23 Mayıs 2014 Cuma

İlm-i Siyaset Sohbetleri - 2

Başkanlık padişahlık mı?

Başkanlık sisteminin siyasi sonuçları üzerinde ciddi bir şekilde düşünmeye otuz küsur yıl önce, üniversitedeyken başladım. İstikrarsız rejimlerde siyasi parti davranışlarına ilişkin doktora tezimi yazarken, Güney Amerika’nın birkaç ülkesinde sistemin işleyişini epey yakından izleme şansı buldum. 1986’da askerdeyken Ali Nesin’le bu konuyu uzun uzun tartıştık. O zamandan beri, başkanlık sisteminin Türkiye için en hayırlı seçenek olduğu düşüncesinden çok uzaklaşmadım.

Tayyip Erdoğan adını o zamanlar duymamıştım. Turgut Özal’a da hiçbir zaman çok sempatim olmadı. Yani mesele kişiler değil. Erdoğan ya da Özal’ın padişahlığından ürküntü duyacak kadar aklım başımda çok şükür.

Rejim tercihi, memleketin geleceğini kuşaklar boyu etkileyecek bir tercihtir. Tayyip Erdoğan’ın 60 sene başta kalacağını sanmam. Hatta itiraf edeyim, isterseniz alay edin, bir kerecik bile başkanlığı tadacağına ihtimal vermiyorum. %50+1 gerektiren bir seçimde %43’le nasıl maç alınır, benim matematik bilgimi aşan bir mevzu.

Zayıf tezler
Başkanlık sistemini savunanlar genellikle sistemin iki niteliği üzerinde duruyorlar. İkisi de, lehte ve aleyhte, sonsuza dek tartışılabilecek şeylerdir. Eskiden önemserdim. Şimdi ikisi de bana pek belirleyici gelmiyor. Omuz silkmekten başka bir tepki veremiyorum.

1. Deniyor ki, parlamenter rejimin başbakanına oranla Başkan’ın eli daha rahattır, daha cesur kararlar alabilir, daha cüretkar projeleri hayata geçirebilir. Kimine göre iyi bir şeydir, reformlara kapı açar. Kimine göre kötüdür, Tek Adam’cılığa meyledebilir.

Heyhat, gerçek dünya ne böyle bir korkuyu, ne böyle bir umudu destekliyor. ABD Başkanı’nın yahut Fransa Cumhurbaşkanı’nın, mesela Almanya veya Britanya Başbakanı’ndan daha etkin veya daha cesur olduklarına dair bir belirti yok. Başkanlık sistemine sahip G.Korede başkanın, parlamenter oligarşinin şahı Japonya Başbakanı’ndan daha güçlü biri olduğu duyulmadı. Türkiye’de de meclis çoğunluğuna hükmeden başbakanların, ellerini korkak alıştırdığına tanık olmadık.

De Gaulle’ün “monarşik” Cumhurbaşlanlığı’nın ilk yılları belki karşı örnek olarak ileri sürülebilir. Ama öyle anlaşılıyor ki her sistem, kendi iç dengelerini kısa sürede kuruyor. Kimseye kolay kolay açık çek vermiyorlar. Garibim Pompidou, bir tane sanat merkezinden başka neye imza atabildi? Thatcher başbakandı, kimden korktu?

2. Devletin başının halk tarafından seçilip nihai egemenlik yetkileriyle donatılması daha demokratiktir diyenler var. Bizde kod adı “milli irade”dir. “Kutsal devlet” zırhına bürünen bürokratik egemenliğe karşı etkili bir çare olduğu ileri sürlür. Bilhassa bu ülkenin 60 küsur yıl boyunca başının belası olan asker sultasını gidermenin en kestirme yolunun bu olacağı savunulur. Savunulur-du. Biz de yıllarca bunu savunduk.

Ama, işte, öyle olmadı. Askeri vesayet parlamenter sistem dahilinde yenildi. Hem de fazla zorlanmadan yenildi. A.Necdet Sezer zamanında veto yiyen reformların hepsi iyi kötü yürürlüğe konabildi. Başkanlık tezinin dayanağı kalmadı.

Üstelik karşı tez, yabana atılamayacak bir ağırlık kazandı. Memleketin üstüne çökmüş bir gücü bertaraf etmek için bir karşı-güç odağının oluşturulması lazım. Peki. Ama o karşı-gücü kim dengeleyecek?

Memleketi yeniçeriden kurtardık diyelim. Kurtarıcıdan kim kurtaracak?

2010’dan beri ülke gündemine oturan bu sorulara kimsenin henüz tatmin edici bir cevap verebildiğini sanmıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder