31 Mart 2013 Pazar

Nil'in Beslenme Çantası :)








İyi haftalar! Ohhh artık İstanbul'dayız, çok şükür Nil yolculuk boyunca uslu bir bebiş oldu ve anne babasını üzmedi. Gelir gelmez bizi harika bir hava karşıladı, bol bol D vitamini aldık ve yeni bir hafta için enerji depoladık! Bundan iyisi can sağlığı ;)





Gelelim bugünkü post konumuza... Aslında çok önceden yazmıştım bunları ama blogger bana kelek yaptı ve yazdığım herşey puf diye uçtu gitti. Sil baştan aynılarını yazıyorum şimdi... Bildiğiniz gibi Nil doğduğu günden beri %100 anne sütü ile beslenen bir bebiş olmadı, Aptamil takviyesi ile gittik ve 3 buçuk aydan itibaren de yavaş yavaş ek gıdalara geçtik. Sırf anne sütü ile beslenen bebişlerde ek gıdaya bu kadar erken geçilmediğini belirtmek isterim. Nil 6 aylık olunca da aşağıdaki gibi bir ek gıda uygulamasına geçtik:





Sabah 08:00 (veya uyanınca)


Multitabs A-C-D vitamin ve Ferrum demir (aç karnına)





100 ml Aptamil mama


1/2 haşlanmış yumurta sarısı


1/2 kibrit kutusu keçi veya tuzsuz lor peyniri (Nil peynirler arasında en çok Baltalı'nın %100 keçi sütünden yapılmış Büş marka peynirini sevdi...)


1 çay kaşığı pekmez


1 çay kaşığı ceviz (Nil'e biraz dokunduğu için ben vermiyorum)


Çavdar veya yulaf ekmeği (Doktorumuz Halk Ekmeği'nkini önerdi)





Tüm bunları karıştırıp da verebilirsiniz ama Nil bulamaç türü şeyleri pek sevmediği için ben peyniri ve yumurtayı ayrı ayrı yediriyorum...





Öğlen 11:30


Haşlama balık (çipura, levrek, mezgit, çinekop gibi)


Sebze püresi (kereviz, maydanoz, kabak, pazı, kara lahana, taze fasulye, ebegümeci, marul, enginar, bamya, brokoli, soğan, sarımsak, mantar, soya filizi gibi)


1 çay kaşığı zeytin yağı





Nil kabızlık sorunu çeken bir bebek olduğu için onun sebzeleri daha çok bağırsaklarını çalıştıracak şekilde düzenlendi... Bu yüzden menüde lahana, bakla yer almıyor. Ayrıca doktorumuz patlıcan ve ıspanağı hiçbir faydası olmadığı için kullanmamı önermedi. Kışın yaz sebzeleri kullanacaksam da dondurulmıuş olanları tercih etmemi söyledi. Sebze püresi için Tefal'in buharlı pişiricisini kullanıyorum, buhar haznesi biraz küçük ama kullanımı çok pratik ve hızlı pişiriyor. Ben yaptığım bir yemeği 3 günden fazla vermiyorum ve bir kere piştikten sonra bir daha ısıtacaksam Avent'in biberon ve mama ısıtıcısını kullanıyorum...





Akşam üstü 15:00


1 armut


1 dilim kivi


1 kase yoğurt


1 adet gün kurusu





Armut ve kiviyi cam rendede rendeliyorum. Yoğurdu Atatürk Orman Çiftliği'nin keçi sütünden mayalayıp yapıyorum. Kayınvalidem Esenso'nun minik renkli kavanozlarından oluşan yoğurt makinasını almıştı, çok memnunum harika yapıyor yoğurdu ama artık satışta değil sanırım... 1 kase yoğurdun içine bir gün önceden sıcak suda bekletip yumuşattığım gün kurusundan rendeliyorum. Dilerseniz meyve, yoğurt ve gün kurusunun hepsini karıştırıp verebilirsiniz ama bizim küçük hanım herşeyin tadına ayrı ayrı varmak istediği için ben karıştırmadan veriyorum ;)





Akşam 19:00


Yayla, tarhana veya kırmızı mercimek çorbası





Doktorumuz çorbayı kemik suyu ile yapmamı önerdi. Kuzu kemiklerini 2 saat kaynatıyorum, soğuduktan sonra üste çıkan yağlarını bir süzgeç yardımıyla atıyorum. Kemik suyu fazla olmuşsa bir kısmını ayırıp buzlukta saklıyorum.





Gece 22:00-24:00


Milupa, Humana veya Nestle'nin sütlü pirinçli muhallebisi








Bu menü sayesinde benim bütün günüm mutfakta geçiyor deeermişim :) Neyseki artık herşeyin kolayı var, yoğurdu yapan makinalar, sebzeyi püre haline getiren buharlı pişiriciler, mamayı ısıtan ısıtıcılar sayesinde biz annelerin işi artık daha kolay. Ben herşeyi elimin altında olacak şekilde hazır ediyorum ve dışarı çıkacaksam mama ıstıcısında ısıtıp Chicco'nun thermal termosuna koyuyorum, iyi ki almışım dediğim ürünlerden biri de kesinlikle bu termos...


Tabii hepsi bir yana doktorumuzun da yardımlarını unutmamak gerekiyor, bugüne kadar herşeyi onun önerileriyle yaptık ve hiç pişman olmadık. Nil'in rahatsızlıklarını (geçmeyen ishali, sonra kabızlığı, ateşlenmesi, diş çıkarma dönemi vs...) onun tecrübeleriyle atlattık, kendisine gözüm kapalı güveniyorum diyebilirim. Eğer bebeğiniz için Anadolu Yakası'nda güvenebileceğiniz bir doktor arayışınız varsa Dr. Özcan Aysal'ı kesinlikle tavsiye ederim! 




29 Mart 2013 Cuma

LovePeaceTravel!

Tüm dostlarımızı bırakıp geldiğimiz bu Kanada yolculuğumuzun çok güzel bir bebeği var artık. Birbirini çok seven komün hayata özlem duyan, Met'in dediği gibi yaş aralığı 3 ila 55 olan bir sıkı dost topluluğu, bir nevi aile, baktık ki 140 karaktere sığamıyoruz, whatsupta yetmiyor, bir sayfa yapalım, isteyen dilediğini, gönlünden geçeni yazsın, varsa özlemini anlatsın, olmadı devlet meseleleri

Dasvidanya Moskova!





 


Sonunda party is over :) Artık evimize gidebiliriz! Toplamda 3 yıl, benim gidip gelmelerimle bir buçuk yıl süren Moskova maceramız burada sona erdi. Bu şehirde güzel anılarım da oldu, Tanrım benim burada işim ne dediğim günlerim de, ağzım açık müzeleri de gezdim, İstanbul'un boğazını birşeye değişmem de dedim, sonsuza dek sürecek dostlar da tanıdım, bir kaşık suda boğmak isteyeceğim yavruşkalar da gördüm ;) Anlayacağınız gitgellerim çok oldu :) Hepsi bir yana en güzel kısmı iki kişi olarak geldiğimiz bu şehirden şimdi üç kişi olarak ayrılmamız! Ne mutlu bana ki kızım da kıyısından köşesinden bir yerinden bu maceraya dahil oldu :) Moskova teşekkürler herşey için ve İstanbul seni bu sefer çok özledim, açtın kucağını di mi geliyoruz biz :)




28 Mart 2013 Perşembe

Christina Pluhar & L'Arpeggiata - Mediterraneo

Ronaldo & İrina Shayk


Abdullah Avcı ve İlkeleri



 Türkiye milli takımı  Brezilya’ya gitme şansını büyük ölçüde zora soktu. En azından buraya kadar olan kısımda çok net bir başarısızlık olduğunu Banu Yelkovan ve Bağış Erten'in sunduğu ve benim  Cumartesi günü katıldığım “Yensen de yenilsen de” programında dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. İsteyenler şuradanizleyebilir.

Milli takımın “başarı” kriteri nedir?

1996 Avrupa Şampiyonası sonrası katılma ihtimalimiz olan 9 turnuvanın 4’üne iştirak ettik. 3’üne ise baraj maçı oynayarak gidemedik.  Geride kalan ikisinde ise son maçlarda şansımızı doğru bir şekilde kullanamadık.  9 turnuvanın 9’unda da gruplardan gitme şansını yakalayan iki takımdan birisi olma umudunu son maça kadar taşıdık. Hiçbirisinde ilk 6 maç sonucunda bu denli kopma yaşanmamıştı. Üstelik bu sezon ligimizin iki takımı Avrupa’da çeyrek final oynama başarısı göstermişken kopuş çok daha erken oldu. Altyapı, sistemsizlik gibi sorunlar 96’dan bu yana vardı ama sonuç bu kadar hiç kötü olmamıştı. Dolayısıyla burada ülkenin futbol kültüründe var olan çarpıklıkların dışında bir teknik adam sorunu olduğunun da altını çizmek gerekir. Turnuva istikrarsızlığı konusunda ise Uğur Meleke'nin şu harika yazısından "doğru" bakış açısına sahip olunabilir.

6 maçın 3’ünü kaybedip sadec Andorra ve Estonya gibi takımlar karşısında galip gelirken kendi evimizde Macaristan karşısında berabere kaldık. Belki Macaristan karşılaşmasında iyi futbol ortaya koyduk ama 3 yıldır gol atamayan Andorra karşısında Selçuk’un frikiğine kadar olan bölüm ya da Estonya’daki kırmızı kart çıkasıya kadar olan sürede yaşanılanlar da galibiyet nedeniyle görünmez oldular. Bir denge vardır ve eğirişi doğrusuna denk gelip hak edilmeyen bir turnuvaya veda etmek üzereyiz. Hiçbir maçta rakibe karşı net bir üstünlük kuramadığımız gerçeği söz konusu.

Abdullah Avcı’nın hataları

Abdullah Avcı henüz milli takımın başına geçmeden inandığı doğruların her koşulda geçerli olduğu inancı onun sonunu hazırlardı. Bu açıdan ben Abdullah Avcı’yı biraz Aykut Kocaman’a da benzetmiyor değilim. Kocaman'ın da klasik on numara kötü, 4-3-3 en iyi sistem ve hızlı oyun v.s. gibi temel kabülleri her şeyin önüne geçmişti. Buna rağmen Aykut Kocaman  Alex’den olabildiğince faydalanmayı sağlayacak pratik zekâya sahipti. Avcı’nın sorunu olan “her koşulda değişmez” saydığı futbol doğrularını örneklerle masaya yatırmak gerekir.

 Şu cümlelerin içerisinde yer alan doğrular temelde yanlış değil belki.

 “Almanya’da alt yapı eğitimini alan oyuncuların taktiksel yetkinliği Türkiye’de yetişmiş oyunculara göre çok daha iyi” –doğru söze ne denir-

“Merkezde oynayan orta sahaların  solda oynayanın sol ayaklı, sağda oynayanın ise sağ ayaklı olduğunda verimi artar, potansiyelini daha iyi ortaya koyabilir” –Aksi örnekler bir hayli fazla olsa da çok da yanlış değil.-

Peki sorun nedir derseniz bu “ince” ayrıntılar ancak birbirlerine benzer nitelikte ve kalitede olan iki oyuncunun ayrımı konusunda “geçerli” olabilir. Eğer siz bugünkü performanslarına bakarak Arda Turan ve Selçuk İnan arasında bir tercih yapmak durumunda kalıyorsanız bu ve benzer ayrıntılara bakarak seçiminizi bu doğrular üzerinden yapabilirsiniz.  Yine de doğru olan her ikisinin de oynayabileceği bir sistemi kurgulamak.

Lakin..

 Elinizde deplasmandaki ilk Macaristan maçı öncesi Mehmet Ekici ve Alper Potuk varsa eğer öncelikle kadroya kimin alınması gerektiği üzerine düşünmelisiniz. Sağ ayağından, alt yapı eğitiminden önce genel görüntüsü nedir buna bakmak gerekir. Louis Van Gaal Hollanda’nın temel direği olan kaptanı Wesley Sneijder ya da Van der Vaart’ı sadece transfer görüşmeleri yaptığı ya da düzenli oynamadığı için kadroya almıyor haklı olarak. Sağ ayağı, oyun görüşü gibi konulara hiç gelmiyor, öncülü çok daha başka.

 Peki Abdullah Avcı?

Deplasmandaki Macaristan maçı öncesi Mehmet Ekici kadroya girdi. O dönem de Alper Potuk iyi oynuyordu. Daha nice yetenek göze batıyordu.  Lakin Abdullah Avcı ligde  sadece 10 dakika forma giymiş ve dahası milli maç öncesi oynanan son lig maçında ise ilk 18’e girememiş Mehmet Ekici’yi kadroya çağırmanın dışında ilk 11 başlattı. Burada sorun bir oyuncunun kadroya girmesi değil, Abdullah Avcı mantığının nerede sönümlendiğini görmek, neden sorun yaşadığını ve yaşayacağını algılamak için masaya yatırılıyor.

Ancak ve ancak iki formda ve çok iyi oyuncunun kadroya girme aşamasında geçerli olacak olan "ayrıntıları" siz hiç formda olmayıp da kadroya giremeyen, oynamayan  ile her maç döktüren oyuncu arasında yapamazsınız. 

 Çok net, bariz bir hata.

İsrail üst üste aldığı yenilgiler sonrası  Avrupa’nın top kulüplerinde oynayan ve fakat forma giyemeyen lejyonerlerinden İtaly Shechter,  Youssi Benayoun gibi önemli isimleri kadroya çağırsa dahi ilk onbir başlatmıyor artık. Hollanda iki önemli 10 numarasını tek  bir anda kesebiliyor maç pratiği eksikliği ya da transfer görüşmeleri nedeniyle kafası yeterince futbolla meşgul değil diye. Biz onlarca yetenek dışarıda beklerken ligde kötü giden takımın dahi ilk 18’ine giremeyen oyuncuyu her maç çağırıyoruz. Tüm Avrupa’nın konuştuğu Selçuk İnan’ı solda sağ ayağıyla oynayamaz diye oynatmıyoruz. 

Bremen gibi bir takımın 18’ine giremeyen oyuncu  bir hafta sonra 70 milyonluk ülkenin ilk 11’ine nasıl girer? Kendi evinde sezon boyunca galibiyet alamamış Greuther Fürth'ün Bundesligaya ayak uyduramamış Sercan Sararer'i Arda ve Emre'den sonra milli takımda en çok forma giyen oyuncu nasıl olur?  Hollanda Sneijder'i, Van der Vaart'ı, Van der Wiel'i rahatlıkla kesebiliyor iken henüz katkı verememiş bu oyuncuları değişmez kılan Abdullah Avcı'nın "futbol doğruları" oldu. 

Almanya’da yetişmiş oyuncuların alt yapı eğitimi daha iyi midir? Kesinlikle doğru. Lakin fark sadece on dakika forma giymiş ya da Bundesliganın ilk devresinde oynanan 17 maç içerisinde sahada sadece 28 dakika forma giyebilmiş Mehmet Ekici ile Alper Potuk,Olcay Şahan ya da diğerleri  arasındaki bir oyuncuyu dengeleyecek kadar büyük değildir. Öyle olsa senin liginin iki takımı Avrupa’da çeyrek final oynamasını mucize olarak addetmen gerekir.

Selçuk İnan ve sol ayak içeriği.

Yine benzer bir “ufak” detay, Selçuk İnan gibi bir yeteneği kadroya almamasını sağladı. Sağ ayaklı solda oynar mı? Fatih Terim’in Almanya’daki Schalke maçında yaptığı en doğru hamle Selçuk İnan’ı sola kırık ve hatta sol kenar oyuncusu olarak kullanıp rakibin etkili sağ kenarına darbe vurmasıdır. Selçuk’un oyun içerisinde yaptığı her doğru kolay bir şekilde algılanmıyor.  Selçuk’un ortalamanın üzerinde bir yeteneği var belki ama dünya çapında bir oyun zekasından bahsedebiliriz. Ayağına gelen topla yaptıkları belki yeteneği ölçüsündedir ama vücudunu saha içerisinde konumlandırışı futbol yeteneğinden de fazla olan bir adam. Almanlar’ın ilk maç içerisinde şöyle bir Melo’dan bahsedip “asıl aktör” diyerek giriş yapıp Selçuk İnan’ın sezgisiyle araya girerek Schalke’nin 11 akınını kesmesi üzerine ufak çaplı bir şok yaşadığını sıklıkla anlatmıştım. Hollanda maçında uzun toplarla çok rahat delinebilecek bir noktada defansın önünde Selçuk İnan tercihi bir mucizeyi de gerçekleştirebilirdi. Her şeyin dışında Selçuk İnan ile o dönem Liverpool’da formunu bulamayan Nuri Şahin’in arasına sol ya da sağ ayak girmesi “suç” addedilir, başka bir şey değil. Bugünkü formuyla elinde (bizde oynasa) İlkay ve Selçuk olursa ancak ayakların soluna sağına bakılır.

Bu ve benzer pek çok yanlışın tecrünesine sahip olmamasının sıkıntılarını yaşadı Abdullah Avcı. Bundan sonraki yaşantısında doğru yolda olacaktır ama bu deneyimsizliğinin faturasını Türkiye'ye pahalıya ödetmek üzere. 

Abdullah Avcı doğru tercih midir?

İstanbul Belediye’nin diğerlerine göre farklı konumu taraftarının ve dolayısıyla baskının olmadığı yegane kulüp olmasıdır.  Öncesinde tecrübe ettiği alt yaş milli takım deneyimlerinde ise durum bu açıdan çok daha iyi, baskı hiç yok. Üst üste beş mağlubiyet dahi alsanız sizi dört büyüklerden fırsat kalırsa oyununuza bakıp eleştirecek üç beş idealist spor yazarı dışında kimse yok. Olabildiğince rahat ve baskısız bir futbol ortamı. Türkiye Milli Takımı ise bunun tam da zıttında yer alıyor.  Bu hem Abdullah Avcı hem de onun geçmişte yaptığı güzel işleri takdir eden bizler için yeni bir deneyimdi. Bu konuda en azından bugüne kadar başarılı olmadığını söyleyebiliriz. Diğer açıdan geç de olsa doğruları da bulduğunu ekleyelim ama zaman yetmedi. 

27 Mart 2013 Çarşamba

Bu kumların altında Manhattan vardı


Selsebîl sözcüğü Kuran’ın cennetteki nimetleri tasvir eden pasajlarından birinde anılıyor. وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًا كَانَ مِزَاجُهَا زَنجَبِيلًا  عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلً. “Orada zencebîl katkılı kâselerden içecek sunulur, orada selsebîl adlı bir pınar vardır.” (Dehr 17-18).

Arapçada daha önce duyulmuş bir sözcük değil, dolayısıyla yorumcular coşmuş, 1400 sene tartışacak malzeme çıkarmışlar. Arapçanın klasik sözlüğü olan Kamus, bu konuda farklı görüşler olduğunu belirttikten sonra, çeşitli kaynaklara göre sözcüğün “yumuşak (leyyin), sertlikten yoksun, boğazdan akan” anlamına geldiğini aktarıyor. Sibaveyh sıfat olarak almış ama anlamını açıklamamış. İbni Arabi sözcüğün sadece Kuran’da geçtiğini vurgulamış. Tefsircilerin piri sayılan İbn Abbas, sözkonusu suyun hançereden kayarak geçtiği için bu adı aldığını açıklamış. Tacül Arus sözlüğü, bir kaynağa istinaden, şarabın en tatlı ve yumuşak çeşidine selsebil denildiğini belirtmiş.

Hamdi Yazır selsebil kelimesinin ilk kez Kuran’da geçtiğini bildirmiş. 12. yy sözlükçülerinden Mecdeddin ibnül Esîr selsebil sözcüğünü Arapça selsel ile birleştirip bunun “soğuk su” anlamına geldiğini ileri sürmüş. İbn Kesir (14. yy) tefsirinde pınarın akışının düzgün ve kuvvetli olmasından ötürü bu adı aldığını savunmuş.

Türkçe Kuran meallerinin hemen hepsi sözcüğü özel isim kabul edip tercümeden kaçınmışlar. Sadece Abdülbaki Gölpınarlı hayal gücünü kullanmış, Allah’ın kelamına “şarıl şarıl akan, her yana giden, boğazdan kayan selsebîl kaynağı” diye katkıda bulunmuş.

Özetle, karanlıkta ıslık çalmışlar.

Koca Nöldeke ise, kendisinden beklenmeyecek bir sabırsızlıkla, sözcüğün hepten anlamsız olduğuna hükmetmiş.

Sprenger has rightly observed that Muhammad makes a certain parade of these foreign words, as of other peculiarly constructed expressions; in this he followed a favorite practice of contemporary poets. It is the tendency of the imperfectly educated to delight in out-of-the-way expressions, and on such minds they readily produce a remarkably solemn and mysterious impression. This was exactly the kind of effect that Muhammad desired, and to secure it he seems even to have invented a few odd vocables, as ghislin (lxix. 36), sijjin (lxxxiii. 7,8), tasnim (lxxxiii. 27), and salsabil (lxxvi. 18). But, of course, the necessity of enabling his hearers to understand the ideas which they must have found sufficiently novel in themselves, imposed tolerably narrow limits on such eccentricities.

“Cahil insanlar anlamını bilmedikleri esrarengiz kelimelerden etkilenirler, bu yüzden Muhammed bazen tuhaf sözcükler icat etmiş olabilir,” diyor.

Oysa Nöldeke Arapça kadar Aramicenin büyük alimidir, nasıl gözünden kaçmış anlamak mümkün değil.

*
Buyurun Jastrow, Aramice Sözlük, sf. 979: sil סִלְ ve sîllon סִילּוֹן “kanal, oluk, sulama kanalı (duct, pipe, gutter)”. Ve sf. 1514: şıbîl שְׁבִיל“yol, patika (path)”. İkincisi Arapça sebîl “yol” karşılığıdır, Aramice /ş/ Arapçaya her zaman  /s/ olarak yansır. Yanyana getirince ne görüyoruz? Sil-şıbîl, oluk-yol. Yani tastamam Latince aquae-ductus çevirisi. Roma mühendisliğinin başta gelen harikalarından biridir, Akdeniz dünyasının her bucağını taştan su yollarıyla donatmışlar. Bizim Şirince-Selçuk yolunda bile var bir tanesinin kalıntıları.

7. yüzyıla geldiğinde belli ki bunların hatırası bile zayıflamış, kilometrelerce öteden temiz ve güzel içme suyu getiren kanallar ancak cennette bulunacak nimetlerden sayılır olmuş.

Maymunlar Cehennemi’nin son sahnesini hatırlıyor insan. Kumlara gömülü, asırlar once yıkılmış Manhattan’ın harabelerini bulurlar hani. 

26 Mart 2013 Salı

Mesut, 17..



 Aljoscha Pause'nin mini Mesut belgeseli.. İlk defa TV'ye röportaj veriyor Mesut. Löw ve diğer yetkililer bu oyuncuya dikkat kesiliyor. Henüz Türk pasaportuna sahip ama iki ay sonra Almanya vatandaşlığına geçiriyor, Nuri Şahin gibi olmayacak diyorlar.. 


Muazzam görüntüler..

25 Mart 2013 Pazartesi

İrem Nemo'suna kavuşsun!

Biraz hüzünlü bir hikayem var bugün.İrem'le biricik oğlu Nemo'nun hikayesi bu. İrem kim derseniz, kendi ağzından İrem: " Hayatı oğlu Nemoya kah kavuşup kah ayrı düşerek geçmiş, hukuk savaşı yorgunu, artık 40'lı yaşların son çeyreğinde, güçlü, yengeç, yeniden evlenecek kadar romantik, herşeye rağmen iyimser, mühendislik okumuş, ilaç sektöründe satınalma, lojistik, tedarik zinciri alanlarında

İrem Nemo'suna kavuşsun!

Biraz hüzünlü bir hikayem var bugün.

İrem'le biricik oğlu Nemo'nun hikayesi bu. İrem kim derseniz, kendi ağzından İrem: "
Hayatı oğlu Nemoya kah kavuşup kah ayrı düşerek geçmiş, hukuk savaşı
yorgunu, artık 40'lı yaşların son çeyreğinde, güçlü, yengeç, yeniden
evlenecek kadar romantik, herşeye rağmen iyimser, mühendislik okumuş,
ilaç sektöründe satınalma, lojistik, tedarik zinciri alanlarında

Oyun


Oyun, Öz Hakiki Türkçe. Bazı Eski Uygurca kaynaklarda oyug diye de geçiyor. +In ve +Ig eşdeğer anlamlı iki yapım ekidir, geçişli fiillerden nesne adı, geçişsiz fiillerden özne veya eylem adı yaparlar. Dolayısıyla oy- fiilini varsayabiliyoruz. Bu bizim bildiğimiz ağaç oymak, gözlerini oymak vs.’deki oymak mıdır acaba? Köken anlamı “boşaltmak” ise eğer, hımm, bir mantıkî alaka kurar gibi oluyoruz. Boşlamak, boş işler yapmak, boş boş oyalanmak filan? Geçişli anlamı olan oymak’tan başka bir de geçişsiz oymak mı vardı, “dün akşam canım sıkıldı, bir süre oydum” gibisinden? I-ıh olamaz, Türkçede bir fiilin hem geçişli hem geçişsiz anlam taşıması görülmüş şey değil.

Peki, başka ihtimal. Belki oymanın dönüşlü (yani refleksif) hali olan bir oyunmak fiili vardı, “boşalmak, boşa vakit geçirmek, kendini boş kılmak” anlamında. Oyun dediğimiz şeyin aslı da asimile edilmiş +Ig ekiyle oyuŋ idi. Eski Türkçede malum, bir normal /n/ bir de dilin arka tarafıyla söylenen /ŋ/ var, ayrı sesler, bazı Anadolu ağızlarında halâ o ayrım korunur. Bu ikincisi her zaman n+ğ bileşiğidir. Olabilir mi? Yok, bu teori de zayıf. Bir kere sözcük oyuŋ değil oyun, Kaşgarlı’da, Kutadgu Bilik’te, Kitabül İdrak’te hep böyle yazılmış. İkincisi, oyunmak diye bir fiil hiç kaydedilmemiş.

Mevzuyu daha da karıştıralım. Oyalamak ne demek? Bu sadece Türkiye Türkçesine has bir fiil, diğer Türki dillerde yok. +AlA- eki eski Anadolu Türkçesinde sevilen bir yapım ekiyken şimdi hemen hemen öldü. Süreğen ve kararsız eylem bildirir, misal: çapmaktan çabalamak, tepmekten debelenmek, gevmekten gevelemek, kakmaktan kakalamak, sepmekten sepelemek. Demek ki oyalamanın ardında gene bir oymak fiili olmalı. Peki bunun anlamı neydi? “Oynamak” mı? “Boş iş yapmak” mı? Vallahi bilmiyorum. Bileni de yok galiba.

Kaşgarlıda, Çağataycada ve bilumum Türk dillerinde geçen ozmakdiye bir başka fiil var, “yarışta başkasını geçmek” anlamında. Bu bir ipucu verir mi? “Yarış” ile “oyun” arasında anlam bağı belirgin gerçi, ama yok, bu da olmaz, fiil sonsesinde /y/ ile /z/ arasında yapısal bir bağ kurmanın yolu yok.

Peki ya tığla işlenen oya? Onun hiç alakası yok, Yunancadan alıntı. Ta eski Atina’da chiton’un kenarına işledikleri tığ işinin adı ὤια, Türçeye çok geç devirde İstanbul ağzından geçmiş.

Bu soruyu bilemedim hocam.

*
İngilizce play, Anglosaksonca plegan/plaegian fiilinden. Esasen to cultivate demek, yani idman etmek, egzersiz yapmak, fiziksel becerilerini geliştirmek – oyun işini ciddiye almış adamlar. Almanca eşdeğeri pflegen olur, onun oyunla hiç alakası kalmamış, “ilgi ve özen göstermek, gözkulak olmak, to care” yönüne evrilmiş.

Game neymiş diye bakıyoruz.  Anglosaksonca gaman “bir araya gelmek, toplanmak, beraber bir iş yapmak”, aşağı yukarı Almanca gemein ve Latince communisayarında bir kavram. Demek ki eski İngilizler oyun deyince bir yerde toplanıp idman ve beceri işleri yapmayı anlıyormuş.

*
Latincede ilk zamandan beri iocus ile ludus ayrılmış. İlki “sözcük oynu, espri, laf ebeliği”, ikincisi bedensel etkinlik gerektiren oyun, cambazlık, aslan terbiyeciliği, gladyatörlük filan.  Ernout & Meillet sf. 656-657’de ludus üzerine enfes bir analiz var. “Oyunlar” derken dinî ve törensel kökenli birtakım kamu eğlencelerinin kastedildiğini, eski Roma dinine ait pek çok sözcük gibi bunun da Hintavrupa kökenli olmadığını gösteriyor; belki de Etrüsklerden alınmış.

İmparatorluğun son demlerinde kamusal oyunların sona ermesiyle beraber ludus sözcüğü de kullanımdan düşmüş; iocus anlam genişlemesiyle her türlü oyun için kullanılmaya başlamış. Fransızca jouer “oynamak”, İtalyanca gioco “oyun”, ikisi de iocus’tan geliyor. Ludus’un türevleri ise ancak edebî Latinceden derlenmiş entel mamulleri, prelude (“oyun-öncesi”), elude (“oyundan kaçmak”),  illusion(“algılarım bana oyun oynuyor, Oytun”), delusion, ludicrous vb.

La Gioconda “oynaşlı bayan” demek, aklımıza gelmişken. Jokerde “oyuncu”. (“Şakacı” anlamı derivatif.)

*
Farsça bâxtan oynamak, şimdiki zaman kökü bâz. Farsça fiilin, tıpkı İngilizce Almanca Yunanca filan gibi bir muzari (şimdiki zaman) bir de mazi (perfekt) kökü vardır. İkincisi binlerce yıl önce fiil köküne +t ekleyerek imal edilmiştir. Finaldeki /g/ sesi ardına +t alınca sertleşir ve sızıcılaşır, /xt/ olur. Bir şey almazsa İndo-İrani dillerin tipik evrimini geçirip önce /c/, sonra /dz/ ve en son /z/ halini alır. Orijinal kök *bhag- olmalı. Ama bu dediğim ama üçbin senelik hikâye.

Kumarbâz, sihirbâz, hilebâz, düzenbâz Türkiye Türkçesinin ta ilk devirlerinden beri görülen bileşikler. Canbâz ile hokkabâz da 17. yüzyıldan önce zuhur etmiş. Küfürbâz’a ise 1920’lerden önce rastlamadım. Tuhaf bir türev, galiba kumarbaz’dan kinaye ile türetilmiş. Yoksa “küfür-oynayan” deyiminin makul bir anlamı yok.

Bir de bâzîçe vardır, oyuncak anlamında, ama onu kaç kişi bilir?

Get Taxi





Moskova'da metro hattı çok geniş ama taksi ile bir yere gitmek istediğinizde bizdeki gibi köşe başı taksi durakları yok, sarı taksiler yok, yol kenarında duruyorsunuz ve yanınızda bitiveren bir araç ile (bu bazen külüstür bir ciguli bazen gıcır gıcır bir araba olabiliyor) pazarlığınızı yapıp gidiyorsunuz evet biliyorum kulağa pek bir garip ve nahoş geliyor ama burda durum böyle. Bir keresinde bir BMW durmuştu, adam bize adres soracak heralde diye hiç oralı olmamıştık, taxi taxi diyince jeton düşmüştü, bizi istediğimiz yere kadar götürmüştü. Yani burada arabası olan herkes taksi şoförlüğü yapabiliyor :) Bu nedenle ben yalnızken taksiye binmeye hiç cesaret edemedim! Senaryo kurmaya meraklı beynim hemen işlemeye başlar bu gibi durumlarda: ya kapıyı kitlerse, ya gaza basıp beni kaçırırsa, ya yüzüme gaz sıkıp beni bayıltırsa diye bu böyle uzayıp gittiği için ben tıpış tıpış metroma indim bindim :)


Ahhh ahh sen 3 yıl burda bu şekilde yaşa, metrolarda sürün, taksi diye küçücük cigulilere bin tam gider ayak get taxi diye müthiş bir şey öğren olacak iş değil canım cık cık cık :) En azından benden sonraki yavriler sebeplensin gider ayak bir hayır duası alayım diye sizlerle bu harikulade uygulamayı paylaşmak istedim. Get taxi bir taksi çağırma programı, kullanabilmek için önce telefonunuza yüklemeniz gerekiyor. Taksi çağırmak istediğiniz zaman bulunduğunuz bölgede bu uygulamayı kullanan kaç taksi olduğunu görüyor, müsait taksinin kaç dakikada yanınızda olacağını biliyor ve taksi siparişinizi verir vermez gelen taksi şoförünün adı, cep telefonu, aracın markası ve plaka numarası ile ilgili bilgiye ulaşıyorsunuz. Taksi çağırdığınız yere vardığında sms yolu ile geldiğinden haberdar oluyorsunuz. Veya bir gecikme olacaksa şoför arayıp size gecikeceğini söylüyor. Müşteriler şoförü, şoför de müşterileri sürüş sonrası yıldızla değerlendirebiliyor. Taksi ücreti de sabit:




Şehir içi (hafta içi) 350 ruble

Şehir içi (hafta sonu) 500 ruble

Havaalanına gidiş 1300 ruble

Havaalanından dönüş 1500 ruble



Biz bir haftadır bu programı kullanıyoruz ve çok memnun kaldık. Ne yazık ki şimdilik sadece üç şehirde Moskova, Londra ve Tel Aviv'de geçerli, yakında New York'ta da uygulanmaya başlancakmış. Diğer şehirleri bilmem ama Moskova'da temiz ve güvenli bir taksiye binmek isterseniz kesinlikle tavsiye ederim ;)



         



p.s. Bir sonraki post konum aslında Nil'imin beslenmesi olacaktı bununla ilgili uzun uzun bir yazı da hazırlamıştım ama ipad üzerinden kullandığım blogger kendi kendine yazımı silmiş, ayarlarımı değiştirmiş, yan sütun aşağıya kaymış sinir oldum! Neyseki sütunu düzelttim ama yazıyı yeniden yazmam gerekecek hırrrrrrr! Kızdırma beni blogger!

Niyaz - Sumud (The Acoustic EP)

24 Mart 2013 Pazar

Anne Ben İnsan Mıyım?


“Anne, ben insan mıyım?” diye sordular. “Anne, ben barbar mıyım?” şiirine Kavafis’le cevap verdiler… Barbarları Beklerken…
13.  İstanbul Bienali kamusal programı kapsamında “Kamuya hitap etmek” adlı program, kamunun gerçek sahiplerinin müdahalesi ile engellendi. Öğrenciler, sanatçılar, mahalleliler bu kentin gerçek sahipleri, kentsel ya da gerçek adıyla “Rantsal” dönüşüme karşı gerçek savaşı verenler, “kültür endüstrisi” üzerinden kentsel alanlarda rant peşkeşini sanat alanında makul göstermeye çalışan Bienal organizasyonunun “Kamuya hitap etmek” Konulu paneline rant peşkeşinin mağdurlarının katılımıyla müdahale etti.

Eylemlerine Fulya ERDEMCİ’nin açılış konuşmasını yapacağı esnada “BARBARLARI BEKLERKEN” yazılı tişörtleri ile ayağa kalkan eylemciler, konuşmacılara arkalarını dönerek eylemi başlattı. Bildiri metninin okunduğu sırada sahneye çıkan eylemciler açtıkları boş pankarta “ANNE BEN İNSAN MIYIM?” yazdı. Bildirinin okunmasının ardından salondaki tüm eylemciler, izleyicilere dönerek Lale MÜLDÜR’ün şiiri “Anne, ben barbar mıyım?” a karşılık Kavafis’in “Barbarları beklerken” şiirini hep bir ağızdan okudu. Fulya ERDEMCİ’nin burjuva nezaketiyle protestoyu sonlandırma çabasına karşılık, tüm eylemciler “Barbarlar Dışarı” sloganını atarak eylemlerini sürdürdüler. Eylemcilerin programa engel olmakta ki kararlı tutumu sonucu İKSV programı iptal ettiğini duyurdu. İKSV organizasyonu salonu terk ettikten sonra kalan katılımcılara Kent Hareketleri’nden mahalle dernek temsilcileri, mahallelerinde ki (bizzat Bianel’in sponsorluğunu da yapan kapitalist sermaye grupları tarafından yürütülen) kentsel dönüşümün yarattığı yıkımları ve mağduriyetlerini anlattılar. Bu sırada İksv organizasyonu sözde demokratik ortam sağlamak adına verdiği mikrofonun sesini kıstırarak, salonun ışıklarını kapattırarak mahallelerin konuşmalarını engellemeye çalıştılar. Ve ardından salonu terk ettiler.
Basına ve Kamuoyuna; (22.03.2013)                                                                                                            
Her geçen gün tek kutuplu dünyanın yörüngesi bir kere daha kayıyor. Kentlerimiz, coğrafyamız, siyasamız bozuluyor. Sermayenin, hegemonyanın efendileri Kral Midas sevdasında, insani olan herşeyi paraya kara çevirmenin insanlıktan uzak tutkuları ile bizleri köleleştiriyor.
Sermayenin görünmeyen eli ile zincirleniyoruz. Evlerimiz, yurdumuz, bedenimiz geleceğimiz ipotek altında, icrada. Kapitalin Ceo’ları, şirketleri, bankaları bostana girmiş danalar gibi umarsızca içimizde komplo kurarken, kültürel ajanları, güleryüzlü entelektüel kolaylaştırıcıları proje üzerine proje üretiyor. Sözümüzü çalıyor. Direnişimizi kırıyor. Bu sarı renkliler kendilerini medeni, dışında kalanları bedevi, barbar diye ayırıyor. Evet biz halkız, İbn-i Haldun kitabında onların asabiyesiyiz. Hep buradayız, duvarların hemen dışındayız, bekliyoruz.
Bu etkinliğin internet sitesindeki duyurunun ilk cümlesinde; “Biz, kentli vatandaşlara nasıl hitap ediliyor?” diye soruyorlar.
Soruya bakın arkadaşlar? Kentli ve kentli olmayan vatandaş ne demektir? Biz söyleyelim ayrımcılığın ta kendisidir,
Kamusal alanlardaki sorunların, mücadelelerin de temeli bu ayrımcılık değil mi? Bu mücadeleleri görmüyor tabii İKSV? Bu mücadeleler her gün her yerde…
İktidar ve sermaye işbirliğinde tüm tarlalar, dereler, ormanlar, evler, sokaklar işgal edilerek, üzerlerine neler dikiliyor haberin yok mu İKSV? Türkiye’nin her yerinde insanlar, kendi kamusallıklarını aç kalmamak, barınmak, çevresiyle birlikte yaşamak için korumaya çalışırken sizler nereden bileceksiniz nasıl hitap edildiğini? Kentli olmayanlar kendi kamusallıklarını canı ile tartışıyor dışarıda. Kendi piyasa düzeninizle kurulan yapı, bunu görmenize izin verir mi? Vermez. Veremez.
Kamusal alan iktidar ve toplum çıkarlarının çatıştığı yerdir. Bu çatışma toplumların siyasi tarihindeki en temel taşlardan biridir.
Bu nedenle, işgalci olan kamusallığı tartışmaz. Sadece işgal eder. Kamusallığı tartışabilmek için iktidar ve sermayeden bağımsız olmak gerekir. İktidar ve sermaye işbirlikçisi İKSV, mücadele edenden, sokaktakinden rol çalmaya çalışma. Bu bienal hangi işgal edilmiş alanlarda neyi çözebilir, hangi direniş alanının açılmasını tetikleyebilir? Bu bienal göbeğinden bağlı olduğu düzenin içine dahil olmak için nasıl risk alabilir?
İstanbul’un her yeri uluslararası sermayedarlar için pazarlanırken, İKSV’ye göre kentli olmayan vatandaşların evleri legal yollarla işgal edilip yerlerine plazalar dikiliyor. Kentli vatandaşlar için mi bu bienal? Kentli vatandaş için yapılan bir bienal, sanatı kirletir. Kamusal alanda sanatıyla mücadale edenleri, sirke benzeyen bienalinizde teşhir etme planları yapmayı bırakın. Sirkinizde komik oluyorsunuz.
Bu zihinle İKSV neyi devreye sokmak istiyor? Neyi normalleştiriyor? Nereye güzellemeler yapıyor? Biz dediğiniz kimler? Sizden olmayanların bu kentte yaşam hakkı mı yok? Yaşam hakkını kim alır? Barbarlar mı? Barbar kim? “Biz”diyenler mi?

Barbarları dışarıda arayan İKSV; buraya size barbarları göstermeye geldik. Barbarın siz olduğunu birlikte çalıştığınız kurumların, savaş aracı ürettiğini, ülkenin geçmişini nasıl kirlettiğini, işbirlikçi hallerini size göstermeye geldik. Siz bienalci değilsiniz, darbecisiniz.  işgalcisiniz, barbarsınız.
ArtHack
Bağımsız Sanatçılar 
Bağımsız Üniversite Öğrencileri
Emek Gençliği
Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu 
Güney Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi
Homur Mizah ve Karikatür Grubu
Halkevleri
Kamusal Sanat Laboratuvarı
Kent Hareketleri
Öğrenci Kolektifleri
Red Fotoğraf
Sosyalist Demokrasi Partisi 

Video İzle

23 Mart 2013 Cumartesi

Kımızın da kökü dışarıdaymış


Bir okur mektubu vesilesiyle tekrar çek ettim, kımız’ın kökeni hakkında kuşkuya yer yok, Türklerin öz ulusal içkisi de maalesef viski kola ve ice tea kadar yabancı bir mamul.

Arapça hâmız حامض ilk akla gelen olasılık, “ekşi” ve “ekşimiş süt” demek. Ama bu olamaz, çünkü, bir, h > k dönüşümünü açıklayamayız; iki, 10. yüzyıl Uygurcasında Arapça alıntı zor. Hem öyle olsa Kaşgarlı’nın gözünden kaçmazdı, Türkçe kadar Arapçanın da alimidir.

Arapçanın amcaoğlu olan Süryaniceye bakınca konu aydınlanıyor: xırıltılı xı ve sad ile  xamıs ܚܰܡܨ “ekşi” veya “maya, mayalanmış hamur veya içecek”.  Yahudiceye de aynen geçmiş, bugünkü telaffuzuyla xametz חָמְצ  yazılıyor, “hamursuz bayramında yenmesi caiz olmayan mayalı hamur” anlamında. Baştaki x sesi Ortaasya Türkçesine daima /k/ olarak geçer.

Aramice/Süryanice kullanan İran Hıristiyanlarının 8. ve 9. yüzyıllarda Ortaasya’da son derece faal olduklarını, 760 küsur yılında Çin’in başkenti Xian’da bir piskoposluk kurduklarını, aşağı yukarı aynı yıllarda Uygur kağanlarının Nasturi mezhebinde Hıristiyanlığı benimsediklerini ve yüz yıl kadar o yolda yürüdüklerini biliyoruz. 9. yüzyılda Süryaniceden Uygur Türkçesine bir sürü dinî metin çevrilmiş. Oruc, namaz, çalap-çelebi ile beraber kımız da o günlerde Türkçeye ithal edilmiş olmalı.

Zaten o kadar berbat bir şey ki, kökü dışarıda olmasa şaşardık.

*
Buyurun resim de ekledim. Turfan’da (Batı Çin) bulunmuş Süryani yazısıyla yazılı bir Türkçe metin. Muhtemelen 9. yüzyıla ait. Nikâh duası imiş.

21 Mart 2013 Perşembe

Her şey bir penaltıyla başladı



".. Gezgin bir delikanlı bir arkadaşıyla dünyayı gezerken annesine bir kart atıyor. Annesini de çok seviyor. Nerede olduğunu yazdıktan sonra "Anneciğim" diyor kartta "Paramız bitiyor, önümüzde bir liman kenti var, bir hafta sonra o limandan kalkan bir gemiyle geri döneceğim". Annesi, oğlu gelecek diye çok mutlu oluyor.  Bir hafta sonra, oğlu yerine gene postacı kart getiriyor. Annesinin açtığı kartta delikanlı neden geç kaldığını anlatıyor "Anne, o liman kentine geldim ama burada bir futbol turnuvası vardı. Arkadaşımla ben varoşlardaki çocuklarla beraber bir takım kurduk.  Kazanana çok büyük bir para ödülü veriyorlardı. Finale çıktık, arkadaşım golü attı, 1-0 öne geçtik. Son dakikada hakem bizim aleyhimize penaltı verdi. Ben kaleciydim anne. Ve oğlun o penaltıyı kurtardı.  Bizi bekleme, gelmiyoruz!" O penaltı gol olsaydı delikanlı geri dönecekti. Ama gelmeyerek dünyayı değiştirecek insanlarla tanıştı. O delikanlının adı Ernesto Che Guevara'ydı. Latin Amerika'nın direnişi bir penaltıyla başlar aslında..."

 Sunay Akın

Bir veda partisi bu kadar mı ağlatır.

8 mart Leo'nun Plus International Preschool'daki son günü idi. Başladığından beri über memnun olduğumuz bir okul burası. Kanada'da aynı sevgiyi, aynı dostluğu ve sıcaklığı bulamayacağımızı bildiğimiz okul.Kanada'ya gelmeden önce bir veda partisi vardı, içimiz burularak, kah ağlayarak kah gülerek izledik ve elbette çok Sevgili Veronique ve Madame Aysun'un çok değerli katkıları ile. İnanın o 15

Mehmet Özdilek Röportajı


26 Mart Salı sabahına kadar Antalyaspor teknik direktörü Mehmet Özdilek'e sormak istedikleriniz varsa buradan ya da mail yoluyla bana iletebilirsiniz..


Merih Aşkın - Siret (2013)

Suretten ötesini arama çabasında, içe doğru yapılan bir yolculuktu ‘’Siret’’ ..

‘’Siret’’ albümünde, Anadolu ezgileri, deyişler gibi geleneksel müzikleri , en sade halleriyle yorumlama çabasıyla birlikte caz müziğinin armonik yapısı ve doğaçlama özelliğiyle de sergileyen Merih Aşkın, kendisine ait üç kompozisyona da yer veriyor. Küçük yaşlarından itibaren geleneksel müziğe ilgi duyan müzisyen, Erkan Oğur, Derya Türkan, Murat Aydemir, Ayşe Tütüncü gibi ustaların yanı sıra on iki farklı müzisyenle çıkıyor ‘’Siret’’ yolculuğuna. Sonbahar aylarında, kayıtları Cenk Erdoğan tarafından Studio Undo’da yapılan albümün mastering’i ise Mike Wells tarafından Los Angeles’da yapıldı. Steinbeck, ”Bir zamanlar halk, her gördüğü, her duyduğu ,her düşündüğü üzerine bir türkü yakarmış. O günler çok gerilerde kalmıştı..’’ der. ‘’O günlere özlemle, geçmişe, köklere ve suretten ötesine selam ederek’’ başlıyor Merih Aşkın’ın ‘’Siret’’ yolculuğu.

Yapım: Z Müzik -- Kalan Müzik

Katkıları ile/Featuring
Ayşe Tütüncü:Keyboard
Burcu Yankın:Bendir, Erbane
Canberk Ulaş: Duduk
Cenk Erdoğan:Klasik Gitar
Derya Türkan:Klasik Kemençe
Ercüment Orkut:Keyboard
Erkan Oğur:Perdesiz Gitar,Klasik Gitar
Fırat Alkış:Erbane
Murat Aydemir:Tanbur
Semih Burcu:Perdeli&PerdesizBass
Tolgay Yılmaz:Davul
Volkan Hürsever: Kontrbas
Merih Aşkın:Vokal,Kopuz,Perdesiz Gitar,Klasik Gitar

19 Mart 2013 Salı

Annelik: az ye, az uyu, az konuş



Uzun bir süredir kış hastalıkları bizi de vurdu. Her ne kadar doğal besinlerimize dikkat etsek de şehirde yaşamanın sıkıntılarını yaşıyoruz. Haftada iki gün yaptığımız arkadaşlar arasındaki oyun gruplarında devamlı birbirimize hastalık bulaştırır olduk, artık kimler çürüğe çıktı oyun haline geldi. Hastalıklardan özellikle öksürük ve nezlenin bir türlü geçmemesini hava kirliliğine bağlıyorum. Bir arkadaşım temiz hava için Kaz Dağlarına taşınıyor. Umarım bu hastalıklı kış modumuz kısa sürede sıcak havaların gelmesiyle geçecek.

En son arkadaşım Özge’nin evindeki geridönüşümlü malzemelerden sallanan atı anlatmıştım. Eşi Murat disiplinler arası yani malzeme sınırlaması olmayan bir sanatçı. Sallanan atları yapan Hasan Savaş ile atölyelerini birlikte kurmuşlar. Murat da turizm mezunu olmasına rağmen resim, seramik, video stopmotion tarzı her türlü sanat ile ilgileniyor.

Son bir aydır hastalıkları iyileştireceğim derken anneliğin temel ihtiyaçlardan bile özveride bulunmak demek olduğunu Murat’ın verdiği bu anlamlı hediyeyle bir kere daha farkettim. Murat tasavvufta geçen temel prensiplerden aldığı ilhamla seramik taşların 3 yüzeyine “az ye, az uyu, az konuş” yazmış. Hangisini kendime hatırlatmak istiyorsam o yüzünü çeviriyorum. Bugünlerde “az konuş” duruyor. Çocukları kırmadan üzmeden nasıl az konuşarak anlatırım diye daha çok düşünmeye çalışıyorum.

Annelik müthiş keyifli anların ötesinde doğum kilolarından kurtulmak için az yemeye çalışmak, gece devamlı kalkarak az uyumak ve çocukların peşinde koşturmaktan arkadaşlarla az konuşabilmek olarak da yaşanıyor. Siz ne dersiniz?



Çok yönlü sanatçı Murat Çalışkan’ın her türlü beş duyu ile sanat ürettiği çalışmalara bakmak, özel seramik takılardan veya seramiklerinden edinmek isterseniz blogundan, e-posta adresinden veya 0535 881 68 01 numaralı cep telefonundan kendisine ulaşabilirsiniz.

Çocuklarınızda birlikte size ihtiyacınız kadar yiyebilmenizi, uyuyabilmenizi ve tatlı arkadaş sohbetleri dolu günler diliyorum.

Sevgiyle kalın.




Resimler: Murat Çalışkan'ın seramik çalışmaları

Doğal yollarla kedi ve köpek bakımı hakkındaki bloglarım:

18 Mart 2013 Pazartesi

MİNİK SANDVİÇ EKMEKLER

Şimdiye kadar yüzlerce ekmek yaptım... Aralarından en çok hangisini beğendin deseler aşağıda vereceğim tarifi söylerdim. Bu ekmek tarifini aldığım kitapçıktaki fotoğrafını pek beğenmediğimden yapmıyordum uzun süredir. Oysa kendisini pişirince bambaşka enfes bir görünüme kavuştu. Kitapçıkta ilgisi olmayan bir fotoğrafla sunulmuştu ve yazık etmişlerdi tarife bence...
image

Tarif Sinbo Yemek makinesiyle beraber gelen tarifler kitapçığından.
Aynen uyguladım hiç bir değişiklik yapmadan. Pofuduk pofuduk oldular.
Akşamdan makineye malzemeleri koyup süresini sabah mayalanacak şekilde kurdum. Böylece sabah kalktığımda taze mayalı hamurum hazırdı. Böylece ev ahalisi kahvaltıya oturana kadar ben ekmekçikleri hazırlayacak pişirecek vakti bulabildim.
Pazar sabahı kahvaltıda eşim de çocuklar da ekmeğe bayıldılar. Görünümü o kadar güzel ki poğaça hamuru olarak da kullanılabilir diye düşünüyorum.

Sandviç Ekmekçikleri:

Malzemeler:
1 cup su
1,5 çay kaşığı tuz
3 yemek kaşığı toz şeker
1,5 yemek kaşığı sıvı yağ
1.5 yemek kaşığı süt
3 cup un
2 çay kaşığı Aktif Kuru Maya

Üzerine sürmek için bir yumurta sarısı

Yapılışı: Ekmek makinesine sırayla su, tuz, şeker, sıvıyağ, süt, un ve mayayı koyun. Hamur programında makineyi çalıştırın ve hamuru hazırlayın. Bu süre 1,5 saat oluyor. Sabah için yapacaksanız akşamdan saati sizin kalkış saatinize göre kurun ki sabah 1.5 saat bekleme süresinden kurtulabilesiniz.

Mayalanan hamuru makineden çıkarın ve unladığınız bir ekmek kesme tahtasına alın. Hamurdan 18 yuvarlak yapın ve 20 dakika dinlendirin tepside. Bu süre sonunda hamurun üzerini keskin bir bıçakla çizin. Sonrada üzerlerine fırça ile hafifçe su sürün. 30-40 dakika daha bekletin. Üzerlerine bu kez de fırça ile yumurta sarısını sürün. Önceden ısıtılmış 180 dereceli fırında 15-20 dakika pişirin.


fotoğraf

Ben bir başka denememde ise çiçek ekmekler şeklinde kelepçeli kalıpta pişirdim. Siz de farklı versiyonlarını yapabilirsiniz.

image_3

Kıtır





Sevgili ailem, arkadaşlarım, blogdaşlarım ve instagram'laştıklarım bu aralar övgü dolu sözlerinizle beni şımarttığınız için hepinize teşekkürü bir borç bilirim :) Lütfen fırsat buldukça ara ara beni yine böyle şımartın ben de bir havaya giriyim olur mu? Valla çirozların bol olduğu bu ülkede "ne kadar zayıfladın Nonicim!" cümlesini duymak kulağa daha bir hoş geliyor ne yalan söyliyim ;) Birkaç arkadaşım bu işin sırrını sormuştu, inanın ben de bilmiyorum. Ay ben de şu gıcık tipler gibi oldum di mi, cildiniz ne kadar güzel sırrınız ne diye soranlara ahhh benimki genetik şekerim cevabını yapıştıranlar gibi aynen ;) Bu bir sır mıdır bilmiyorum ama benim kilo vermemdeki en önemli faktör boğazımı tutmam ve kendimi sokaklara vurmam oldu. Çevremdeki birçok kişi doğumdan 6 ay sonra kiloların daha çabuk gittiğini sabırlı olmamı söylemişti. Gerçekten de Nil 6 aylık olduktan sonra kilo vermem daha kolay oldu, sanırım bebeklerin enerjisine yetişebilmek ekstra kalori harcatan birşey! Bunun dışında ekmeği kestim, yersem de günde sadece 1 dilim esmer ekmek yiyorum. Her gün 2 litre su içmeye gayret ediyorum, zaten anne sütünü arttırması açısından bir tek suyun faydasını gördüm, denediğim birçok şey fos çıktı ya da bende işe yaramadı... Daha çok balık ve sebze ağırlıklı besleniyorum. Poğaça börek ve hamur işlerinden uzak duruyorum ama tatlıdan vazgeçemiyorum, çikolata ile bu tutkumu dizginlemeye çalışıyorum. Diyetisyenim ara öğün olarak badem, ceviz, fındık gibi kuruyemişler ve kuru meyveler vermişti ama ben pek sevmediğim için yemiyorum. Hamileliğim esnasında çok tükettiğim için midir nedir bu gıdalara karşı bir bıkkınlık oldu bende... Bir de her gün yaptığım şey; yürümek yürümek yürümek :) Şu anda spora gidemiyorum ama çok şükür Nil dışarda olmayı seven bir bebek, ben de havaya aldırış etmeden ikimizi atıyorum sokaklara. Moskova bu bakımdan daha elverişli bir şehir çünkü inanılmaz güzel ve büyük parkları var, artık dönene kadar o park senin bu park benim dolaşıcaz kızımla... Kilo verme hikayemi genel hatlarıyla sanırım böyle özetleyebilirim. Ama hala fazlam var tabii, şu anda 59 kiloyum, hedefim 55 ;) Yaza kadar ideal kiloma düşerim ama şu çıkık göbeği nasıl kamufle ederim işte onu bilmiyorum!




Bu da bizim Moskova ev hallerimiz :) Bakmayın bizim böyle sere serpe yattığımıza, Nil evi yadırgadığı için gündüz uykularını bir tek dışarıda alabilir oldu, uyku saatlerinde huysuzlanıp evde uyumamakta direnince onu pusete koyup fırlıyorum dışarı, bizimki soğuğu yer yemez küt diye gidiyor zaten, olan bana oluyor iyi mi :) İşin kötüsü bir cafeye girip oturamıyorum da çünkü anında uyanıyor! Artık evimize dönelim aksi takdirde ben yürümekten iğne ipliğe dönicimmm! İmdaaat! (İstemem yan cebime koy hee heee!)




Bugün bendeniz kıtırı dinlediniz efenim bir sonraki post konumuz çıtırın beslenme çantasına kadar hoşçakalınız!









17 Mart 2013 Pazar

Cie. Rassegna - Venimos a ver

Cie. Rassegna / Chants de Méditerranée

Selim Allal (vocals, oud);
Fouad Didi (vocals, violin);
Philippe Guiraud (vocals, double bass, bass guitar);
Yarmen, Carmin Belgodere, Cesare Mattina, Maxime Merlandi, Annie Ebrel (vocals);
Bruno Allary (guitar, mandola);
Isabelle Courroy (kaval);
Georges Mas (clarinet, background vocals);
Patrice Porcheddu (drums);
Nabil Kasbadji (tar);
Tony Grisostomi (percussion);
Frederic Braye (sound effects)

Dinazor müzesi -ROM

Efenim şimdi bizim evlilik yıldönümüzdü ve oğlana güzel bir hediye vermek istedik, kalktık Royal Ontario Museum'daki Dinasorları görmeye gittik. AMan ne dinazorlar, aman ne cok gezilecek kat! biz iki saatte iki kat gezebildik. Yorgunluktan bitap düştük ama Leo'muz için büyük heyecandı, ipad uygulamaları ile fosiller gercek dinazorlara dönüşüyordu mesela. Oğlan aklını oynatmadan eve

16 Mart 2013 Cumartesi

Quadro Nuevo LIVE

1- 35. Uluslararası Burghausen Jazz haftası 1. Mayıs 2004 (01:49:03):
1- Concert at the 35th International Jazzweek Burghausen 1. May 2004 (01:49:03):

1.01. Nature Boy
1.02. Tu vuo' fa'l'americano
1.03. Ansage I
1.04. El Choclo
1.05. Miserlou
1.06. Ansage II
1.07. Canwzone della Strada
1.08. Ansage III
1.09. Giovanni Tranquillo
1.10. Ansage IV
1.11. Chitarra Romana
1.12. Sultana
1.13. Mocca Swing
1.14. Ansage V
1.15. Tango Gosselin
1.16. El Pano Moruno
1.17. Jakob Elija
1.18. Ansage VI
1.19. Libertango
1.20. Bei mir bist du scheen

2. Journey To Italy (00:51:21):

2.01. Fahrt durch die Nacht
2.02. Stra?enmusik I
2.03. Unter den Balkonen
2.04. Gedanken unterwegs
2.05. Im Restaurant
2.06. Unsere Instrumente
2.07. Die Philosophen
2.08. Nature Boys
2.09. Am Mittelmeer
2.10. Vom Psalter
2.11. Stra?enmusik II
2.12. Auf der Suche nach Renzo Modesti
2.13. Toskanische Impressionen

3. Fernsehbericht (TV Documentation)

3.01. Ein Portrait uber Quadro Nuevo "Zwischen Spessart und Karwendel" (09:36)

4. Videoclip

4.01. Mocca Flor (01:33)

Musicians:

Mulo Francel - Saxophones, Clarinets, Mandoline
Robert Wolf - Guitar
Andreas Hinterseher - Accordion, Vibrandoneon, Piano
D.D. Lowka - Acoustic Bass, Percussions

David Luiz



Yıllar önce..


Yıllar sonra..

Ronaldo & Modric


Harper Seven


Quadro Nuevo - Zwei Halbe Leben Sind Ganzes, İki Yarım Hayat, Two Half Lives (DVD)

ZWEI HALBE LEBEN SIND GANZES, İKİ YARIM HAYAT

EINFÜHLSAME DOKU ÜBER DAS THEMA REINKARNTATION“ Hamburger Morgenpost

„UNFASSBAR - EMONTIONAL - TOLERANT - UNHEIMLICH“

DEUTSCH

Der 18-jährige Özer lebt in Antakya und erinnert sich daran, schon einmal als Elektriker gearbeitet zu haben. Heute wäre er 39 Jahre alt und hätte eine Familie…wäre da nicht eine Mauer über ihm zusammengestürzt, die ihn unter sich begrub.

Cansu ist 11 Jahre alt und darf heutzutage ihre Kinder aus ihrem Leben als „Lulu“ nicht besuchen, da ihre Schwiegermutter aus dem vorangegangenen Leben jeglichen Kontakt unterbindet. Das will ihr nicht in den Kopf.

Mit viel Einfühlungsvermögen werden vier Kinder und Jugendlichen porträitert, die behaupten, schon einmal gelebt zu haben. Sie leben in Antakya, das im Altertum viel großer war als heute. Es hieß Antiochia am Orontes und war ein bedeutendes kulturelles Zentrum. Antakya ist für Moslems, Juden und Christen ein wichtiger Ort. Die Stadt blickt auf eine lange Tradition der friedlichen Koexistenz verschiedener Volks- und Religionsgruppen zurück. Hier praktizieren Moslems, Juden und Christen sowie Türken, Araber, Kürden und Armenier gegenseitige Toleranz im Alltag. Die Geschichten der Wiedergeborenen sind auf magische Weise mit diesem Ort ind der Südtürkei verbunden. Möglicherweise ist dies auch der Grund, weswegen diese Geschichten genau dort stattfinden. Die berührenden Melodien von Quadro Nuevo geben die mystische Atmosphäre der Region wieder und nehmen den tragischen Schicksalen der Kinder ein wenig die Schwere. Ein besonderes Highlight im Film ist die Zusammenkunft der verschiedenen Religionsoberhäupter, wie es so noch nie dokumentiert worden ist.

Der Autor und Filmemacher Servet Ahmet Golbol stammt selbst aus Antakya. Als sohn türkischer Migranten, die in den 70ern nach Deutschland gekommen sind stellt er auch Fragen an seine eigene Geschichte. Auch er hat zwei unterschiedliche Leben, zwei Kulturen in sich zu vereinen.

TÜRKÇE

İki yarım hayat bir bütündür

„Hassas, Empatik, Reenkarnasyon içerikli bir Belgesel. “ Hamburg yerel gazetesi.

„İnanılmaz - Duygusal - Toleranslı – Esrarengiz. “

18 yaşındaki Özer Antakya’da yaşar ve bir zamanlar Elektirikçi olarak yaşadığını hatırlar. Üzerine düşen duvar onu ezmemiş olsaydı, bugün 39 yaşında ve bir Ailesi olurdu.

Cansu şuan 11 yaşında, önceki hayatında „Lulu“ kişiliğinde. Kayınvalidesi tarafından çocuklarını görmesine izin verilmez ve bunu kabullenemez. Daha önce yaşamış olduklarını iddia eden dört çocuğun ve bazı gençlerin canlandırmalarıdır. Onlar antik çağda bugünden çok daha büyük olan Antakya’da yaşıyorlardır. O zamanki ismi Orontes’deki Atiochia’dır, önemli bir kültür merkezidir.

Antakya Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar için önemli bir yerdir. Şehir farklı etnik ve dini grupların barış içinde yaşandığı uzun bir geçmişi vardır. Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar gibi Türkler, Araplar, Kürtler ve Ermeniler günlük yaşamlarında birbirlerine karşılıklı hoşgörü içerisinde yaşamlarını paylaşmaktadırlar. Rejenere öyküleri sihirli bir şekilde Türkiye'nin güneyindeki bu yer ile bağdaştırılır. Belki de bu hikâyelerin orada gerçekleşmesinin nedeni de budur. Quadro Nuevo’nun duygusal melodileri bölgenin mistik atmosferini yansıtır ve çocukların birazda olsa trajik kaderlerinin ağırlığını hafifletir. Filmin özel vurgusu ise, şimdiye dek bu şekilde Belgesellendirilmemiş olan, farklı Dini liderlerin buluşmasıdır.

Yazar ve Yönetmen Servet Ahmet Golbol kendisi de Antakyalıdır. 70'li yıllarda Almanya'ya gelen bir göçmen Türk ailesinin oğlu olarak, o da kendi tarihini sorgular. Aynı zamanda iki kültürü kendi içinde bağdaştırmaya çabalayan, kendisinin de iki farklı hayati vardır

15 Mart 2013 Cuma

Pepp!


Sergio Ramos & Pilar Rubio



Laura Inserra Discography

Laura Inserra - Discography

2009 Hang
2009 Musical Incense - volume one (Hang and Guitar Duets)
2009 Musical Incense - volume two (Hang and Guitar Duets)

Plan







Zdrasviyte :P Yavruşkalar açılın bakiyim biz geldik kışt kışştttt :) Bir süredir ortadan toz olmamın nedeni işte buydu, Nil'le kendimizi aniden Moskova'da bulduk! Aslında Ocak ayında buraya gelecektik ama Nil İzmir uçuşunda morarana kadar ağlayınca planlarımızı değiştirmiştik. Şimdi 2 ay gecikmeli de olsa burdayız. Çok sevdiğim bir laf vardır: "Kul kurarmış kader gülermiş!" Bu yüzden bundan böyle plan yapmadan yaşamak en iyisi olacak evet aldığım yeni kararı ve 2013 için planımı açıklıyorum: plansızlık :)




Geldiğim ilk gün hava çok güzeldi ama şimdi her yer karlar altında, Nil bu havaya bayıldı doğrusu dışarı çıktığımız anda uykuya dalıyor ve saatlerce uyuyor, olan bana oluyor deeermişim :P Hatunun keyfi yerinde tabii sıcacık koltuğunda temiz havada uyku çekiyor ya ben ya beeen! Ben de karın tadını çıkartıyorum işte züğürt tesellisi benimki de ;) Bu arada ilk defa bilgisayarımı, fotoğraf makinemi bir kenara koyup geldim buraya, postlar az fotolar kısıtlı olabilir bu sefer ama en yakın zamanda güzel bir çekilişle hepinizin gönlünü alacağım söz :)


Hepinize harika bir hafta sonu dilerim şimdiden!