günü kaybettik...

Cafer Zorlu 1926 yılında Bursa İnegöl'de doğdu, dokuz yaşında İstanbul'a geldi terzi, berber çıraklığı gibi çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 50 li yıllarda Taş Karikatür dergisinde karikatür çizmeye başladı. Bunu Akbaba dergisi Tercüman Hürriyet Milliyet gazeteleri izledi. Karikatürleri ile T.Gazeteciler Derneği ve T.S.Y.D. ödüllerini yıllarca üst üste kazandı. emekli olduktan sonra meslek hayatı içinde çizmiş olduğu seçilmiş karikatürleri dört ayrı kitapta topladı.

Borç = porno


Eski Türkçe öte edatı ile ötemek (Türkiye Türkçesi ödemek) fiili arasındaki anlam ilişkisini ilk bakışta kavramak kolay değil, ama bakıyorsun aynı ilişki Hintavrupa dillerinde de var. 

Per, tüm HA dillerinde “ön, ileri, öte” anlamına gelen temel edat. Latince per ve pro, Yunanca perive prô malum. Arnavutça për, Germence for (İng forward’daki for ve Almanca vor), Ermeniceheru հեռու, Sanskritçe pári, Eski İranca pairi aynı hesap. Bu sonuncusundan, perakende, perçem, perçin, perdah, perde, perest, perhiz, perişan, pertav, perva, pervane gibi bir sürü Farsça türev biliyoruz, ama onlar şimdiki konumuz değil.
Öte yandan fiil kökü olan per-, yine bilumum HA dillerinde “satmak, satın almak, takas etmek, para ödemek”. Yunanca mesela perô ve peraô “satmak”, bunun kurallı türevi olan pornê “satılık kadın, fahişe”. [Pornographeía “fahişe edebiyatı” demek, varmış eskiden de öyle şeyler. İlk kez MÖ 2. yy’da İskenderiyeli Athenaios Sofra Sohbetleri kitabında zamanın meşhur pornográphos’larından bahsediyor.]

Latince parere “takas etmek, eşdeğerini vermek”, bundan türeyen pār “eşdeğer, bedel”, İngilizcede de aynen bu anlamda kullanılır, bizde de döviz paritesi filan var.

Eski Hintçe ve Eski İrancada da par- kökünden, “ödünç vermek, borç, borcu ödemek” anlamına gelen bir sürü isim ve fiil türetmişler. Misal: Sanskritçe purtá “ödünç, borç”, Avestaca a-pərətiş“cereme”, yani bir suça veya günaha karşılık ödenen bedel. Ermenice part պարտ “borç”, Eski Farsçadan alıntıdır. Bizim Türkiye Ermenicesinde /bard/ diye söylenir ve çoğul bardk biçimi daha çok kullanılır.

*

Soğdca pwrç diye yazılan kelime /porç/ mu, /borç/ mu okunuyor bilmiyoruz, çünkü Soğd alfabesinde p ve b aynı harfle yazılıyor. Anlamı, bildiğimiz borç, ödünç şey veya para. (Bedruzzaman Gharib, Sogdian Dictionary, s. 330, “loan”). Yapı itibariyle sözcük, sanırım Avestacapərəti-ş eşdeğeri. Oradaki +ş, Farsça alayiş, asayiş, bahşiş, cünbiş, hahiş, nümayiş, perestiş, serzeniş, sitayiş sözcüklerinden tanıdığımız, fiil adı yapan standart İrani ektir. Görebildiğim kadarıyla, Soğdcada /t/ sesine bitişen tüm örneklerde /tş/ > /ç/ değişimi olmuş.

İlk bakışta tereddüt uyandıran şey, Orta Asya Türkçesinin dev sözlüğü Divanı Lugati Türk’ün borçsözcüğüne yer vermemiş olması. Ama düşününce böyle olması doğal. Belli ki Kaşgarlı bu sözcüğü yabancı bir kelime olarak algılamış ve o tarihte (1070) Türkçede cari olan yüzlerce yabancı kökenli kelime gibi buna da sözlüğünde yer vermemiş. [Misal, sözlüğü yazdığı tarihte Kaşgar’ın Türk ahalisi 100 yıldan beri Müslüman olduğu halde sözlükte Allah kelimesi yok.] 12. yüzyıldan itibaren çoğalan yazılı kaynaklarda, Doğu ve Batı Türkçesinin tüm lehçelerinde, borç sözcüğü bolca geçiyor; eskiden beri bilinen, alışıldık bir kelime olduğu seziliyor.

Soğdlar kim, biliyorsunuz. Milat öncesinden 1000 yıllarına kadar Semerkand ve Buhara’nın yerleşik halkı. İrani bir dil konuşmuşlar, İpek Yolunda ticareti ellerinde tutmuşlar, o devirde Türklere dış dünyadan ulaşan bilumum dini ve kültürel akımları da onlar taşımışlar. Uygur Türkleri, mesela, Budizmi, Maniheizmi, Nestorcu Hıristiyanlığı Soğdlardan öğrenmiş; alfabelerini onlardan almış. Para, kredi, borç işlerini de onlardan öğrenmelerine şaşmamak lazım.

*

Bir ufak not. Para ekonomisinin yerleşik olduğu kültürlerde “satmak” ve “satın almak” iki ayrı eylem. Oysa para yerine bir çuval arpa veya bir yük bakır ödediğin çağda ikisi arasında mantıkî bir ayırım yapmak zor. Eşdeğerini vermek ile eşdeğerini almak aynı iş. Birçok dilde bu belirsizliğin izlerini halâ görebiliriz. Mesela Türkçede “to buy” anlamında tatmin edici bir fiil yoktur, farkında mısınız? Satmak esasen “takas etmek”, yani “bir şeyi bir şeye eşdeğer saymak”. Sonradan anlamı daralmış, “mal verip para almak” olmuş. Zıddını anlatmak için satın almak diye bir deyim gerekmiş.   

*

Bir not daha. Öte edatı ile ötemek fiili, matıken *öt diye bir sözcüğün mevcudiyetini varsayar. Bu sözcük, Türkçenin yazılı devrinde kaydedilmemiş. Ama öyle bir şey var idiyse şayet, “diğer, öbür” gibi bir anlamı olmalı. Öte = diğer yan. Ötemek = diğerine çevirmek. 

24 Ağustos 2012 Cuma

Doğal Anneyim artık Milliyet.com.tr'de!


Milliyet Blog'da 2007 senesinden beri Bashico altında yazılarım çıkıyor. Artık ben de bir Milliyet yazarı olarak Milliyet.com.tr bebek ve çocuk bölümünde sizinle buluşuyor olacağım.

Çocuklarınızla ve ailenizle birlikte mutlu ve sağlıklı günler dilerim.



19 Ağustos 2012 Akşam Gazetesi Homeopati Röportajım

Geçen hafta benim için çok keyifli geçti çünkü homeopati ile ilgili bir röportaj yaptım :) İşte kendisini aşağıda sizinle paylaşmaktan gurur duyuyorum:

**********************
Doğanın iyileştirici gücünü kullanın

‘Homeopati’ sözcüğünü daha önce duydunuz mu? Doğal ve yan etkisi olmayan bir tedavi yöntemi adı… Hayır, yeni bir yöntem değil. 220 yıl kadar önce Alman hekim Samuel Hahnemann tarafından geliştirilmiş. Vücudumuzun ilaç deposu haline geldiği son yüzyılda, doğal yaşamayı seçen insanların başucu yöntemi de diyebiliriz. Türkiye’de bu yöntemle tedavi olan bir avuç insan var. Onlardan biri de Başak Yaykın Pirtini...


Zeynep BAKIR
zeynep.bakir@aksam.com.tr

Homeopati tedavi biçiminin sadece akut kısmını yani sıklıkla görülebilecek hastalıkları evinde kendine ve çocuklarına kullanan Başak Yaykın Pirtini ile yaptığımız söyleşiye geçmeden önce Homeopati hakkında edindiğimiz bilgileri paylaşmak gerek.
Alman Doktor Samuel Hahnemann, 1790 yılında kınakına ağacının kabuğundan elde edilen bir madde olan kininin buruk tadından dolayı sıtmaya iyi geldiği bilgisine rastlar ve bu bilgiyi araştırmaya karar verir. Yoğun çalışmalarla geçen 6 yılın ardından bu yeni sistem üzerine yazdığı kitabını yayınlar. Kitapta yeni bulduğu teorisini şöyle tanımlıyor: “İyileştirilmek istenilen hastalığın mümkün olduğunca benzerini yapay olarak tetikleyen bir ilaç verilmelidir, böylece önceki iyileşecektir.” Daha açık bir ifadeyle günümüz tıbbında ağrıya ağrı kesici, ateşe ateş düşürücü ilaçlar verilir, Doktor Hahnemann ise ateşi, sağlıklı bir kişi aldığında ateşlenmesine sebep olacak ilaçla tedavi ediyor. Yani homeopatinin ilk kuralı ‘benzeri benzerle tedavi ediyor’ olması. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin özellikle II. Elizabeth’in bu yöntemle tedavi edildiği göz önüne alınırsa konu daha da önemli hale geliyor.
Homeopati tedavi yönteminde gerçekten uzman olmak isteyenler 30 yıl dirsek çürütüyor. Diğer yandan bu yöntemi evde daha basit akut hastalıkların tedavisinde kullanmak da mümkün… Gribal enfeksiyonlar, ateşlenme, ödemler, yanıklar, kesikler gibi… Doğal yaşam şeklini seçen iki çocuk annesi Başak Yaykın Pirtini ile kendi oluşturduğu doğal yaşamı ve homeopati yöntemini nasıl kullandığını konuştuk.
KOLAY BİR İŞ DEĞİL
- Homeopati yöntemiyle nasıl tanıştınız?
Dolaylı yoldan oldu. Yurtdışında sadece insanlar üzerinde değil, hayvanlar üzerinde de uygulanıyor. Hayvanlarım hakkında internette araştırmalar yaparken karşılaştım. Çocuklarım olduktan sonra onlar için de bu yöntemi kullanabileceğimi gördüğümde konuyla yakından ilgilenmeye başladım. İnternet üzerinden 6 ay süren bir eğitim aldım. Sertifikalı bir program değil, başkalarına tedavi desteği vermiyorum. Ama yurtdışından edindiğim başucu kitaplarım var. Bu kitaplar rehber niteliğinde. Evde akut hastalıklar için iki kitim var. Bunları nasıl uygulayacağımı anlatıyor. Kolay bir iş değil. Sürekli okumanız ve kendinizi geliştirmeniz gerek. Eğer vakit bulabilirsem bu kaynak kitapları Türkçe’ye tercüme etmek niyetindeyim. İnsanların bu konuda bilgi alabilmesi gerektiğine inanıyorum.
- Homeopati’nin diğer yöntemlerden nasıl bir farkı var?
Homeopatik tedavi, rahatsız olan organı tek başına ele almaz. Bu ilaçlar hastalıklara göre adlandırılmamış. Örneğin, aynı hastalığa sahip iki hastayı ele alırsak, büyük ihtimal bu hastaların her birine farklı ilaç tedavisi uygulanır. Homeopati kişinin özelliklerine göre değerlendirerek tedavi eder. Bir homeopatın hastayı muayene etmesi üç saati bulur. Hastanın anne karnında başlayıp bugüne kadar olan tüm geçmişinin olabildiğince bilinmesi gerekiyor. Hastaya uygun görülüp verilen ilaç hem yan etki yapmıyor hem de vücudu dengeye sokarak birden fazla sorunu ortadan kaldırıyor. Kızımın boğazı ağrıdığında tam olarak hangi bölgesinin ağrıdığını bilmem gerekiyor. Boğaz ağrısı için birçok farklı ilaç var. Hangisinin olduğunu saptayabilmek gerekli.
- Mesela çocuğunuzun ateşi var, ne yapıyorsunuz?
Homeopatik tedavi, 3 binin üzerinde doğal maddenin farklı solüsyonlarının, farklı saat veya gün aralıklarında hastaya verilmesi şeklindedir. Bende temel maddelerden 60 tane var. Homeopatinin en önemli öğesi olan semptom tanımlamadan sonra madde solüsyonların hazırlanışı önemli. Uygun olan ilaçtan tek bir granülü suya karıştırıyorum ve o karışımdan bir kaşık içiriyorum.
- Etki göstermediği takdirde ne yapıyorsunuz?
Kısa bir süre sonra faydasını görüyorum ama görmediğim takdirde birden farklı 3-4 maddem hazır oluyor, onları deniyorum.
- Zararlı bir şey değil mi?
Hayır, güzel olan tarafı doz aşılmadığı takdirde hiçbir yan etkisinin olmaması. İlk kaşık dozu işe yaramadığı takdirde bir pet şişenin içinde kuvvetli şekilde çalkalama yöntemini uyguluyorum. Bu işlem ilacın gücünü arttırıyor. Çocuklarım uzun süreli ateşli hastalık geçirmediler. Bu tedavi biçimiyle de ateşi kısa bir zaman diliminde ortadan kaldırdım.
- Kullanılan maddeler bitki mi?
Homeopati’de kullanılan bitkiler, mineraller ve diğer organik maddelerden birtakım işlemlerden geçerek inceltilip toksin özelliklerinden arıtılarak kullanılıyor. İlaçlar son aşamada genelde sütten elde edilmiş şeker tozuna damlatılır, içinde sadece maddenin doğadan kodlanmış enerjik gücü kalır, bu enerjik güç insan vücudunun kendi kendisini tedavi etmesini sağlar.
HASTAYI TEDAVİ EDER
- Homeopati ile her hastalığı iyileştirmek mümkün müdür?
Homeopati hastalığı değil, hastayı tedavi eder; çünkü hastanın genel sağlık dengesi yerine konduğunda vücut kendi kendini çok daha rahat tamir ve tedavi edebilir. Homeopati hızlı ilerleyen vakalarda çabuk etki eder. Ateş, grip gibi enfeksiyonlarda başarılı şekilde kullanılabilir.
- Psikolojik problemler için de kullanılabilir mi?
Bunu hem okuduğum kitaplardan biliyorum hem de çok sevdiğim köpeğim öldüğünde yaşadığım depresyondan kurtulmamı, daha rahat en azından rahatlıkla uyuyabilmemi sağladığını gördüm. Anti-depresan ilaçlardansa bu yöntemin çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.
- Homeopatik yöntem biraz daha meşakkatli görünüyor…
Yurtdışında homeopati hastaneleri bile var. Burada Türkçe kaynak bulmak, ilaca ulaşabilmek zor. Birçokları için antibiyotik almak işin en kolay yolu. Çocuklarım hiç ilaç kullanmadılar ve şükür ki çok sağlıklılar…
DOĞAL ANNEDEN DOĞAL BLOG
- Homeopatik tedavinin dışında beslenmeniz konusunda da dikkatli misiniz?
‘Doğal Anneyim’ isimli Facebook’ta bir grubum ve blogum var. Çocukluğumdan beri sağlığıma çok dikkat eden biri oldum. Bunu kendi çocuklarıma da uyguluyorum. Mutfağımıza ambalajlı hiçbir ürün sokmuyorum. Alışveriş ettiğim organik pazarların da gerçekten organik olduğuna şüphe duyuyorum. Sütüm, yumurtam, sebze ve meyvelerim mevsimine göre çiftlikten geliyor.
- Çocukların organik gıdalarla beslenmesi bazen zor olabiliyor bunu nasıl başarıyorsunuz?
Kızlarım şimdiye kadar hiç şeker, cips ya da kola yiyip içmedi. Tadını bilmiyorlar. Bilmedikleri şeyleri de istemiyorlar haliyle… Kuru üzüm, badem, ıhlahur, karanfil, limonlu naneli su, kuşburnu sürekli elimizin altında olan abur cuburlarımız.
- Okula başlamadıkları için olabilir mi?
Her şeyi benden öğrenecekleri yaştayken doğruyu öğretiyorum ki kendi kararlarını verecekleri zaman geldiğinde iyi olanı seçebilsinler… Henüz küçükler ve hücrelerinin geliştiği bu hızlı dönemde en doğruya çok ihtiyaçları var. İleride kendi seçimlerini yapabilecek yaşa geldiklerinde zaten benim görevim bitmiş olacak. En azından temeli sağlam olsun.
- Eve asla girmeyecek olan şey nedir?
Şeker… Şekerli hiçbir şey yapmıyorum.
- Kek, pasta börek…
Bal ya da pekmez kullanıyorum şekerlendirmek istediğim keklerde. Ayrıca havuçlu ıslak kekim de çok meşhurdur. Ama içinde şeker yoktur. Kızlarım çok sever ve sıklıkla yaparım.
Not: haberin yayını sonrasında blogda düzeltmeler yapılmıştır.
Kaynak: http://www.aksam.com.tr/doganin-iyilestirici-gucunu-kullanin

Çocukları gerçekte ne mutlu eder?


Anneeee!!! Ühhüüüü!!!! Tüm gün süren ağlamalar, zırlamalar, hele iki tane yaşları yakın ufaklık olunca çifte zorluk… Biri ağlar öteki de ağlar, aynı oyuncak için kavga ederler. Isırmalar, vurmalar, bağırışlar… Çok tanıdık geldi di mi? Tüm bunların içinde sakin kalmak gerçekten bilge yogiler gibi bir sabır gerektiriyor. Acaba çocuklar bizi bilgeleştirmek mi istiyorlar???

Tüm gün çocuklarımı mutlu etmek için uğraştım, biraz çizgi film, sulu oyunlar, park gezisi... Araya sıkıştırdığım ev işlerini bile yapmadım, bekleyin bitince demedim. Mutfak aldı başını yürüdü. Anneanne çıtlatmış Başak’ın çocukluk bebekleri var diye. Dün uzun süreden beri vermek için beklettiğim en değerli hazinem 30 senelik barbielerimi açmıştım. Aslında hayalimde çok daha güzellerdi. Biraz tozlanmışlar. Şimdi çıkan barbieler daha fazla makyajlı, daha havalı kıyafetleri var. Annemin zamanında barbielerime ördüğü minik yün kazak ve eteği çok beğendiler. Teker teker ayakkabı koleksiyonuna bakıldı.


Çocuklar ne kadar fazla oyuncak görürlerse daha fazla var mı diye soruyorlar. Sade yaşamalı, ne kadar az o kadar iyi diye düşünürüm. Ancak, erkek kardeşimin de oyuncakları var deyince bir kez akıllarına girdi mi, hadi onları da açtık. Neyse ki, ikisi de küçük parçaları ağızlarına alma yaşını geçtiler. Kardeşimin kutusundan da irili ufaklı legolar çıktı. Bunca yıl nasıl saklamışız onları… Erkek kardeşimle uzun uzun lego oynadığımız zamanlar aklıma geldi. Ne evler, uçaklar, uzay gemileri yapardık… Belki uzun süre TV izlemeyi istiyorum demek yerine legolarla oynayalım diye sorarlar şeklinde düşündüm.

Gelelim günün aktivitesine, daha dün anlatmıştım, legoları yıkayacağız, barbieleri sileceğiz,  sonra da oynayacağız diye. Bir girdik banyoya, kap kap su hazırladık, elimize aldık süngerleri. İki minik kızım ve ben legoları bir sabunluyoruz, sonra da durulama suyuna koyup havlularda kurutuyoruz. Yaparken tabii her yer ıslandı, kızlar da baştan aşağı sırılsıklam oldular. İşimiz bitince yemek yiyelim dedik. Aaa o da ne? Büyük kızımda bir ağlama. Yemek istemiyor, kucak istiyor. Sonra anladım derdini. Sen yap kendine göre bir oyun programı çocuklar sever diye, meğer onun bana mutfağında yaptığı yemeği yememişim diye üzülüyormuş. Benimle oynamıyorsun diyor. Eeee, kendi oyuncak yıkama işini çocuk zevk alır diye ona yaptırsan da o yine hayalindeki oyunu oynamadığında hiç oynanmamış sayıyor. Gerçek yemeği es geçtik, gittik oynadık birlikte,  yemeğini ikram ederken gözlerinden mutluluk ve gurur akıyordu. Ben de devamlı gülümsedim.

İşte bugün tekrar çocuklarla ilgili bir gerçeği öğrendim.

O kadar çok oyuncak, bizim yarattığımız oyunlar hepsi aslında çocuğu mutlu edecek sanıyoruz. Yanılıyoruz. Çocuğu mutlu eden şey birlikte yaratıcı, hayalindeki oyunlarını onun yönlendirmesi ile oynamak. Pek fazla oyuncağa da gerek yok. Böylece kendisi düşünmüş, hayal etmiş, yaratmış, oynatmış ve idare etmiş oluyor. Sanırım sağlıklı ve kendine güvenen bireyler yetiştirmenin yolu buradan geçiyor. Peki bir şeyi kendisi düşünmüş gibi hissettirip yaptırmak??? İşte o da bizim oyunumuz olsun ;)

Doğayı seven çocuklar yeşil bir dünya isterler


Çocuklarımızda doğa bilincini nasıl geliştireceğiz? Hele oldukça kalabalık ve kirliliğin fazla olduğu büyük şehirlerde. Şehirde büyümüş ve çocuklarını da şehirde yetiştiren bir anneyim. Zaman zaman doğa sevgim yüzünden benim de bazı cesur anne babalar gibi Ege sahillerine göç etme hayallerim oluyor. Ancak gerçekler ve yaşadığımız koşullar bizi şehre öyle bağlamış ki kalmaya devam ediyoruz. Peki kaçmak yerine şehirde nasıl bir doğal hayat sürdürebiliriz? Çocuklarımıza doğayı şehirde nasıl anlatabiliriz?

Kendimce evde doğa ve çevre bilincini ufak çocuklarımda oluşturmak için uyguladığım bir kaç yöntemi anlatmaya çalışayım.

Yeşil bir mahalle seçin. Şehirlerde büyük merkezlerde neredeyse yeşil alanlar sıfır. Hele bazı sokaklarda hiç ağaç bile yok. Şehrin daha yeşil bölgelerinde yaşamayı seçebiliriz. Ben ilk çocuğumu doğurmadan önce özellikle her gün gidebileceğim nerdeyse bir koru büyüklüğünde bir belediye parkı olan bölgeyi seçtim. İki çocuğum da her gün dışarı çıktılar.

Evde yeşil bitki, çiçek ve sebze yetiştirin.  Çocuğunuz ile birlikte beğendiğiniz çiçeklerin tohumlarını alın, birlikte saksılara gömün, her gün sulasın. Çiçek nasıl yetişir görsün. Sebze yetiştirmeyi de deneyebilirsiniz. Sebzelerin bol ürün vermesi şart değil, zaten balkon ortamında eğer permakültür ile ilgilenmiyorsanız yüksek verim almak zor. Yine de profesyonel balkon sebzesi yetiştiricileri de var. Biz tohumdan birkaç domates, biber fidesi ve maydanoz, nane, dereotu gibi denemeler yaptık. Verimi düşük olmasına rağmen çocuklar her biberi kendileri kopararak afiyetle yiyor.

Her mevsimde parkı ziyaret edin. Yağmur yağarsa salyangoz ve solucan gezileri, kışın kardan adam yapma ve kartopu oynamak için park harika oluyor. Parkta her mevsimde pek çok farklı bitki, ot gösterebilir, ağaçların her mevsim nasıl değiştiğini anlatabilirsiniz. Kızlarımın en sevdiği şey yaprak dökümü sırasında bir demet yaprak toplamak oluyor. Parkta ağaç budama dönemlerinde bulduğunuz ufak dalları eve gelip suya koyabilir, onları köklendirebilirsiniz. Kozalaklar toplayıp evde ufak süsler yapabilir. Tohum ve çekirdekleri biriktirip tekrar doğaya atabilirsiniz. Parka gidemediğiniz zamanlarda apartmanın eğer varsa bahçesinde bile ufak otlara çocuğun ilgisini çekebilirsiniz.

Evde atıkları ayrıştırın. Kendinize en basit olarak organik ve katı atık şeklinde iki tane ayrı çöp edinin. Birine mutfak yemekleri ve ıslak atıkları, birine de cam, plastik, metal ve kağıt atıklarını koyun. Ancak bunları temiz koymaya dikkat edin. Çöp toplayıcılar size teşekkür edecek. Tabii biraz daha uğraşıp katı atıklar için farklı farklı çöp ayrıştırma kutuları da hazırlayabilir, evinizin yakınındaki atık toplama kutularına atabilirsiniz. Çocuklarınızı da bu aktivitelere dahil ederek meyve çekirdeklerini biriktirip doğaya atmayı unutmayın.

Sokak hayvanlarını ve diğer canlıları anlatın.Pusetle dolaşırken ya da yürürken sık sık etrafınızda gördüğünüz canlılara, kedi, köpek, kuş ve böceklere dikkat çekin. Ne kadar canlı davranışlarını anlatır ve gözlem yaparsanız ileride olabilecek olası fobileri engellemiş olursunuz. Çoğu köpek ve kediden korkan kişi aslında bu hayvanların vücut dillerini nasıl kullandıklarını bilmiyorlar. Hayvanlar rahatsız olduklarında veya korktuklarında ilk olarak vücut dilleri ile bunu belli ederler.

Hafta sonlarında doğaya kaçamak geziler düzenleyin.  Eğer imkanınız varsa deniz ve göl kıyısına, büyük korulara, milli parklara doğa gezileri düzenleyebilir çocuklarınıza doğayı daha detaylı gösterebilirsiniz. Ayrıca çocuklar için ekolojik çiftliklerde doğa aktiviteleri dolu günler ve kamplar düzenleniyor.

Bunlar şehirli anne ve babalar olarak doğa konusunda yapabileceğimiz şeyler. Aklınıza gelecek başka maddeleri de siz listeye ekleyebilirsiniz.

Çocuklar yeşili severlerse ileride hayatlarında bunu yaşatmaya çalışacaklardır. Yeşil bir dünya için çocuklarımızı bilinçlendirelim.

http://blog.milliyet.com.tr/bashico
http://bashico.blogspot.com
http://www.facebook.com/groups/dogalanneyim

23 Ağustos 2012 Perşembe

21 Gün






21 gündür ben artık eski ben değilim... 21 gündür ben artık başka bir gezegendeyim... Uydum Nil, onun etrafında dönen bir pervaneyim! Aşkların en muhteşemindeyim. Sevgilerin en büyüğünde, korkuların en uçlarındayım. 21 günde bir insanın hayatı bu kadar değişir miymiş? Evet anne olunca her şey olabilirmiş. Tanrı'ya her gün şükrediyorum, başımın tacını bana bahşettiği için...






Onu öpmelere doyamıyorum ben!








Bu büyük aşkın yanında bir de hayatın değişmez gerçekleri var tabii, gecenin 4'ünde bir ciyaklama ile uyanmak gibi ;)





Ama bu boncuk gözlere bir kez bakınca tüm yorgunluklar uçup gidiyor!


Seni çok çok çoookkk seviyorum miniğim!


Ücret = angarya = Los Angeles


Geçen gün değinmiştim, Yunanca gk yazılır /nk/ okunur diye. Aynı şekilde gg yazılır /ng/ okunur. 

Misal, ággelos άγγελοςyazılır ama /angelos/ söylenir. Homeros’tan beri iyi bilinen bir kelime, “elçi, ulak” demek. Homer’den bin sene sonra, Tevrat’ın Yunanca çevirisinde İbranice melak (elçi, ulak, Allahın habercisi) karşılığı da bunu kullanmışlar. Angelusdiye Latinceye geçmiş. Oradan da yürüdükçe yürümüş. İspanyolcası angel, çoğulu los angeles, melekler. Bir de meşhur Friedrich Engels var, Barış Melekoğlu diye çeviriyoruz Almancadan.

Bilinen en eski Yunanca sözlüğün yazarı İskenderiyeli Hesykhios’a göre bunun aggérios αγγέριος şekli de varmış. (Liddell & Scott s. 7) Bu şaşırtıcı değil, çünkü çoğu başka dildeki gibi Yunancada da /r/ ve /l/ sesleri istikrarsızdır, birbirine dönüşebilir.

Her iki durumda sözcüğün kökeni bilinmiyor. Yunanca kökten türeyen bir kelime değil. Hintavrupa dillerinde bilinen bir karşılığı yok. Yunancaya başka bir yerden geldiği açık, ama neresi belli değil. Bellibaşlı etimolojik sözlükler kati bir yorumdan kaçınmışlar. Chantraine Hintavrupa yolunu zorlamış, sonuç alamamış. Frisk s. 8 “bilinmeyen yollarla bir Doğu dilinden alınmış olabilir” deyip orada bırakmış.

*
Aggareía (/angaría/) tabirine ilk MÖ 440 civarında Herodot değinmiş. Historia 3.126’ya göre Pers kralının ággaros (/angaros/) adı verilen ücretli ulakları varmış, Çin seddinden Ege Denizine kadar, at sırtında menzilden menzile yazı, emir, mektup, ferman taşırlarmış. Aggareía(/angariya/) bu sistemin ve işin adı. Hem Herodot’ta, hem de İskender’in sefernamesini yazan Arrianos’ta böyle geçiyor.

Birkaç yüzyıl sonra, mesela İncil Matt 5.41 ve 27.32’de, aynı sözcüğü bu sefer tıpkı bugün Türkçede kullandığımız angarya anlamında görüyoruz. Yani “çalışma mükellefiyeti, kamu zoruyla yaptırılan gönülsüz iş”. Oradan oraya nasıl gelinmiş? Sanırım eski imparatorlukların, Bizans’ın, İran’ın, Osmanlı’nın düzenini biraz bilince anlamak zor değil. Besbelli birtakım yerlerin ahalisine böyle bir yükümlülük koyuyorlar: padişahın postası gelince “at yok, karım hasta, karnım ağrıdı” diye bahane bulmak yok, derhal atı hazırlayıp birisi yola koyulacak. Karşılığında üç beş kuruş yolluk veriliyordur elbet. Ama unutmamak lazım ki o devirde devletin esas işlerini yapan memurların hemen hiç biri ücretli değil. Kapılanıyorsun bir vezire, hayat boyu o sana bakıyor, ganimetten payını veriyor, bayramlarda kese ve hılat ihsan ediyor, karşılığında hizmet ediyorsun. Yevmiyecilik yapmayı aşağılayıcı bir şey olarak görmüş olmalılar. Koskoca devletin memuru, kayıkçılar, çapacılar gibi angarya karşılığı yevmiye mi alacak?

*

Pers krallığından da, Herodot’tan da bin sene öncesine bakıyoruz. Asur devletinde agâru“kiralamak, ücret karşılığı işçi veya ev veya hayvan tutmak”, agru “parayla tutulan adam, işçi” (misal: “1 mina saf bakır karşılığında bir agrututtum ve ona yolluğunu da ödedim”), igru“ücret, kira” (mesela: “bin tuğla yapımı karşılığında belirlenen miktarda yün ve arpa igru aldı”).

MÖ 1000 dolayında eski Asur ve Babil dillerini silip Mezopotamya’nın egemen dili haline gelen Aramicede de agara ve aggara “ücretle tutmak, kiralamak”, agar ve agrâ “ücret, kira”. Pers krallığının resmi işlem dili Farsça değil Aramice olduğuna göre, Herodot’un İran işidir diye aktardığı sözcüğün aslında Farsça değil Aramice çıkması bizi şaşırtmıyor. Kelime İrani değil Sami kökenli.

Nitekim bir başka Sami dili olan Arapçada da aynı sözcüğü, doğal g > c evrimiyle, acr ve ucrat şekillerinde buluyoruz. Ecr-i misil’den bildiğimiz ecirve ücret yani. Aynı şekilde îcar (kiralama) ve müstecir (kiracı) da var, aynı A-G-R kökünden.

*

Soru şu: Persler piyasaya çıkmadan yüzlerce yıl önce Yunanlıların bildiği angelos, acaba doğrudan Asur veya Babil’den alıntı mıdır? Pers kralından önce Asur kralları ücretli ulak sistemi kurmuş muydu acaba?

Cevabını bir bilene sormak lazım sanırım.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Recm = racim = tercüman


İbranice rāgăm רָגַם ve rēgăm רֵגַם “taş atmak, taşlamak,” ama özellikle “taşlayarak idam etmek.” Tanrıya küfredenlerin (Lev 24.16) ve çocuğunu yalancı tanrı Molokh’a kurban edenlerin (Lev 20.2) rāgăm edilmesini Tevrat emrediyor. İsa döneminde zina yapanların da taşlanarak idam edildiği malum. İyi biri olan İsa, “günahsız olan ilk taşı atsın” diyerek bu konudaki reformist yaklaşımını belli etmiş (Yoh 8.5-9).

Kuran’da racm, “taşlamak” anlamında birkaç yerde geçiyor. Ancak zinanın recmle cezalandırlması Kuran değil hadis kaynaklı. Kuran (Nur 24.2) zinanın cezasını yüz kırbaç olarak belirliyor, hatta Allahı ve hesap gününü düşünen kişinin bu konuda asla merhamet göstermemesini özellikle emrediyor, sanırım o bölüm Yaradan'ın ters gününe denk gelmiş. [Racm sözcüğünün peygamber zamanında veya ondan kısa bir süre öncesine dek /ragm/ şeklinde söylendiğini hatırlatayım. Tüm Sami dillerinde /g/ olan alfabenin üçüncü harfi Arapçada sonradan /c/ değerini kazanmış.]

İbranice ve akraba dillerde RGM kökünden “taş” anlamına geldiğinden emin olabildiğimiz başka sözcük yok. İsim olan rigmā רִגְמה Tevrat’ta sadece Ps 68.27’de geçiyor. Anlamı muamma. Talmud’da “taş” diye yorumlamışlar (Jastrow 1449). Ama yaygın İngilizce, Almanca, Fransızca ve Latince çevirilerin her biri ayrı yola gitmiş. Çoğu “kalabalık” veya “haykırış, haykıran kalabalık” diye çevirmiş. King James “council = şura” demiş. En tazesi olan Common English Bible “speaker = sözcü” diye çevirmeyi uygun bulmuş.

*

Racīm Kuran’da sadece şeytanın sıfatı olarak kullanılan bir terim: euzu billahi min el şeytanir racim, vs. Anlamı yoruma açık. Taşlanmış? Taşlanan? Hacda şeytan taşlama eski bir Arap geleneği ise onunla alakası ne?

Habeşçe bağlantısına Batıda ilk önce Kuran’ı Almancaya çeviren Friedrich Rückert işaret etmiş; Nöldeke Neue Beiträge 47’de konuyu etraflıca incelemiş; Jeffery s. 140 farklı görüşleri tartışmış. Habeşçe ragama “lanetlemek” demekmiş. Ragūm veya ragīm “lanetli, mel’un”. Habeş kilise literatüründeşaytān ragūm (melun şeytan) sıkça geçen bir kalıp deyim. Habeşler Muhammed’den yüz ila ikiyüz sene önce Hıristiyan olmuş. İncil’i Habeşçeye çevirmişler, kırallık kurmuşlar, Yemen’e egemen olmuşlar, hatta bir ara Mekke’yi kuşatmışlar, o devirde önemli bir millet; Mekke ile ticari ilişkileri var. Müslümanlar Mekke’den dışlandığında, Osman b. Affan önderliğindeki bir bölüğü Medine yerine Habeşistan’a gitmiş.

Nöldeke’ye göre İbrani-Hıristiyan geleneğinde kalın s (sad) ile ṣātān adını taşıyan varlığın Kuran’da ş ile şaytān şeklini alması da Habeş etkisinin ürünü olmalı. Ses değişimini açıklamak başka türlü mümkün görünmüyor çünkü.

*

Tevrat’tan bin, Habeş İncilinden ve Kuran’dan kaba hesap ikibin sene evvel Babil ve Asur’un dili olan Akkadcada ragāmu “çağırmak, seslenmek, kehanet etmek, mahkemede dava etmek”. Chicago Assyrian Dict. 14.67: 1. to call, to call out, 2. to prophesy, 3. to summon, convoke, 4. to lodge a claim, to sue, to bring a legal complaint, to claim something by lawsuit demiş. Aynı kökten rugummû“dava: legal claim, lawsuit”.

Daha ilginci targumannu, çok sık geçen bir resmi sıfat. Bir çeşit elçi ya da sözcü, ama itibarlı bir meslek olduğu anlaşılıyor. Zamanla sadece “bir dilden diğerine tercüme eden çevirmen” anlamı kalmış. Çevre dillerinin hepsine alıntılanmış. Hititçe targummiya, Aramice targmānā, Ermenice targman, hepsi “çevirmen”. Arapçası tarcumān, bizde gazetesi bile var.

*

Hepsinin kökü R-G-M. Sami dillerinin üç ayrı kolunda üç ayrı özel anlam kazanmış bir kavram olduğu anlaşılıyor. Anafikir sanırım “ciddi ve resmi bir şey söylemek, bildirmek”. Dolayısıyla “dava etmek, mahkemeye gitmek”. Dolayısıyla “hüküm beyan etmek, mahkûm etmek,” özellikle “idama mahkûm etmek”. İbranice kullanımda “ölüme mahkûm etmek” eylemi, belli bir tür infazın adı olarak özelleşmiş. Habeşçede “mahkûm etmek” kavramı “lanet okumak” tarafına eğilmiş.

Maamafih bu son söylediklerim benim yorumum. Henüz piyasada doğru dürüst bir Sami Dilleri etimolojik sözlüğü yok, inanır mısınız?

Benzer evrimlere başka dillerde de rastlanıyor. Eski Fransızca mesela ban dire “mahkemede hüküm vermek, ferman okumak” iken bandit sözcüğü “hükümlü >> haydut” anlamına evrilmiş. “İdamına ferman verilmiş kaçak” gibi bir şey. Arapça infaz esasen “mahkeme hükmünü yürürlüğe sokmak” demek iken Türkçede “idam” anlamını kazanmış. İngilizce execute da öyle.

21 Ağustos 2012 Salı

Karikatürleriyle Canol Kocagöz




  • Karikatürleriyle Canol Kocagöz...
  • Özcan Yaman


  • “... Bu albümdeki her çizginin, kendi başına yansıttığı mizah dolu ustalığın yanında -veya ardında- tüm albümlerin, çizgilerin ve ustalıkların özgür yaratışı için zorunlu kamu desteği ve özerkliği uğruna en önde verilmiş mücadelenin yattığını, dolayısıyla ek olarak öylesine yoğun bir zaman ve emek ürünü olduklarını görmemiz dileğiyle…” Yılmaz Onay


    KESK/Kültür Sanat-Sen tarafından, Karikatür Sanatçısı Canol Kocagöz’ün “Bir Kara Komedi” isimli Karikatür albümü geçtiğimiz ay çıktı. Bu albüm aynı zamanda yıllarını devrimci mücadeleye vermiş bir sanatçı ile bir emek örgütünün iş birliğinin güzel bir örneği. Canol Kocagöz yalnızca karikatür yaparak köşesinde duran bir sanatçı olmayıp, aynı zamanda toplumsal muhalefette sıkı bir aktivist olarak da mücadeleci kimliği ile tanıdığımız bir karikatürist. Demokratik kitle örgütleriyle bir çok projelerin gerçekleştirilmesinde yer alan, bilgi birikim ve deneyimlerini gençlerle paylaşan emekçi bir dosttur. Homur mizah dergisinin, yıllardır taviz vermeden çıkmasını sağlayandır.

    Onu çalışmadan görmek mümkün değildir. Bir gün habersiz evine gittim. Masasına ilişmiş önünde boyalar çizip duruyordu. O an açtım video kameramı başladım kayda. Bir yandan soruyorum bir yandan çekime devam ediyordum. Profilo direnişinden, Kavel direnişine ve karikatüre başlayışına kadar bir çok anılardan konuştuk. Spontane gelişen bir yarı röportaj yarı anı yüklü söyleşi olmuştu. Bir gün karikatür albümünü çıkartmaya hazırlandığını söyledi ve bu albümü ile birlikte verilen CD ortaya çıktı.
    Canol Kocagöz bir çok kişisel ve karma karikatür sergileri açmıştır, Karikatürleri kitap ve dergilerde yayınlamıştır. Emek-sermaye mücadelesinde Kocagöz’ün karikatürleri taraf tutar. Tuttuğu taraf işçi sınıfının tarafıdır. Dünyaya emek açısından bakmanın karikatürleridir. Hak hukuk ve adalet arayışının mücadelesi vardır karikatürlerinde. Seksen sayfalık albümünde hepimizin bildiği ve belki de unutulmakta olan geçmişi bizlere hatırlatıyor. Hafiften güldürürken de düşündürüyor. Hayatı bir komedi haline getirenlerin yarattığı karalığı bizlere gösteriyor. Albümün ismi “Bir Kara Komedi” evet yaşadıklarımız bir komedi ama kara bir komedi  dedirtiyor. Seçim sisteminin adaletsizliğinden, Avrupa Birliği aldatmacasına, Kıdem tazminatlarının gasbedilmesinden, Yaşam alanlarının talanına, HES ve çevre sorunlarına, Kürt sorunundan, F tiplerine ve iktidarın medya üzerindeki baskılarına kadar seksen karikatürüyle meydana getirilmiş bir albüm “Bir Kara Komedi”.

    Ayrıca albümle birlikte verilen ve benim tarafımdan hazırlanan CD’de yarı belgesel bir Canol Kocagöz göreceksiniz. Yılmaz Onay ve Yavuz Demirkaya’nın ön sözleriyle başlayan albümün, Canol Kocagöz şu satırlarıyla son sözünü söylüyor; “ Toplumu geriye götürmeye çalışan sınıfsal güçlere karşı her zaman refleksli ve atak olan karikatür: Daima emekten yana ve taraflı. Aynı zamanda tavizsiz ve neşeli. Karikatür toplumsal hayatımızın hiç solmayan çiçeği. Dağlarda meşe ağacı kadar sağlam, köklü ve daima ayakta. Bazen de yağışı bekleyen kardelenler kadar saf, canlı ve özgür...” (İstanbul/EVRENSEL   21-8-2012)

  • İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN
  • Okka = inch


    Uncia, okunuşu /unkia/, Latince “onikide bir” anlamına gelen bir sözcük. Roma’da standart tartı birimi olan libra’nın onikide biri uncia. Emperyal libre yaklaşık 320 gram olduğuna göre 27 gram eder. Standart uzunluk birimi olan ayağın onikide biri de uncia, yaklaşık 2,5 santim.

    Bu birimler İngilizcede az değişiklikle günümüze dek gelmiş. Tartı birimi olan pound’un oniki değil onsekizde biri ounce, 28 gram kadar. Foot’un onikide biri olan inch halâ 2,5 santim. Birinci sözcük Ortaçağda Fransızcadan alınmış, uncia > unce > unse evrimi geçirmiş.  İkincisi İngilizceye çok erken tarihte direkt Latinceden gelmiş, unkja > ynche > inch evrimine uğramış.

    Yunancada genel kural olarak /nk/ sesi *gk* yazılır. Roma’nın Yunanca konuşulan doğu vilayetlerinde ugkia ούγκια diye yazılıp /ungia/ diye söylenen tartı birimi geç devirlere kadar kullanılmış. 14. yüzyıla ait Ceneviz kayıtlarında bir Rodos ungia’sı 29,7 gram görünüyor. (Schilbach, Byzantinische Metrologie, s. 208; faydalı bir eser, İstanbul’da Kubbealtı Fotokopi’de kopyasını bulup almıştım.)

    Bizans Suriyesinde kullanılan Süryanice biçim unḳiyyā veya uḳiyyā imiş, her iki yazıma da rastlanıyor. Niceliği hakkında bir bilgim yok. Ama Arapçada “bir Suriye tartı birimi” diye geçen uḳiyya اوقيّة klasik dönem Arap kaynaklarında yaklaşık 320 gram olarak görünüyor. Yani bir şekilde unkia’nın adı libreye transfer edilmiş. Nedenini bilmiyorum.

    Osmanlıcada her zaman uḳiyye veya vuḳiyye ve vaḳiyye diye yazılmış, ama daha Meninski zamanında, yani 1680’lerde, halk dilinde oka veya okka diye söylenirmiş. Meninski sözlüğü iki libre, yani o devir için yaklaşık 640 gram diyor.  1900 yılında Kamus-ı Türki 1283 gram eşdeğeri olduğunu söylemiş, ki dört Roma libresi eder, katlana katlana gitmiş meret.

    Benim çocukluğumda pazarcılar okkayı hala tek tük kullanırdı, birbuçuk kilo diye bilirdik. Aşağı yukarı 1960-65 yıllarında büsbütün tarihe karıştı. 

    17 Ağustos 2012 Cuma

    anne lütfen gülümse

    Bugün unuttuğum bir şeyi minik kızım bir kere daha bana hatırlattı.

    O büyüme krizleri yok mu, özellikle 1-3 yaş arasında yaşanan en şiddetli ağlamalar, annelerin sinirlerini oldukça zorlar. Ne kadar sabırlı bir anne olsam da yine de zaman zaman kendimi kaybettiğim anlara ben de şaşırıyorum. Eee bu da normal desem de içimdeki daha iyi olma hissi, gün içinde olanları tekrar değerlendirmeye itiyor beni.

    Çocuklar biz ne yaparsak aynısını birebir bize geri yansıtıyorlar. Bir süre önce o meşhur kriz anlarında kendimi kaybetmemek için kızıma gülümseyerek ağladığı konuyu tekrar anlatmayı deniyordum. Hakikaten birkaç deneme sonrasında farkettim ki kızım daha kısa sürede sakinleşiyor. Bunu birkaç kere uyguladıktan sonra bir gün benim sinirlenmeye başladığım bir anda ağlaması arasında “Anne lütfen gülümse” dedi. O anda iletişimimiz bir aşama atlamış oldu.

    Çocuk beyni biz anne babaların yaptıklarını, söylediklerini boş bir harddisk gibi birebir kaydediyor. Çok iyi gözlemci olmalarının yanısıra, bize tam uygun zamanda yaptıkları müdahaleler eminim tüm ebeveynleri şaşırtıyordur. Çocukları bizim eğittiğimize değil, onların bizi daha iyi yapmak için hayatımıza geldiklerine inanıyorum.

    Bugün minik kızımın küçük kardeşi ile arasındaki çekişmeleri izlemek beni yormuş olsa gerek, yemeklerini yemelerini beklerken sesimin yükselmesi, sıkıntımı ifade etmem minik kızımı rahatsız etti. Bana o tatlı gözleri ile bakıp bir daha “Anne lütfen gülümse” dedi. Sıkılmadan, tekrar tekrar hatırlatıyor, bakalım ne zaman tam olarak öğreneceğim, dersimi daha iyi çalışmam gerek…

    İyi varsınız çocuklarım.