Sonbaharda çıkacak olan otobiyografimden bir bölüm. Hepsi bu kadar ağır mevzular değil ama, üzülmeyin.
İlk kez Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin düzenlediği bir panelde tanıştık. 1999 sonlarıydı sanırım. Ben o tür yerlere “Ermeni“ sıfatıyla çağrılmayı sevmem. Kendimi aşağılanmış hissederim, sanki benim fikrimin veya kişiliğimin bir değeri yokmuş, ancak Mağdur’un – yahut Yabancı’nın, ya da vıcık vıcık yağlı Dolma-Topik Kardeşliğinin – temsilcisi olarak ilgiye değermişim gibi. O yüzden panele Türk kimliğine dair keskin bir bildiriyle gittim; “Türk” kelimesinin resmi cumhuriyet söyleminde taşıdığı anlamları irdeledim. Hrant ise “Ermeni” kontenjanından konuştu. Güzel konuştu, duygusal konuştu. Söylediklerinde hak vermediğim bir şey yoktu. Ama içten içe beni iten, tanımlayamadığım bir şey de vardı. Tutturduğu duygusal ton bana göre değildi belki. Duygusallık zayıflara mahsustur. Neden beni zayıf konuma düşüren bir kisveyi sırtımda taşıyayım? Neden kendimi acındırayım?
Türk konuklar açısından öyle bir sorun yoktu elbette. Adam mağdur. Mağduriyetini onurla taşıyor. Dostluk eli uzatıyor. Daha ne? Tayyip Erdoğan da dinleyiciler arasındaydı, o tarihte hapisten yeni çıkmış, sıfatsız. Alkışladı mıydı, hatırlamıyorum.
Agos’ta gurur duyulacak bir iş yapıyordu. Gencecik tecrübesiz bir kadroyla Türkiye’nin en iyi haftalık gazetesini çıkarıyordu. Ellibin nüfuslu Ermeni cemaatinden çıkan gazete ayarında ellibin nüfuslu birkaç kasabada gazete çıksa memleket cennet olmaz mı? Gene de içimi kemiren o duygudan kurtulamadım. Mazlumluk üzerinden Türklerle kurmaya çalıştığı duygusal bağ bana hitap eden bir bağ değildi. Ben mazlumum, sen de mazlumsun. Zalim kim peki? Emperyalist Batı! Bence fazla kolay bir çözümdü. Ne münasebet? Neden mazlum olayım? Zalimlere acımak daha kolay gelir bana.
Son buluşma
28 Aralık 2006’da gene bir panelde buluştuk. Tehditler alıyordu, çok tedirgindi. Halini iyi görmedim. Yemek arasında kenara çekip sohbet ettim. Korksan da korktuğunu belli etmemelisin. Başını dik tutmalısın. Korkunca köpekler daha beter üstüne gelir, geri havlasan kaçarlar.
Birkaç gün dinlenmeye Şirince’ye davet ettim. Hemen gelemezmiş ama Ocak sonuna doğru Etyen’le beraber gelirmiş. “Patriği de çağırayım, dört kol poker çeviririz,” dedim şakadan. Patrikle aralarında benim anlamsız bulduğum bir çekişme vardı. “Öyle bir şey yaparsan öldürürüm seni bak,” diye parmak salladı. Gitti.
Öğleden sonraki oturumda Cengiz Çandar vardı. “TC’nin Ermeni sorunu yok, Hrant sorunu var,” diye kendince espri yaptı. Yanında Perihan Mağden oturuyordu, mikrofonu çekti, “bir de Sevan sorunu var galiba,” diye ekledi. Gülen güldü.
TC’yi yıkan kurşun
Cinayetin işlendiği gün olay yerinden birkaç yüz metre ötedeydim. Beş on dakika içinde duyuldu. Acı ve öfkenin, dipten kabaran bir sarsıntı gibi, dalga dalga şehre yayılışını hissettim sanki. Bana da çarptı. Lanet olsun! Bu memlekette yaşanmaz! Yaşanacağını düşünende zaten salaklık!
Agos’un önüne gittim. Cinayeti kimin işlettiğine dair en ufak bir şüphem yoktu; bugün de yok. Televizyonlardan biri kamera tuttu. Katillerin kim olduğunu Türkiye’de aklı olan herkesin bildiğini, ama kimsenin bunu yüksek sesle telaffuz etmeye cesaret edemeyeceğini söyledim.[1]Dışarıda solcu görünen birtakım gençler slogan atıyordu, “katil kapitalizm,” “kahrolsun emperyalizm,” vs. vs. “Bunların işi hedef saptırmaktır,” dedim, “cinayeti tasarlayan adamlar için yüz tane çapulcu genci örgütlemek çocuk oyuncağı olsa gerek.”
Asıl kahredici olan cinayetin kendisi değildi. Sonuçta hepimiz öleceğiz, kafanın arkasından üç kurşunla gitmek de ölmenin en kötü şekli değil. Kahredici olan, televizyonda boy gösteren Devlet şakşakçılarının suratında beliren yarı-bastırılmış şırıtıştı. Sabık bakanlardan Hasan Celal Güzel ve daha başka birkaçı çıktı, cinayetin Türkiye’yi zor durumda bırakmak için “Ermeni çevrelerince” işlenmiş olabileceği ihtimalini ortaya attı. Başka biri Samast soyadının “Türkçe olmadığına” işaret etti, hani belki soyu bozuk yabancı ajanıdır edalarında. Mikrofon tutulan vatandaşlar, “Ermeni bile olsa” insanlara hoşgörü şey etmek gerektiğinde mutabık kaldılar. Türk kültüründe ne vardı? Hoşgörü vardı örtmenim!
Ayrıca yüzsüzlük, pişkinlik, ahlaksızlık ve cehalet vardı. Ama onları kimse belirtme gereği duymadı.
Cenaze günü Rakel Dink’in tüyler ürpertici konuşmasını dinledim: “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz dostlarım.” Püf noktası buydu, bu kadar basit. Katile öfke kusmak değildi marifet. Ona o cüreti – ahlaki kaygıları tuzla buz eden o arsız sırıtışı – veren zihin dünyası sorgulanmalıydı. Rakel adını koymadı gerçi, ama karanlığın adı apaçık ortadaydı. Tetikçiye emniyette Türk bayraklarıyla poz verdirildiğinde fonda görünen özdeyiş ve altındaki imza yeterdi anlatmaya. Sırıtan kafalara sırıtma gücü veren şey, arkalarına aldıkları o kutsal isimdi. Dayanışmalarının simgesiydi. Onun gücünü hissettiklerinde her türlü yalanı yüzleri kızarmadan söyleyecek, sonsuz cehaletlerini gururla taşıyacak, hiç tanımadığı insanları vatan haini soysuz düşman diye damgalayacak, vicdanı ve hakikati ideolojik hırsı uğruna teferruat sayacak pişkinliği kazanıyorlardı.
Bir bebekten katil yaratan karanlık, TC’nin kurucu figürüydü.
Doğru ülke, yanlış cumhuriyet
Cenaze yürüyüşü Osmanbey’de başladı, Taksim’den Tarlabaşı’na indi, köprüyü geçti, Aksaray’a tırmandı, Kumkapı’ya ulaştı. Yol boyu katılanlarla büyüdü, muazzam bir insan seline dönüştü. Epey miting gördüğüm halde böylesine hiç tanık olmamıştım. Örgüt yoktu. Kalabalık görünsün diye oraya getirilmiş, eş dost hatırına gelmiş kimse yoktu. Yüzbinlerce insan, içten gelen bir acıyla yalnız, bir şey yapamamanın utancıyla sessiz, acısını ve utancını paylaşmaya gelmişti. Yeter artık! O gün TC rejiminin çatırdadığını hissettim. Bu insanlar, o hilkat garibesini daha fazla taşıyamaz. Taşımayacak.
Kendimi mi kandırıyordum? Belki. Türkiye’de kalışımı haklı çıkarmak için bir umut ışığına ihtiyacım vardı, belki de o ışığı bulmaya çalışıyordum. “Bu ülkede seni yaşatmazlar,” diye bilgiçlik taslayan eş dost ve akrabaya otuz seneden beri burun kıvırmıştım. Şimdi onlar haklıymış diyemezdim. Mücadeleye devam etmek için, uğruna mücadele etmeye değecek bir şey olduğuna inanman lazım. Evet, bu ülkede savunmaya değer bir şeyler var. Evet, doksan seneden beri memleketin ufkunu karartan gölgeden kurtulmak zor da olsa mümkün.
1994-95’te yazıp o günden beri bir rafta uyumaya terk ettiğim Atatürk kitabımı yayınlamaya o gün karar verdim. Sonucu ne olursa olsun. İkinci bir Dink cinayetine petkaları sıkar mı? Zor!
Korksak da mı bastırsak?
2007 ilkbaharının berbat ortamında, gene de, hemen baskıya girmeye cesaret edemedim. Ahmet Altan’a danıştım. 27 Nisan muhtırasından birkaç gün önceydi. Delirdiğime hükmetti; bir müddet yurt dışına gitmemi tavsiye etti. Tınmadım. Korsan bir baskı çıkardım. Yıllar önce bir sofrada Joseph Brodsky’den Rus samizdatının yöntemleriniöğrenmiştim; onları uyguladım. Sahte künye basacaksın, matbaacıyı yakamasınlar. Eski tarih koyacaksın, mahkemelik olursa zaman aşımına girebilsin.
Aklına güvendiğim ikiyüz kişiye kitabı elden dağıttım. Ummadığım ölçüde pozitif tepkiler aldım. Taksim’deki Genç Siviller lokalinde bir konferans dizisi verdim. İlgi gördü. Bilgi Üniversitesi’nde daha geniş çaplı tekrarladım. Dünyanın sonu gelmedi. Sonunda cesaretimi topladım, 2008 Mayısında kitap piyasaya çıktı.[2]
Belden aşağı vuracaklarını tahmin etmiştim. Gene de insan tam tahayyül edemiyor yapabilecekleri alçaklığın boyutunu. Başına geldiği zaman şaşırıyorsun.
[1] Nitekim, aradan geçen beş yıla rağmen, bugüne dek kimse açıkça isim ve rütbe telaffuz etmeye cesaret edemedi, Hrant’ın arkadaşları ve bilumum sevenleri dahil.
[2] Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm hakkında 51 Soru,ilk basım Kırmızı Yay. 2008, beşinci ve sonraki basımlar Everest Yay.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder