8 Şubat 2012 Çarşamba

Ömer Laçiner


Birikim dergâhının ikiz şeyhleri Murat Belge ile Ömer Laçiner idi. Bundan daha farklı iki insan düşünülemez. Biri aristokrat, kolejli, edebiyat doçenti. Joyce ve Faulkner çevirmiş, TİP’te siyasete atılmış. Alaycı bir nezaket maskesinin ardında daima mesafeli. Diğeri Sivaslı esnaf çocuğu, askeri okulda okumuş, dil bilmez, TC sınırları dışına – henüz – çıkmamış, filtresiz Birinci sigarası ve çayla yaşar. Mahir Çayan’ın THKP-C’de sağ kolu imiş. Ben derhal Ömer’e ısındım. Bana sanki daha gerçekmiş gibi geldi. O hengâmeye kapılmamızın sebebi zaten bir tür “gerçeklik” arayışı değil midir?

O da benden hoşlandı sanırım. Kendi keskin zekâsıyla çatışmaktan çekinmeyen bir çırak bulmak hoşuna gitti belki de. 21-22 yaşındayım, epey dünya gezmişim, dil biliyorum, Marx’ın Hegel’in diyalektik sirkinde cambaz gibi gezebiliyorum. (Hegel’in mantığında çelişkinin tanımı o değildir budur hocam!) Günlerimiz bir arada geçmeye başladı. Sabahlara kadar süren tartışmalarımız oldu. Çoğu zaman o konuştu ben dinledim. Bazen itiraz ettim, düzelttim, ukalalık ettim.

Konular gitgide artan oranda siyasi iktidar meselesine kaydı. TC iktidarının temelleri nedir? Ne zaman çöker, nasıl çökertilir? Siyasi güç nedir, nasıl oluşur, nasıl korunur, nasıl çözülür? Emsallere bakalım dedik. Fransız, Rus ve Çin devrimlerini epeyce okumuştum, seyyar bir konferans dizisi oluşturdum: üçer-dörder saatlik üç dersten oluşan bir maraton. Saint-Just’ün nutukları, Gironde’un tasfiyesi, Kornilov darbesi, Dört Mayıs hareketi, Jiangxi sovyeti, makinalı tüfek mermisi gibi havalarda uçuşmaya başladı. Temel konu hep aynı: Devlet’in kâğıttan bir kaplan olduğu malum, ama kaplanın yırtılma noktası nedir? Otorite nasıl acze düşürülür? Karşı-güç nasıl oluşturulur?

Adım adım Lenin’i keşfettik. Lenin’in teorik yazıları boş laftır; o zaman da bu kanıdaydım halen de bu kanıdayım. Ama Ekim ihtilaline giden altı ayda yazdığı güncel yazılar – gazete makaleleri, nutuklar, raporlar, propaganda broşürleri, program taslakları vs. – birer siyasi sezgi şaheseridir. Şubat ihtilalinde rejimin ölümcül bir yara aldığını Lenin herkesten önce farkeder. Nisan Tezlerinden itibaren nefes kesici bir ustalıkla o yarayı deşer, büyütür, besler; hiçten başlayarak altı ayda koca imparatorluğu ele geçirir. Toplu Eserler’de o yazılar 1200 sayfalık iki kalın cilttir. Aylarca onları tartıştık. Birçoğunun Türkçesi yoktu, irticalen çevirdim.

Şimdi sizi şaşırtacak bir şey söyleyeyim: Lenin’e yaklaştıkça Marx’tan uzaklaşırsın. Marksizm dediğin şey gerçek dünyada gerçek insanların yaptığı siyasetle ilgisiz bir teorik şemadır: etten kandan insanlar yerine “üretici güçlerin”, “temel çelişkilerin”, “tarihsel süreçlerin”, “sosyal sınıfların” sahneye çıktığı bir çeşit gölge tiyatrosu. Kornilov isyanının siyasi avantajını yahut dezavantajını tartmak istiyorsan üretici güçlerin sana faydası ne? İşçi-köylü şuralarında Bolşevik kadroları başa getirmeye çalışıyorsan sınıfsal analizi kim ipler?

1979 Kasımında Grundrisse çevirisini matbaaya teslim ettiğimde Marksist teorinin deli saçması olduğu fikri kafamda şekil almıştı. Ömer’le her gün konuşuyorduk. O da aynı noktaya gelmiş miydi, hatırlamıyorum. Ama gelmemişse bile gidiş yönü belliydi. Taktik ve strateji coşkusu içindeydik; ihtilal ve iktidar tartışıyorduk. Bunları ciddiye alıyorsan, Marx amcanın kartondan modelleriyle ne işin olur?

Fırtınadan sonraki durgunluk 

Darbe geldiğinde ben yurt dışındaydım. Ömer bir süre saklandı, izini kaybettirdi. Sonra bir şekilde Fransa’ya kapağı attı. Galiba dört beş yıl orada kaldı. Dili, parası, işi, gücü, evi yoktu. Devrimci dayanışma sayesinde ayakta kalabildi. Manevi borçları oluştu. 1980-öncesi yönelimleri her ne idiyse onlar unutuldu. Onca acıdan ve onca yenilgiden sonra yanlışı itiraf etmek ağır geldi belki. Eski rüya kutsallaştırıldı, dokunulmazlaştı. Dokuzu beş geçe durdurulan saatler gibi, 12 Eylül sabahı – başka birçoklarıyla beraber – Ömer Laçiner’in zihinsel evrimi durdu. 

1982 yazında Paris’te Ahmet İnsel’in evinde yeniden buluştuk. Apayrı yerlere geldiğimiz hemen anlaşıldı. İki saat geçmeden o beni oportünistlikle ve proletarya düşmanlığıyla, ben onu bağnazlıkla ve geri kafalılıkla suçluyordum. Bağıra çağıra ayrıldık. Yirmi yıl görüşmedik. Sonra bir gün kalktı, Selçuk Cezaevinde ziyaretime geldi. Kayıp bir dostu yeniden bulmanın sevincini yaşadım.

Kenan Evren darbesini yememiş olsa, o kadar parlak bir siyasi zekâ bugün kim bilir nerelerde olurdu diye ara sıra düşünmedim değil. Başka bir yerde olacağı kesin. Ama öylesi daha mı iyi olurdu? Çağın dışında kalmak iyi bir şey midir, kötü bir şey midir? Zor sorular bunlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder