21 Şubat 2012 Salı

Kaya mezarı neden yapılır?


2008’in Mayıs ayında emniyet ve jandarmadan üst düzey görevliler ayrı ayrı aradılar, bana suikast düzenleneceğine dair duyum alındığını bildirdiler. Durum son derece kritikmiş. Korumasız bir yere kıpırdamamam gerekiyormuş. Evimin etrafındaki tepelere jandarma erleri mevzilendi. İlçe pazarına domates almaya inerken önden iki jandarma aracı, arkadan iki sivil polis aracı bana eşlik etmeye başladı – göremediklerim de cabası. İstanbul’da o dönem ders verdiğim üniversiteyi polisler sardı. Bir yandan emniyetten telefonlar geliyor, aman bizden habersiz bir yere gitmeyin, jandarmaya da sakın güvenmeyin diye. Havaalanının bekleme salonunda benim görebildiğim en az üç sivil arkadaş, gazete okur gibi yapıyorlar, bir yandan gözleri bende, birileriyle haberleşiyorlar.

Bu hadise, birbuçuk yıl kadar sonra “Balyoz Harekât Planı” adı verilen dava çerçevesinde mahkemeye intikal etti. 2011’in başlarında basına da yansıdı. Orgeneral rütbesi taşıyan birtakım şahısların, benim de aralarında bulunduğum birkaç kişi hakkında suikast planları yaptığı anlaşıldı. Ekip görevlendirmişler, gözetleme yapmışlar.

Planlarını neden gerçekleştirmediklerini bilmiyorum. Belki engellendiler. Belki de yöntem değiştirdiler. 2008 Haziranında, eşimle aramda geçen bir olayı bahane ederek, aleyhime basın yoluyla kahredici bir karalama kampanyası açtılar. Bilfiil vurmaktansa karakter cinayetinin daha ucuza mal olacağını hesapladılar. Tetikçi bulması da öyle daha kolay üstelik.

*
Dönelim 2008’e. Etrafım silahlı adamlarla sarıldığında durup düşündüm. Bunlar mı beni koruyacak? Güleyim bari! Vurmak istedikten sonra vururlar, engel olmak için yapabileceğim hiçbir şey yok. Kendimi korumaya çalışarak hayatımı zehir etmek de anlamsız, tam onların istediği tuzağa düşmek olur.

Üzüldüm mü? Vurulmadığım sürece üzülmenin manası yok. Vurulduktan sonra da zaten üzülmeye gerek kalmaz. Yeterince dolu dolu yaşamışım zaten. Güvercin tedirginliğiyle yaşamak da benim yapabileceğim şey değil. Kuş olsam, ben devekuşu olurdum – hem dik kafalı, hem meraklı, hem de biraz şaşkın.

Kaya mezarı projesi işte o günlerde doğdu. Öleceksem bari şanımla öleyim dedim. Amerikan filmlerinde gördüğümüz şık bir el hareketi vardır, orta parmağı kaldırmak suretiyle yapılır. O el hareketinin kalıcı ve güzel bir örneğini yapmaya karar verdim.

*
Tek motivasyon bu değildi şüphesiz. O sırada Matematik Köyüne bir anıt yaptırma projesi var. Heykeltıraşlar gelip gidiyor, soyut şeyler, modern şeyler tasarlanıyor. Oysa anıt dediğin, bugün gelip yarın geçecek modalara kulak asmamalı. Bugün ne ifade ediyorsa bin sene sonra da aynı şeyi ifade etmeli. Otuz senede çürüyecek bir şey değil, bin sene kalacak bir şey olmalı. Misal: antik Anadolu kültürlerinden kalan mezar anıtları!

İşin bir de felsefi yönü var. Herhangi bir çıkara veya küçük hesaba dayanmayan bir jest yapmak şu dünyada mümkün müdür? Ne zamandan beri aklımı kurcalayan bir konuydu bu. Gerçek özgürlük– eğer özgürlük diye bir şey varsa – budur: seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece “güzel” olduğu için yapabiliyor musun?  “Güzellik, her türlü çıkar hesabının üstünde olan şeydir” demiş Kant, ne güzel demiş.

*
1989’da Likya hakkında bir rehber kitap yazmıştım. O dönemde yüze yakın kaya mezarını ziyaret etmiş, hepsini fotoğraflamış, detaylarını incelemiştim. Ustalarımı yanıma alıp birkaçını yeniden görmeye gittim. “Yapabilir miyiz?” diye kendimize sorduk. Pek inanmadık ama “Allah büyük” deyip işe başladık.
15 Nisan 2009’da kayaya ilk çekici vurduk. O günden düne dek, üç yıldan iki ay eksik süre çalıştık. Çekiç, keski ve spiral kesici gücüyle yaklaşık elli metreküp kaya oyduk. Şantiyeye traktör girmediğinden, iki eşek satın alıp çıkan molozu onlara taşıttık. Sütunları kesmekte çok zorlandık. İnce işlerden tam ümidimizi kesmişken, alaylı heykeltıraş Kâmil usta ile oğlu Fatih’i bulduk. Enfes bir Medusa başı ile sütun başlıklarını çıkardılar.

Görenler bile tam inanmadığı için tekrar belirtmekte yarar var. Her şeyi yekpare yerli kayadan oyduk. Herhangi bir parça getirip oraya takmadık. Kayanın içinde o tapınak zaten vardı. Biz taşın fazlasını kesip, içindeki cevheri ortaya çıkardık.

*
Bundan ikibin sene sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin şu ilk evresinden geriye pek bir iz kalacağını tahmin etmiyorum. Etrafımızda gördüğümüz her şey köksüz, her şey temelsiz, her şey çürük. Yalnız binalar değil, kurumlar ve fikirler de öyle. Ufak bir depremde moloz yığınına dönüşecek şeyler hepsi.

Belki Şirince kaya mezarı kalır. “O karanlık devirde bile güzeli arayan insanlar varmış demek,” diye hatırlayıp sevinirler.

“İnceleme sonucunda gereği yapılacaktır” diyen Kültür ve Turizm Bakanlığının memurları yıkmazsa tabii.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder