Gianbattista Toderini, Türklerin Yazılı Kültürü, Yapı Kredi Yayınları 2012.
Peder Toderini 1780’lerde İstanbul’a gelip Türklerin kütüphaneleri ve eğitim kurumları üzerine esaslı bir çalışma yapmış. Potansiyel olarak müthiş bir kaynak. Yazık ki çeviri ve edisyon facia. İtalyanca aslını herhalde bulamadıklarından, 1789 tarihli Fransızca çevirisinden çevirmişler. Kitapta geçen binlerce kişi ve kitap adı, yazıt ve mısra, ağdalı Osmanlıcadan İtalyancaya, İtalyancadan Fransızcaya, Fransızcadan güncel Türkçeye çevrilmiş. Her basamakta bir şeyler kaybetmiş. Çevirmenin konuya hakimiyeti zayıf; 18. Yüzyıl Fransızcasına da hakimiyeti zayıf. Sonuç, şaka gibi bir şey.
Toderini Topkapı Sarayı kütüphanesinin büyük zorluklarla elde ettiği kitap listesini aktarmış. Yaklaşık bin başlık, ilgilisi için paha biçilmez bir hazine. Ciddi bir edisyonda ben her başlığa yarım sayfa dipnot beklerdim. Heyhat, Google Translate seviyesiyle idare etmek zorundayız. “Mükemmel Risale’nin Risalesi veya Koleksiyonu”, “Şerh’te Işık Çokluğu”, “Kazihet’in Şerhi”, “Aromi Yerleri ve Şerhi” – ve ilahisi ...
Simon Sebah Montefiore, Jerusalem: A Biography, 2011, 700 sayfa.
Kudüs kentinin tarihi. Muazzam bir çalışma. Üç bin yıl (doğrusu 2700 yıl olmalı) aralıksız katliam, cinayet, sürgün, fetih, hırs, nefret, özveri, iman –ve mimari- üretmiş bir kolektif çılgınlığın hikayesi. Bir nefeste okudum. Sonra aradaki detayları unutmamak için bir daha okudum.
Yazarın büyük dedesi, modern Kudüs’ün kurucularından biri sayılan Sir Moses Montefiore. O yüzden Yahudilerin yer yer hafiften kayırılmasını mazur görmek gerekiyor. Kayırılmayanlar Müslümanlar değil, daha çok Hıristiyanlar. Osmanlı’nın son dönemi ile İngiliz mandası yıllarının Arap burjuvazisini neredeyse nostalji ile anmış.
Kitabın en zayıf bölümü en başı. Kuruluş çağlarını anlatırken efsaneye boyun eğmiş. “Musa bir masal, Davut ve Süleyman zamanında da Kudüs birkaç yüz nüfuslu bir mezra idi” demeyi göze alamamış. Modern Ziyonizmin yahut Haçlıların veya Konstantin’in zamanını o kadar gerçekçi analiz edebilen biri, Musa ve Davut anlatısına –yahut Muhammed ve Hz. Ömer efsanelerine- neden aynı soğukkanlılıkla bakamaz? Bu da Kudüs’ün lanetinin bir parçası olmalı sanırım.
Sebastian Faulks, The Fatal Englisman, 1996.
Büyük vaadlerle başlayıp erken yaşta intiharla sonuçlanan üç yaşam öyküsü -1920’ler, 1940’lar, 1960’lar. Bir bakıma, 20. Yüzyıl İngiliz entelektüel sınıfının bir kesiti.
Faulks çok iyi bir yazar –zeki, duyarlı, olağanüstü kontrollü, precise (neydi bunun Türkçesi?). İyi bir anlatıcı: sabaha kadar uyutmadan, birtakım alakasız İngiliz gençlerinin hayat hikayesini okutturuyor. Birdsong diye bir romanı varmış. İyiymiş, biri gönderse de okusak.
“Öyküleme” (narration) kavramının bizde edebiyat dersindeki adı tahkiye, hikaye ile aynı Arapça kökten. Osmanlıca bir şey zannediyorsun ama değil. 20. Yüzyıl ortalarına doğru zuhur etmiş bir kelime. İlk kez 1955’te herhangi bir sözlüğe girmiş.
Bitik Adam, Thomas Bernhard, Çeviri:Sezer Duru, YKY 117 sayfa.
Menfur bir kitap. Almanlara has sınırsız bir nefretin kusuntusu. Bir nefret şöleni. 1983’te yazmış. Çok sonra yüze çıkacak yabancı düşmanlığının ta derinlerinde Avrupa’nın kendine nefretinin yattığını hissettirmesi açısından bir ilginçlik kırıntısı var. Yoksa kötü.
Çeviri de kötü. Bir kere Der Untergeher “Bitik Adam” değil. “Batan” demek, aşağıya doğru giden: bitmiş bir şey değil, bir süreç, bir eğilim. Yoksa intiharından yıllar önce, daha genç bir piyanist adayı iken, Glenn’in Wertheimer’e “benim sevgili Untergeher’im” diye takılması anlamsız. Ayrıca sanırım Oswald Spengler’in Untergang des Abendlandes’ine gönderme var – Batı Medeniyetinin Batısı – “Batı’nın Günbatımı” mı desek?
Hemen her cümlede Türkçe hatası var. (insanlar “kendi eceliyle” ölmez, piyano “takırdatılmaz”, birinin yürüyüşü “hafif” ve “saltanatlı” olmaz, konuklar “hangisi olursa olsun” değil “kim olursa olsun” kovulur, dağdan “Alman düzlüğüne” değil “Almanya ovasına” bakılır, “kuş tüylü yorgan” değil “kuş tüyü yorganı” denir, evden “dışarıya kaçılmaz”, sadece “kaçılır” .....) Vahim çeviri hataları da göze batıyor. Avusturyacada Cottage “kulübe” değildir, “yazlık ev” demektir; zaten ondört odalı “kulübe” olmaz. Kapitalverbrechen “sermaye suçu” değildir, “idamlık suç” demektir. “Bu insanlar (Kant, Nietzsche, Schopenhauer, Pascal) sermaye suçu işlediler... o yüzden kütüphanelere tıkıldılar” diye bir şey okuyunca durup düşünmen gerekir.
Memlekette işe yarar bir tane bile editör olmaması ne acı.
Alice Munro, Hateship, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage, 2001.
Alice Munro’dan son zamanlarda okuduğum ikinci öykü derlemesi. Şaşılacak kadar iyi bir yazar Munro. Kısık sesle konuşmanın daha etkili olduğunu bilenlerden. Soğuk ve küllü yüzeylerin altında gizli fırtınaları hissetmek ve hissettirmekte olağanüstü bir ustalığı var. Mütevazı. Kibar. Duyguları çiğ değil, pişmiş. Kanadalı.
Son yıllarda Nobel’i gerçekten hakeden bir tek Naipaul’u biliyordum. Munro da eklendi.
Son yıllarda Nobel’i gerçekten hakeden bir tek Naipaul’u biliyordum. Munro da eklendi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder