(Fransız bir hanım geldi, Le Monde'un sitesinde tarihe dair bir blogu varmış, sorular soracakmış. Sınavda gibi hissettim kendimi.
Vaktiyle güzel sınav yazardım ha, laf aramızda.)
Paris’te sürgün Genç Türklerden oluşan « İttihat ve Terakki» komitesi ancak Selanik komitesinin desteğiyle siyasi hayata müdahale edebildi ve 2. Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında askıya aldığı anayasayı yeniden ilan ettirebildi. Selanik komitesi kimlerden - ne tip insanlardan - oluşuyordu ?
Alabildiğine tipik, genç Osmanlı asker ve sivil bürokratlarından oluşuyordu – genç subaylar, genç memurlar, genç tabipler. Hepsi devlete asker ve memur yetiştirmek için kurulmuş okullardan mezun, hepsi kamu sektöründe görevli, kamu sektörü dışında herhangi bir kariyer tahayyül edemeyen, hırslı, yükselmeye azimli gençler.
Normal Osmanlı sosyal düzeni içinde bunlar bir paşaya kapılanıp küçük adımlarla kariyerinde yükselmekten başka hedef gütmeyecek tiplerdi. Ama Abdülhamid döneminde elit sirkülasyonu tıkandığı için – yani Tanzimat’ın reformist paşalar kuşağı tasfiye edildiği ve yerine ancak Brejnev tipi bir gerontokrasi ve kleptokrasi geldiği için – bu gençler normal kariyer sürecinin dışına savruldular. İhtilalcilikten başka çıkış yolu bulamadılar.
Anayasanın tekrar yapılmasından sonra, İttihat ve Terakki komitesi, Anayasanın prensipleri ihlal edilecek olursa bir baskı grubu olarak gizlice Selanik'de var olmaya devam etti. Bu durumTürkiye'deki darbe geleneğinin başlangıcı mıdır ?
Değildir. Askeri darbe ve saray komplosu Osmanlı devletinin kadim siyasi geleneğidir. Yeniçeri Ocağının 1826’da tasfiyesi ile bir süre bu gelenek sona ermiş gibi göründü, fakat 1850’lerde Kuleli Vakası bir askeri kalkışma teşebbüsüdür, 1868’de Genç Osmanlılar hadisesi muhtemelen darbe teşebbüsüdür. 1876’da asker destekli bir darbe sonucu bir yılda iki padişah devrildi. Bir-iki sene sonra Ali Suavi Vakası oldu. 30 yıl boyunca Abdülhamid paranoya halini alan bir darbe korkusuyla yaşadı.
1908 ve 1913 olayları eski Osmanlı geleneğinin devamıdır. Tek farkı darbeci kadronun normalden çok daha genç olmasıdır. Bunun sebebi 1879-1908 döneminde elit kadroların aşırı derecede daraltılmış ve terorize edilmiş olmasıdır. Egemen siyasi elit o kadar ürkek ve o kadar saraya bağlı idi ki, darbe entrikası içinde yer almaları çok güçtü. (Ama buna rağmen Said Paşa, Kâmil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa gibi eski rejim adamları kolayca yeni rejime adapte oldular.)
1909 yılından itibaren politik hayat iki akım arasında kutuplaşmıştı: M. Akif tarafından temsil edilen İslami akım ve A. Cevdet tarafından temsil edilen Batıcı akım. Bu iki akımın Osmanlı’nın geleceği hakkındaki tahayyülü neydi ?
19. yy başından beri Osmanlı düşünce hayatının temel problemi Batı meselesidir. Batı kültürünün tartışılmaz görünen üstünlüğü karşısında Osmanlı ayakta durmak için ne yapmalı ? Tamamen Batıya teslim olup Batı kültürünü, kurumlarını, yaşam tarzını mı benimsemeli ? Yoksa Batıya karşı özgül Osmanlı-İslam kimliğini korumaya mı çalışmalı ?
O dönemde yazan ve düşünen hemen hemen herkes bu iki aşırı ucun arasında bir yerde pozisyon alır. Tartışmalar nüans üzerinedir, vurgu üzerinedir. Hemen herkes hem Batılılaşmanın hem kendi kimliğini korumanın önemine inanır. Abdullah Cevdet gibi, Ali Kemal gibi son derece ekstrem fikirler dile getirenler bile aslında göründükleri kadar radikal değildir. Tartışma hiçbir zaman Batılılaşma mı İslamiyet mi tartışması değildir. Ne kadar Batılılık, ne kadar İslamiyet tartışmasıdır.
Bu iki zıt uç arasında zamanla üçüncü bir yol ortaya çıktı : Türk milliyetçiliği. Bu aşama, Tanzimatla başlayan Avrupacılıgın son siyasi aşaması olarak görülebilir mi?
Türk milliyetçiliği iki büyük siyasi tezin negatif ayaklarını alıp birleştirmeye çalışan bir sentez teşebbüsüdür. Entelektüel bir ucubedir. Şiddetle Batı düşmanıdır, ama aynı zamanda şiddetle İslam düşmanıdır. Abdullah Cevdet’in « taassup »u ile Mehmet Akif’in « medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar »ını yanyana koy, al sana Türk milliyetçiliğinin entelektüel özeti.
Yüz yıl sürmüş bir tartışmanın sonuçsuzluğundan doğan nihilist bir tepki de diyebiliriz. Ne o, ne öbürü : iki sol ayaklı bir garabet. Oysa bunun tersi de teorik olarak mümkündü, yani hem Batıcı-Kozmopolit hem İslami-Üniversalist bir sentez de denenebilirdi. Nedense o alternatif çok taraftar bulmadı. Ya da buldu aslında, ama sesini duyuramadı ; siyasi bir harekete dönüşemedi.
Tabii o sıralarda Avrupa’dan, özellikle Almanya’dan esen rüzgârların da etkisi vardı.
Ziya Gökalp’in fikirleri hangi anlamda Osmanlı geleneğinden köklü bir kopuşu temsil eder ?
Cehaleti Osmanlı ortalamasından da ileriydi, belki o anlamda.
Bu Türk kimliği anlayışı, imparatorluğun realitesine uygun muydu?
Tabii ki değildi. Anadolu ve Rumeli’yi alsan üçte biri, yalnız Anadolu’yu alsan belki yarıdan biraz fazlası Türk olan bir toplumda monokültür milliyetçiliği yapmaya çalıştılar. Sonuçta milyonlarca insanın hayatını kaydırdılar, bin yıllık bir medeniyeti çökerttiler, Türkiye'yi de daha yüz yıldır uyanamadığı bir kâbusa mahkûm ettiler.
Türk milliyetçiliği yapabilmek için imparatorluk topraklarındaki gayrımüslim ve gayrıtürk unsurları görmezlikten gelmeleri, yok saymaları gerekiyordu. Allahtan Osmanlı geleneği o açıdan kuvvetlidir, çok zorluk çekmediler. Millet-i hakime gözlüğünü taktın mı gayrımüslimler görünmez olur. Hepimiz hamdolsun Müslümanız, Agop efendi de kahve servisi yapsın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder