31 Ocak 2012 Salı

KARDANADAM YAPMANIN AŞKI...

Kar yağınca, her yer bembeyaz olunca benim canım en çok bloğa yazı yazmak ister...
Yazmak, yazı üstüne yazı yazmak, yazamadığım ayların haftaların acısını çıkarmak...


Haftada bir gün süt izni kullanıyor olmama ve bakıcımızın o gün de bize eşlik ediyor olmasına rağmen hiç fırsatım olmadı, zaman bir koşturmaca içinde geçiyor. Az önceki yazımı bile çok önceden hazırladığım halde bloğa yükleyememiştim.
Şeytanın bacağını bir yerden kırmak gerek, paylaşmak, yazmak...
Yazacak çok şey var belki ama kısadan ve kestirmeden gidip hedefe ulaşmak benim niyetim... En son yapılan şeyi ilk yazmak en kolayı belki... İşte karların getirdiği bir aşk...

IMG_1145

Karadanadam yapmanın aşkı...
En son yaptığımız kardanadam geçen sene bu vakitler İsviçre'de bıraktığımız idi... Şimdi ise evimizin karşısında... 1 saat önce yapıldı. Pencereden kafamızı uzatıp uzatıp bakıyoruz ona halen... Yılın ilk kardanadamı... Ve kış böyle giderse daha çok kardanadam yapacağız biz...

IMG_1153

KIŞ GELİNCE...

GRİP

Ne güzel gidiyorduk, ilk altı ay hastalıksız ilaçsız misler gibi geçmişti, gezmenin tozmanın alasını yaptık minik serçemizin ailemize katılmasıyla. O sanki anne karnındaymışçasına devam etti yolculuğuna…
İki çocuklu da ne güzel geziliyormuş dedik. Hiç olmadığı kadar çok gezdik İpek geldikten sonra.

İpek kız 6 aylık oldu ve aşılarımızı olmaya gittik. Aşıyı yapan hemşirenin kızarık burnu, yaşlı gözleri bana eyvah dedirtti. Aşıdan 2 gün sonra gripten sebep Larenjit oldu. Ucuz atlattık ve soğuk su buharı ile tedavi ettik doktorun tavsiyesiyle ilaçsız. O bitti derken abimiz hasta oldu bu kez. Öksürüksüz gecemiz geçmedi. O iyileşti, serçede başladı bu kez boğaz enfeksiyonu. Kan tahlilinde tespit edilen bakteri sebebiyle antibiyotiğimizi aldık gayri itiraz etmeden.
Umarım bu açılış böyle devam etmez. Son 20 gündür ev revir misali… Diyet filan boşmuş, anne için çocuklarının hasta olması yetermiş. Doğum sonrası kalan 5 kg mun 3 ü uçtu gitti bu 20 günde. 2 kg da kalsın yanımda, daha kışın kalan yarısı var ne de olsa…

Böyle hayal etmemiştik biz kışı…Biz bu vakitler karın içinde debelenmenin, kızak kaymanın, kardan adam yapmanın planını yapmıştık. Planlar iptal oldu biz kaldık, babamızı elçi olarak gönderdik mekana sadece…

Ev hapsi bize göre değil. Gelsin bahar biran önce, doğsun güneş, ısıtsın içimizi, çıkalım ormana, yaylaya yine…
Bekle bizi Kaplıca
Bekle bizi Bursa
Bekle bizi Büyükada
Bekle bizi Ankara-Beypazarı
Bekle bizi Baba ocağı
Bekle bizi Trakya
7 gezi planımız var bahar mevsimine
Yaza ise daha çok plan var…
Kamp yapmak bol bol
Menekşe’de, Yedigöller’de, İsviçre’de, Dedetepe’de…
Kısmetimiz olsun hepsi tek tek, es geçmeyelim…
Buraya keyifle aktarılsın gezi notları…
Rast gele…
Şifa yoldaşımız ola…





30 Ocak 2012 Pazartesi

Buluştuk yuvarlandık biz

Twitterın 140 harf sınırına takılmadan sohbet edebilmek için kurduğumuz İnternet anneleri grubunun ilk buluşması bu pazar bizim ashram'da gerçekleşti. Bebekler bir mutlu mesut, sen oyuncağını ver, ben sana benimkini vereyim, bazen hiçbirini vermeyeyim, aa benden küçükleri de varmış, ooo benden büyük bebekler de varmış hayret bakışları arasında, biz 8 kadın ve bebeklerimiz bir araya

Bebişimize Giden Yolda...

Bir mumdur iki mumdur üç mumdur
Dört mumdur on dört mumdur
Bana bir bade doldur
Bu ne güzel düğündür ha ninnah
Ha ninnah ha ninnah


Ay bu postu hazırlarken aklıma bu şarkı geldi ne alakaysa hii hii :) Neyse makarayı kakarayı bırakalım gelelim ciddi konulara... Öncelikle güzel dilekleriniz ve dualarınız için hepinize sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum. Bir çoğunuz beni tanımadığınız halde sevincim sizin sevinciniz oldu, üzüntülü anlarımda moral verici yorumlarınızla destek olduğunuz gibi mutlu anlarımda da en içten mesajlarınızla buna ortak oldunuz, beni kendinize böylesine yakın bulduğunuz için hepinize çok teşekkür ederim... Tamam daha fazla devam etmiyim hormonlarım yüzünden zaten zırlamaya dünden hazırım bir ağlarım beni zor susturursunuz ha :)

Şimdi gelelim bizim bebişin ön fizibilite çalışmalarına :) 1 yıl boyunca hamile kalma çalışmalarımızın sonucu düşükle sonuçlanınca prensimle daha fazla zaman kaybetmek istemediğimize karar verdik. Aslında doktorum bu süreci biraz daha doğal akışına bırakmamızı önerdi ama biz o kadar sabırlı değildik, bu yüzden tamamen kendi isteğimizle tedaviyi tercih ettik. 5 yıldan uzun bir süredir tanıdığım doktorum Dr. Aykut Coşkun'un (Feminart) esas uzmanlık alanının tüp bebek olması da bizim için büyük bir şans oldu doğrusu... Bence tüp bebek tedavisinin en önemli kısmı çiftlerin her ikisinin de bunu gönülden istemesi, birbirlerine destek olması ve güven duyacakları bir doktorla yola çıkmaları çünkü bu süreçte en önemli şey anne adayının minimum stres yaşaması...

Prensimle biz tedavi konusunda kararımızı çok önceden verdiğimiz için gerekli önlemleri de baştan aldık. Sağlıklı yemeye gayret ettik, içki içmedik, sigara zaten hayatımızda yer almıyor. Ayrıca ben rutin kontrollerimi aksatmadım. Tabii anne adayının ne kadar sağlıklı olması gerekiyorsa aynı şey baba adayı için de geçerli bu yüzden tedaviye başlamadan önce eşlerin de spermiogram testinden geçmesi gerekiyor.

Böylece uzun bir süreliğine kalmak üzere Türkiye'ye ayak bastım. Doktorum tedaviye adetimin 2. günü başlayacağımızı söyledi, bu doğrultuda ikinci gün olur olmaz kliniğe koştum.

İlk etapta hormon testi için kan verdim. Aynı gün çıkan test sonuçlarına göre kendime (göbek deliğinin 3 parmak sağına ve soluna) yapacağım iğnelerin miktarı belirlendi. Bu iğneler sayesinde yumurtalarımın kalitesi arttırıldı...



Ne zaman kan versem veya aşı olsam hayatta iğneye bakamam, ellerimi yumruk yapar sıkarım kendimi, düşünün canı bu kadar tatlı biri kendine iğne yapıyor! Neyseki iğnenin ucu çok kalın olmadığı için fazla can yakmadı. İğneler önceleri günde bir defaydı ama daha sonra bu iğnelerin sayısı günde 3'e çıktı. Sürprizzz :) Evet bu aşamada göbiş biraz süzgece dönüyor ama bebiş için herşeye değer :)

9 gün boyunca her gün aynı saatte bu iğneleri kendime yaptım. Tabii bu zaman zarfında doktorum sık sık muayene edip yumurtalıklarımın durumuna baktı. Yumurtalar istenilen duruma gelince (10. günün akşamı) yumurta çatlatma iğnesini vurarak iğnelere son noktayı koydum.

Evet iğnelerin görevi tamamlandı, şimdi Kızıltoprak'taki Florence Nightingale hastanesindeyiz, doktorumun gelmesini bekliyoruz...
Odama geldiğimde havam pek yerindeydi! 
Ama ameliyat önlüğünü giyip tekerlekli sandalyeye kuzu gibi oturtulunca havamdan eser kalmadı, yusuf yusuf demeye başladım hii hii :) Ben ameliyat odasına götürülürken prensim de malum odaya sokuldu,hangimizin işi daha zordu inanın kestiremedim; anestezi ile uyutulan ve birşey hissetmeyen ben mi, yoksa herşeyin farkında olan o mu? Ama tek bir gerçek vardı ki bunu çok ulvi bir amaç için yapıyorduk!
Eveet operasyon sona erdi, yumurtalarım toplandı, açıkçası sandığımdan daha çabuk ve ağrısız oldu. Şimdi güzel annelerim başımda, prensim karşımda, bizim için artık heyecanlı bir bekleyiş başlıyor!
Sanırım bu işin en zor kısmı bu bekleme işi... Çok sabırlı olmak gerekiyor ama gel de benim gibi pimpirikli bir insana sabrı anlat! Neyseki laboratuvardan beklediğimiz haber çok geçmeden ertesi sabah çıktı, telefondaki ses müjdeli haberi verdi. Yumurtalardan 3'ü döllenmişti! "Transfer işlemi için yarın sabah sizi yine hastaneye bekliyoruz ama idrara sıkışık gelmeniz gerekiyor, sabah gelmeden önce bol sıvı alın ve tuvalete çıkmayın" dediler.
Hıh tam adamına söylediler! Bacaklarımın duruşundan ve kara kara düşünmemden ne kadar sıkışık durumda olduğum malum zaten! Ona rağmen transfer işlemi düzgün yapılamaz diye su içtim de içtim afferin bana! Vur denince öldürmesem olmaz zaten! Bu işlemi yaptıracak olan yavriler siz benim gibi bu olayı abartmayın olur mu yoksa benim gibi amanin yapıyorummm yaptımmm yapacammm diye ağlarken bulursunuz kendinizi :) Hayatımda en son ilkokulda minnak bir yavruyken tuvalet yüzünden zırlamıştım sanırım...
Neyseki transfer işlemi anestezi olmadan 10 dakika içinde bitiyor. Bizim döllenen yumurtalarımızdan ikisi transfer edildi. (Eğer yumurtalarınızın kalitesi iyi ve sayısı fazlaysa bunları gelecekte kullanmak üzere dondurabiliyorsunuz.)
1 saat fazla hareket etmeden hastanede yattıktan sonra annemlere geçtim. Biraz ağrılarım oldu ama bunlar dayanılmayacak ağrılar değildi... Doktorum birkaç gün evde istirahat etmemi söyledi ama ben içimin rahat etmesi açısından bu istirahat süresini 1 haftaya çıkardım ve evden hiç çıkmadım hatta hep yattım diyebilirim size. Bu sürede canım annem sağolsun beni hiç yormadı, her isteğimi yerine getirdi, herşeyime koştu, annelerin hakkı gerçekten ödenmez!
Bu arada bir dip not daha; tüm bu tedavi süresince kullandığınız iğneler ve ilaçlar yüzünden biraz fazla şişiyorsunuz ama moral bozmak yok!
Embriyo transferinden 12 gün sonra kandaki β-hcG hormonu seviyesine bakılarak gebelik oluşup oluşmadığı belirleniyor. Kan vermek için doktorumun kliniğini ziyaret ettim. Bu heyecanlı günde canım arkadaşım Ayşe de beni yalnız bırakmadı, geçirdiğim bu süreçte beni en rahatlatan kişilerden biri de oydu, iyi ki varsın canım arkadaşım!
Ve bingooo :) İlk test sonucum pozitif çıktı. 2 gün sonra kan testini tekrar ettik ve değerlerimin normal şekilde arttığını gördük. Bu testlerden 1 hafta sonra doktorum ultrasonda muayene etti ve embriyolardan birinin tuttuğunu söyleyerek hamileliğimi onayladı. Ne yazık ki transfer edilmiş olan diğer embriyo tutunamadı ama çok şükür henüz hücre bazında olduğu için herhangi bir operasyona maruz kalmadım.
Yavaş yavaş normal hayatıma geri döndüm ama kendimi yormadan, ağır birşey kaldırmadan, yüksek yerlere uzanmadan, daha çok evde dinlendim... Doktorumun verdiği ilaçları ve her zaman kullandığım folik asitimi ihmal etmedim. Bu kadar dikkat etmeme rağmen 6 haftalıkken ufak bir tehlike atlattım, hafif kanamam oldu, ne kadar korktuğumu tahmin etmişsinizdir :( 10 gün boyunca evden hiç çıkmadan iğneler oldum, neyseki bu tehlikeyi de atlattık... Şimdi 3 ay bitti bile. Tabii siz gelin bir de bana sorun, hayatımın en uzun 3 ayıydı diyebilirim! Şimdi bir süre daha burdayım, doktorum Moskova'daki zor hava koşulları yüzünden risk almamızı istemedi, biraz daha burda kalıp kışı daha rahat geçirmemi önerdi, biz de onun sözünden dışarı çıkmadık, minişimizin sağlıklı bir şekilde büyümesi şu anda herşeyden önemli bizim için...
İşte bebişimizin 3 aylık serüveni bu oldu... Kendi geçirdiğim süreci detaylarıyla yazmak istedim çünkü etrafımda bizim gibi anne baba olmaya can atıp bu tedavi yöntemini düşünen ama neyle karşılaşacağını bilemeyen çok kişi olduğunu tahmin ediyorum. Onlara birazcık ışık tutabildiysem ne mutlu bana...
Harika bir hafta dilerim hepimize!

27 Ocak 2012 Cuma

Artık Gerçekleri Açıklamanın Vakti Geldi!

Eveeet aylardır içimde sakladığım, kiminizin kilo sandığı gerçeği açıklamanın zamanı geldi artık :)
Ben 3 aylık hamileyim!!!
Yok olmadı bunu daha gümbür gümbür söylemeliyim:
Ben 3 aylık hamileyimmmmm!!!
Hıh tamam şimdi oldu :)
Bir kısmınız bunu çok önceden tahmin etmişti zaten, afferin benim akıllı bıdıklarıma :)
Biliyorsunuz yazın yaşadığım düşük beni çok üzmüştü... Yine aynı şeyleri yaşamaktan çok korktum, herşeyin iyi gittiğinden emin olana kadar, doktorumdan iyi şeyler duyana kadar beklemek istedim. Bu endişelerimi benim gibi kayıp yaşayanlar çok iyi anlıyordur...
Sağlıklı bir bebişe sahip olabilmek için bu sefer işi şansa bırakmak istemedik, bu yüzden biraz heyecanlı biraz stresli bir tedavi sürecinden geçtim (bizim gibi bebek sahibi olmak isteyen çiftler için bu aşamaları detaylı olarak bir başka postta yazacağım) ve doktorumdan okey alana kadar çenemi tuttum :)
Çok şükür şimdi herşey yolunda, bebişimiz inşallah yazın sağlıkla kucağımızda olacak.
İşte böyle arkadaşlarım, stresli geçen aylardan sonra şimdi arkama yaslanıp hamileliğimin tadını çıkartabilirim. Dilerim Allah isteyen herkese bu güzel duyguyu yaşatır...

25 Ocak 2012 Çarşamba

Ayse Saran

Ayse Saran sevgilinin büyük kızı, benim en yakın arkadaşım, ailenin müzisyeni, Leo Aliş ve Alara'nin şahane ablası, çok uzun zamandır "Rüyadan kaçış" albümünün çıkması için çalıştı, çabaladı, ticari zorlamalara hayır dedi, müziğinin doğru kitlelere uğraşması için hiç ödün vermedi, sancılı ama aynı zamanda keyifli bir süreçin sonunda albümü Sony Muzik etiketi ile bugün tüm müzik marketlerde.Ve

24 Ocak 2012 Salı

Oh be!

Şahane bir haftasonu geçirdik biz.Cumartesi gecesi biricik canımızı, oğlumuzu bize veren CAN'ımız doktorumuzun doğumgünü idi. Harika bir organizasyon ile bizleri ağırladı.Ben doğurduğum için zaten çok memnunum ama bu doğumumun bize böylesi bir dost kazandırması da ayrı bir memnuniyettir benim için. İyi ki doğdun doktorum! İyi ki varsın!Moda Deniz Klubünde gözlerimizi yuvalarından uğratıp, bizi

Büyük yatak

Sanırım bir ay önceydi, 22 aylık bebeklerin artık büyük bir yatağa gecebileceğini okumuştum bir yerlerde, bizde bu derttem muzdariptik. Oğlan henüz 20 aylıktı ama olsun varsındı, o kafes gibi şeyin içinde sağa sola dönerken uyanır olmuştu, odasına gidip uyutup yatağımıza döner olmuştuk. Bir sürenin sonunda yorulup yanımıza almaya başladık, bu sabaha karşı 5 civarı gibi idi, ancak gel zaman git

23 Ocak 2012 Pazartesi

Ben bu hafta sonunda...

Pek mutluydum çünkü prensime kavuştummm :)
Twist'in indiriminden aldığım elbisemle yeleğimi giydim...
Moskova'dan aldığım kolyemle yüzüğümü taktım...
Sinemalarda Çizmeli Kedi varsa benim de kedili çantam var noolmuş yani hıh! Çantam canım ablamın hediyesi...
Bu arada Çizmeli Kedi filmini geçenlerde teyzoşumla izledim çok beğendim zaten kedili olan herşeye bayılıyorum biliyorsunuz ;)
Eveeet prensime hazırım sanırım ;)
Çok özlemişim onu, tek dileğim artık bir an önce Moskova'ya dönmek! Ama bunun için bir parça daha sabırlı olmam gerekiyor...
Cumartesi günkü yağmurun aksine pazar günü harika bir hava vardı, Moskova'da kışın en mahrum kaldığımız şey D vitamini olduğu için bol bol depolamaya çalıştık.
Bu gazla kendimizi sahile attık ama rüzgar güneşten baskın çıkınca yürüyüşümüzü kısa kestik...
İğnem ne kadar zarif di mi? Canım ablam yapmış pamuk elleriyle...
Bir de bu sevimli kutuyu göndermiş bana, içine sevgisini katarak!
Birtanecik ablam benim seni çok seviyorum!
Sahildeki kısa yürüyüşümüzün ardından tiyatromuzu kaçırmamak için CKM'nin yolunu tuttuk...
Bekleme salonunda sergilenen ünlülerin kuklalarına bir göz attık... Kaç yaşında birinin elinden çıktı bu kuklalar bilmiyorum, herhangi bir açıklama yazmıyordu, emeğe de saygısızlık etmek istemem ama ben pek sevimsiz buldum hepsini, mesela soldakinin Kıvanç Tatlıtuğ ile ne alakası var çözemedim?! O kadar kukla arasında bir tek Bülent Ersoy anlaşılır olmuştu...
Kuklalar sarmayınca beklemeye koltukta devam ettik...
Saatler 4'ü gösterince salona geçtik... Birazdan izleyeceğimiz Özen Yula'nın yazıp yönettiği "Şems!.. Unutma!.." isimli oyun... Yetkin Dikiciler, Teoman Kumbaracıbaşı, Sinan Tuzcu, Sema Keçik, Beste Bereket ve Jehan Barbur oynuyor.
Oyunda XIII. yüzyıl Konya'sında bir gece, Mevlana'nın evine konuk gelen bir hikâyecinin o evdeki bütün düzeni nasıl değiştirdiği konu ediliyor. Oyun, Şems'in kaybolmasının ardından altı kişinin hesaplaşmalarını ele alıyor.
Yetkin Dikinciler'i daha önceden de tiyatroda izlemiştim, oyunculuğu, diksiyonu, mimikleri o kadar içten ki içinde onun olduğu bir oyunu izlemek ayrı bir keyif veriyor insana...
Oyun biraz ağır ilerliyor ama oyuncular özellikle Yetkin Dikinciler ve Muhteşem Yüzyıl'ın Daye Hatun'u Sema Keçik bu ağırlıktan sıyrılmamızı sağlıyor. Oyunda tek eleştireceğim nokta Teoman Kumbaracıbaşı'nın diğer oyunculara nazaran çok kısık sesle konuşmasıydı, sesi o kadar dağıldı ki söylediklerinin bir kısmını anlamadım bile... Yine de tüm oyuncuların emeklerine sağlık diyorum...
Hafta sonunun finali de pek tatlıydı! CKM'nin karşısında yer alan Yummy Cupcakes'in renkli cupcake'lerine daha fazla kayıtsız kalamadım ve bir tane naneli cupcake'i mideye indirdim :)


Umarım siz de harika bir hafta sonu geçirmiş ve haftaya güzel başlamışsınızdır! Hepinize iyi haftalar diliyorum ;)


22 Ocak 2012 Pazar

Çağdaş Türk siyasi düşüncesine giriş



Nejla Onsoy isimli abla yazmış, Atatürk’ü beğenmediğime göre, doğal olarak, bu ülkeyi terk etmem gerektiğini savunmuş:
“Şimdi siz tutmuşsunuz Mustafa Kemalle ilgili bazı paylaşımlarda bulunmuşsunuz, bilmem annesinin adı Ali Rıza gibi akıl dışı madem ona saygı duymuyorsunuz ki sevmiyorsunuz demiyorum böyle bir zorunluluğunuz yok bu ülkede işiniz ne kuzum ? Neden eğitim aldıığınız coğrafyada kalmadınız da benim güzel yurdumdasınız ? Fikirlere saygım var ama Mustafa Kemal'e yada benim güzel yurduma yapılan saygısızlığa tahammülüm yok ! [...] sizin diyebileceğim en güzel laf NATO KAFA NATO MERMER!”
 “Annesinin adı Ali Rıza” meselesine aklım ermedi gerçi, ama totaliter düşüncenin bu denli net ifadesine ender rastlanır, o yüzden Nejla Hanımın mektubunu değerli buldum. Ezcümle diyor ki, MADEM malum siyasi lidere saygı duymuyorsun DEMEK Kİ bu ülkede yaşama hakkın yok. YANİ vatandaşlık haklarını (İngilizcesi civil rights) iptal ettim. Oysa vatandaşlık hakkı (doğduğu veya benimsediği ülkede eşit ve tam bir birey olarak yaşama hakkı), Fransız ve Amerikan insan ve vatandaş hakları beyannamelerinde, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları şeysinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde vesairede temel insan hakları arasında sayılır. Yani şuna veya buna inanma şartına bağlanmamıştır, siyasi otoritenin hoşuna giderse vereceği gitmezse vermeyeceği bir hak değildir. İnsanın doğmakla kazandığı bir haktır. Yahut başka bir dilde ifade etmek isterseniz, padişahtan veya firavundan değil, Allahtan kaynaklanan bir haktır.

Nejla Hanım (ve onunla aynı fikri paylaşan milyonlar) belli ki farklı bir görüşteler. Daha doğrusu, ta 1920’lerde rahmetli İtalya başbakanı Benito Mussolini’nin veciz bir şekilde ifade ettiği diğer anlayışı savunuyorlar. Diyorlar ki, tabii hak diye bir şey yoktur, ancak siyasi lidere veya rejimin siyasi simgelerine itaat ettiğin sürece vatandaşlık haklarına kavuşursun, yoksa avucunu yala. Doksan yıldan beri Türk eğitim sistemi bu tezi kafalarına kazımış.

Tabii Nejla Hanım belli ki az da olsa aile terbiyesi almış biri olduğundan, temel hakların iptali meselesini “git Amerika’da yaşa” seviyesinde ele alıyor. Kendisi gibi düşünenlerin büyük çoğunluğunun zihni, insan haklarının bütünselliği konusunda daha nettir. Temel hakları iptal etmenin, a) yaşama hakkının, ve b) bedensel dokunulmazlık hakkının da iptalini içerdiğini daha kolay kavrıyorlar. Resmi ideolojiye itaat etmememin cezasını, vücudumun – sahip olduğum veya olmadığım – çeşitli organlarıyla irtibatlandırıyorlar.

Geçen ay çıktığım Mehmet Ali Birand programından sonra bu arkadaşlardan yüz civarında mail aldım. Saklamayı akıl edemeyip çoğunu sildiğim için şimdi üzgünüm. En son 30 Aralık ve sonrasında gelenlerden bir demet kalmış. Şöyle:
Mehmet Ümit Yiğit: NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE ! BU VATANIN EKMEĞİNİ YİYİP İHANET EDENLER EKMEĞİ YEDİKLERİ YERDEN KURŞUNU DA YİYECEKLER !
Sezer Doğanyurt: ermeni pisliği yakinda senide bir "Ogün Samast" vurur... Yaşasın Türk milleti kahrolsun ermeni !!!
Sunay Abbasov [şiir tarzında]: irevanda dogdu/orospu cocugu oldu/gotune koyum senin/sevan nisanyan
Zeynep Usta: Onun bunun çocuğu! Türkler gerçekten soykırım yapsaydı şimdi bi tane bile ermeni olmazdı piçç...!
Ayhan Orak: senin ammmmcigina sokiim ermeni iti sülalenizi sikmisler sizin yetmemis
İşin acıklısı Anıtlar Kurulu üyesinin de bakış açısı üç aşağı beş yukarı bu, İl Özel İdaresinin de bu, genel müdürünün de bu, generalinin de bu, hatta bakanının da bu. Kimi daha yuvarlak laflarla ifade ediyor, kimi daha sivri. Ama temeldeki ideoloji aynı. Türk Nazizmi.

Namı diğer Kemalizm: bu ülkede medeniyetin önündeki en büyük engel.

20 Ocak 2012 Cuma

Bir Milliyet Blog arkadaşımın nazik jesti!

Milliyet Blog çok kuvvetli bir sosyal ağ, özellikle blog yazmak isteyenlere basit altyapısı ile çok güzel bir hizmet sunuyor. Milliyet Blog üzerindeki yazılarımı okuyan sevgili blogger arkadaşım Ata en son blogunda beni konuk ederek onurlandırdı. Hepinizle sevinerek paylaşıyorum.

Ata'nın son derece akıcı bir üslupla yazdığı blogları okuyanlar bilir, bağımlılık yapan bir tarzı var. İlk kitabı ile ilgili Ata'nın kendi yorumu çok ilgi uyandırıcı: "Ana karakter Murat'la öyle bütünleştim ki ciddi bir kimlik bölünmesi yaşadım. Romandaki hikayeye göre orada da bir yaşantım vardı. Evim, işim, sevgilim, arkadaşlarım, alışveriş ettiğim, gezdiğim yerler ve sonra İstanbul'a dönünce gerçek yaşamımda allak bullak oluyordum. Ata mıydım, Murat mı? Bu durum tabii ki bloglarıma da yansıyordu. "

Sevgili Ata'nın kitapları kendi hayatından parçalar, arkadaşlar, izler taşıyor. Ata kitapları "Ben Olmanın Issızlığında"yı 208 sf 3 yılda, "Ben Olmanın Varlığında"yı 480sf 11 ayda, "Ben Olmanın Sonsuzluğunda"yı 700sf 2 yılda ve "Aşkın C Şıkkı"nı 278sf sadece 2 ayda yazmış.

Hakkımda Ata'nın elinden çıkan misafir blog:

**********
Sanırım geçen sene kasım ayıydı onu ilk fark ettiğimde! MB'da ancak habercimdeki arkadaşlarımı okuyup yorumlayabiliyorum ki yeni arkadaşları okuyabilmem oldukça zor ama ah o başlık yok mu! İşte oradan yakalandım!

"Sonunda ben de cam damacana aldım !"
Suyu sucudan alıyoruz ya, cam damacana da neyin nesi diyerek yol aldım sayfasında.
"Evcil hayvan sahibi olmanın 10 faydası !"
Zaten kendimi bildim bileli hayvanları severim ama köpekleri bir başka severim. Kitaplarımda, öykülerimde de en iyi arkadaşlarım başta köpekler olmak üzere tüm hayvanlardır; neymiş bakalım o faydalar diyerek bloğu tıkladım! Tıklayış o tıklayış, kurtul kurtulabilirsen:) Okuduğum birkaç blogdan sonra, bu kızcağız başka bir dünyada yaşıyor herhalde diye düşünmeye başladım. Ülke gündemi her daim dinamit gibiyken, bloglarıyla üzerimize rengârenk karanfiller atıyordu!
Bir kuple huzur buldum sonra iki oldu, üç oldu...
Gerçek köy yumurtasını nereden aldığını anlattığı bloğunu okuyunca şaşkına döndüm! Çünkü bizim Göztepe'de oturuyordu! Tesadüfün de böylesiydi.
Evde diş macunu yapımını ve misvakla diş temizliğini, grip aşısının zararlarını, hayvanlarla konuşma sanatını, artık bir hayvan ambulansımızın olduğunu, Kedi Boyama Sanatı'nı ve Kelebek Alfabesi'ni onun sayfalarından öğrendim.
Hayvan barınaklarını anlatan bloglarında hüzünlendim.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Beslenme Bilim Dalı Başkanı Prof Dr Ahmet Aydın'la da onun sayesinde tanıştım ve "Buyrun, burdan çiğneyin." adlı bloğum Beslenme Bülteni'nde de yayınlandı.
Bloglarının her birinden onlarca faydalı bilgi taşıyordu. Sanki mini Wikipedia'ydı:) Zaten sayfasına girince de göreceksiniz ki 108 bloğuyla ortalama 2279 gibi yüksek bir okunma sayısına erişmişti. Hangimiz profil bilgilerimizde sevdiğimiz kitap olarak Diş Çürüklerinin Tedavisi adında bir kitabı yazarız? Yok yok, kesinlikle modern çağın yapay faydalarıyla dalgasını geçiyordu! Koca metropolün göbeğinde değil de sanki Heidi'nin köyü Evolène'da yaşıyordu!
Bugün 3 yaşında olan Melisa doğmadan önce Tekir kedileri Boncuk ile Maviş'i başka bir aileye vermek zorunda kalan, ilk köpeği kurt Efe'nin ölümünden sonra edindiği -bugün 10 yaşına yaklaşan- ikinci kurt köpeğine de Efe Jr ismini veren ama cüssesi nedeniyle anne-babasının bahçeli evinde bırakan ve yeniden hayvan sahibi olabilmek için de çocuklarının sorumluluk alabilecekleri, hayvanları incitmeyecekleri yaşları dört gözle bekleyen bir hayvan sevdalısı o. Bu arada, Melisa da artık kocaman bir abla! Minik Açelya ise henüz 1.5 yaşında.
O, ailesini doğal yollarla besleyen, çocuklarını ilaçsız yetiştiren; doğal hayatla ilgili durmaksızın araştırma yapıp edindiği bilgileri de insanlarla paylaşan bir insansever, hayvansever ve doğasever. Ve de kendi tanımıyla, Tam Zamanlı Anne !
Uzun bir aradan sonra, bugün arkadaşım Başak Pirtini'yi misafir ediyorum. Eminim ki hayvanseverler ve özellikle hanımlar, genç anneler onun sayfalarından çok yararlanacaklardır.
*****
Bir seneyi aşkın süredir İpek Hanım Çiftliği'nin harika sebze ve kahvaltılıklarına abone oldum. Çiftliğin sahibi Pınar Hanım İstanbul’dan Aydın Nazilli’ye çocukları ile birlikte göçmüş ve Nazilli’de kızı İpek’in ismini verdiği bir çiftlik kurmuş. Önceleri bir hobi olarak başlayan Yörük Tarımı'nı, bunu uygulayan tüm köy halkını da kalkındıracak bir işe dönüştürmeyi başarmış. Şu an bu işi yapan Ocaklı Köyü ve çevresi Ekolojik Köy ilan edilmiş durumda. Ayrıca, misafirler çiftlikteki yayla evlerinde konaklayıp, tarlalardaki ürün hasatına katılabiliyor.

Pınar Hanım her hafta -oluşturduğu e-posta grubuna- bir aileye bir hafta 10 gün yetecek kadar bir mutfak listesi gönderiyor. Ben kendi istediğimi almak istiyorum diyorsanız da çaresi hazır. Sebze meyveden bakliyata, pekmezden süt ürünlerine, zeytinden sabuna kadar 250’den fazla ürünün listesini de e-posta ekinde gönderiyor. Ürünleri almasanız da yanlarındaki neşeli açıklamaları okumak bile insanın iştahını kabartıyor. Öte yandan, ödemeyi sevkiyat öncesinde-sonrasında ne zaman isterseniz yapabilirsiniz. Eğer beğenmediğiniz ürün olursa, o ürünü ödemeyin diyecek kadar da nazik.

Sebzeler o kadar taze geliyor ki bir önceki gün koparılıp kargolanıyor. Yemeklerimin bir kat daha lezzetlendiğini ve gelen organik, ilaçsız, hormonsuz ürünleri bebeklerime gönül rahatlığı ile yedirdiğimi söyleyebilirim. Büyük kızımın özellikle zeytin, peynir ve ekmeklere bayıldığını da söylemeden geçemeyeceğim. Pınar Hanım sayesinde eşim de market alışverişlerini yapma ve eve taşıma derdinden kurtulduğu için çok mutlu:)

Detaylı bilgi için http://www.ipekhanim.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

Tüm blogseverlere sevgilerimle.

(Başak Pirtini)

19 Ocak 2012 Perşembe

Nasıl daha iyi bir ebeveyn oluruz?

Türkiye'de de böyle bir doktor çıkıp da "Aşılatırken çocuğunuza ne yaptığınızın farkında mısınız?" diye çıksa ve seçimlere girse kesin oyumu alırdı. Daha iyi bir ebeveyn nasıl oluruz? Nasıl bilerek içeriğinde biyolojik materyaller ve zehirli kimyasallar bulunan aşıları çocuklarımıza enjekte ederiz? Amerika'da seçimlere katılan Dr. Ron Paul: "Amerika Başkanı dahil hiç bir kimseye, potansiyel olarak milyonlarca Amerikalı'nın yerine tıbbi bir karar verme gücü verilmemelidir. Bir kişinin fiziksel beden özgürlüğü, özgürlüklerin en basitidir, ve özgür bir toplumda yaşayan insanlar kendi bedenlerin üzerinde hakimiyet sahibi olmalıdırlar. Hükümete kendi yerimize tıbbi kararlar verme gücünü verirsek, o zaman devletin bizim bedenlerimize sahip olduğunu kabul etmiş oluruz." dedi.

Kaynak: http://vactruth.com/2012/01/17/ron-paul-parenting/?utm_source=The+Vaccine+Truth+Newsletter&utm_campaign=b6e6f52658-09_05_2011_O%27Shea&utm_medium=email

Bir günde yapılan 9 aşıdan sonra bebek öldü!

Doğru okudunuz, tek bir günde 9 aşı, bu çok büyük bir problem. Fakat daha büyüğü tıp otoritelerinin bu küçük kızın ölümüyle aşıların ilgili olduğunu inkar etmesi!





Olay Belçika'da geçiyor, 1 ay erken sezeryanla doğan prematüre ikiz bebeklerde 9 haftalık aşıları yapıldıktan bir hafta sonra biri ölüyor! Bebek aşıdan önce biraz gribalmiş, süt alerjisi varmış (ailede genetik alerji mirası olunca dikkat edilmesi gerekiyor). İlk önce Prevenar, sonra menenjit, pneumonia, Infanrix Hexa, ve altılı bir kombo aşı -difteri, tetanoz, polio, pertussis, hepatitis B ve Haemophilus type B, ve son olarak Rotarix (gastroenteritise karşı koruyucu aşı) olmuşlar. Bir hafta sonra göğüs ihtihabı, kanda yüksek mikrop oranı, aşırı kalp atışı, aşırı ishal...Bunlar normal diyen doktorlar bebek ölünce ölüm sebebi olarak "menenjit" diyorlar. Hani bir hafta önce aşılanmıştı ve koruması lazım di mi?


bknz. aşı yan etkileri arasında menenjit de var!




OTOBÜS OYUNUNUN ELEŞTİRİSİ

Ord.Prof.Dr.Akıldane Herzekar









HOMUR'UN BAŞYAZARI BÜYÜK ÜSTAT 
ORD.PROF.DR.AKILDANE HERZEKAR 
OTOBÜS OYUNUNU SİZLER İÇİN İZLEDİ VE SICAĞI SICAĞINA YAZDI....


“OTOBÜS”  TEMSİLİNİ NASIL İZLEDİM ?


Evimde oturmuş Tv dizisi seyretmeye hazırlanıyordum; Sülüman ve zevceleri Hürrem’in halvet maceraları pek bir hoşuma gidiyor doğrusu. O sırada kapım çalındı, bizim Homur dergisinden çocuklar gelmiş. Canol, Atay, Atilla, Coşkun, Asuman, Vahit evlatlarımı görünce pek bir şaşırdım. Efendim beni Darülbedayi’de temaşa olunan bir temsile götürmeye gelmişler. Eskiden kırmızı dipli davet gönderilmeden gitmezdim, şimdi biraz daha aşama kaydettim, artık tahtırevan istiyorum. Getirmişler tahtırevanı da…
Eee ne temsiliymiş bakayım bu?” dedim…
OTOBÜS” namında bir oyunmuş, Stanislav Stratiev adlı Mekadonyalı bir yazara aitmiş, bu oyunda ilk kez oyun boyunca hareketli karikatürler de görünüyormuş oyunun bir parçası olarak…
 İşte bizim keratalar da bu karikatürleri çizmişler meğer…
 Benim aklım Hürrem’in halevtinde tabii ki, gitmemek için yan çizmeye çalışıyorum… 
Nerede bu oyun bakiim?” dedim… 
Üsküdar isimli semtin Müsahipzade Celal namındaki tiyatro binasında temsil olunuyormuş. Ben bu Müsahipzade denen münasebetsiz zâtı gençliğinden tanırım. 
Hatta bana “Senden ilham alarak bir oyun yazdım” demişti. Uzun süre bu oyunun “İstanbul Efendisi” adlı oyunu olduğunu sanıp pek bi sevinmiştim. Neden sonra anladım ki meğer “Fermanlı Deli Hazretleri” oyunuymuş. Pek bi içerlemiştim. İşte şimdi bu kişi adına bir tiyatro binası inşa edilmiş…
 “Ben böyle oyunlara gelmem, ben oturup Hürrem seyredeceğim” dememe kalmadan bizim Homurcular beni derdest edip tahtırevana bindirdiler ve doğru tiyatroya götürdüler. 

Oyunun rejisörü olan dazlak kafalı zâtı bir yerlerden gözüm ısırıyordu, “Yahu ısırır tabii o yabancı sayılmaz, o da bizim gibi Homurculardan Arif Akkaya” dediler.
Eh ben de her Homurcuya yaptığım gibi ona da bir mim koydum. Ne zaman ne yapacağı belli olmaz bu Homur takımının… Arif’in yanında aynı ona benzeyen bir başka kişi oturuyordu, önce ikiz kardeşi sandım, değilmiş… Dramaturg Hatice, Mekadonya dolaylarından gelen Mikel’in oyunun koreografisini yaptığını aynı zamanda da Rejisör Arif’in dublörü olduğunu söyledi; oyun beğenilmezse yumurta atmak isteyenlere Arif diye Mikel’i vereceklermiş. İyi numara, yarından itibaren ben de kendime bir dublör arayacağım…

Geçtik oturduk protokolde şahsıma özel olarak hazırlanmış koltuğuma; derken oyun başladı. Hemen ağzıma sakızımı attım, çünkü malumunuz üzerine günümüzde tiyatro seyrederken sakız çiğneyip balon yapmak bir yükselen değer. Ben de böyle değerlere önem veren biriyimdir…
 Oyun, bir otobüs yolculuğunu anlatıyor, Barış Dinçel adındaki zat, oyunun dekoru diye koskoca bir otobüs koymuş sahnenin orta yerine 360 derece dönüyormuş. Benim aklım hâlâ Hürrem’in harem dairesinde olduğundan daha heybetli bir dekor bekliyordum doğrusu… Sonra oyuncular arzı endam etmeye başladı,

Yazar rolünü Fahri Kıncır oynuyor, sanki oyunun yönlendiricisi konumunda, sahnedekiler o ne derse onu yapıyorlar. Adeta bir tanrı gibi. Belli ki Fahri bu rolü oynarken benden ilham almış… 

Akıllı” diye bir karakter var onu da Ahmet Özarslan oynuyor, ilginç bir tip; herkese bir şeyler yapması için akıl veren ama kendi pek bir şey yapmayan biri. Anladığım kadarıyla Ahmet, beni epey bir incelemiş…


Sonra Huysuz adlı bir karakter çıktı onu da Mert Aykul diye bir oyuncu oynuyor; önce bir şeyler söylüyor bir takım darbelere maruz kalınca da çok farklı şeyler söylüyor. Anladım ki bu çocuk kesinlikle benden yola çıkarak bu karakteri yaratmış.


Şoför rolündeki Çağatay Çakıroğlu’nun hiç sözü yok ama vücut diliyle oynuyor, hep direksiyonumuzda olup bizi bir yerlere götüren kişileri anlatıyor, sürekli de tipi değişiyor; kesin benden etkilenmiş… 



Çello Virtüözü rolündeki şahsın adı Mert Turak; elindeki “Koca kamanı” pek bir maharetli çalıyor eh benim de pek çok konuda bir virtüöz olduğum düşünülürse Mert evladım benim hakkımda epey bir bilgi edinmiş.


Köylü rolünü Ergun Üğlü icra etmekte, yanlış otobüse binmiş biri. Aynen ben yani; ben de şu anda yanlış otobüsteyim. Yazı yazılacak bu kadar çok yandaş mecra varken HOMUR adındaki ne idüğü belirsiz paçavrada yazmak zorundayım. 

Can Ertuğrul ve Berrin Kortidis ismindeki oyuncular sürekli tartışan bir çifti oynuyorlar. Onları gördükçe bizim kaşık düşmanıyla olan kavgalarımız geldi; Berrin ve Can kesin bizim eve gizli kamera koymuşlardır eve dönünce iyi bir arama yaptıracağım. 

İki genç sevgiliyi oynayan Elyesa Evkaya ve İrem İrem Erkaya’yı görünce de gençlik yıllarıma gittim. Valla ben de öyleydim, çoktan unuttuğum detayları hatırlattılar bana. Anladığım kadarıyla Elyesa ve İrem hakkımda iyi bir tarih araştırması yapmışlar.  




Ama “Uyuz” denen karakteri görünce iyice uyuz oldum. Burak Davutoğlu adındaki zat, herkese bulaşan kıl-gıcık bir kişilik oynuyor, yani alenen bana laf çakıyor. Oyunun yönetmenine sorarsan bu oyun, 1950’lerden günümüze olan yolculuğumuzu anlatan bir taşlama. Eh dolayısıyla o günleri yaşayan biri olarak beni anlatıyor. Anlamam gerekirdi, Müsahipzade’nin tiyatrosunda oynanan oyundan başka ne beklenirdi ki ! Bu oyun tamamen beni madara etmek için sahnelenmiş. Bütün karakterlerle beni anlatmışlar resmen.

 Oyun bitince dank etti kafama, hemen çıktım dışarı, beni tahtırevanla getiren o rezil Homur ekibi de yoktu ortalıkta eve tabanvayla döndüm mecburen, oyun 2 saat sürmüştü ama televizyon dizileri neyse ki 3 saate ulaştığından Süleyman’la Hürrem’in halvet maceralarının sonuna yetişebilmiştim çok şükür.

Her şeyin müsebbibi HOMUR ekibi