6 Şubat 2012 Pazartesi

Kayamezarın öyküsü


Matematik Köyü’nün tam karşısında bir kaya vardı, çıplak kuru bir şey, şöyle:

Resim Matematik Köyünden çekilmiştir



Buna bir müddet trene bakar gibi baktıktan sonra bir gün aniden gördüm neyin eksik olduğunu. Aha! Şuydu eksik olan:
Fotoşoptur, Ağustos 2008 çalışması.


Tam o sırada Matematik Köyüne bir anıt yapma düşüncesi var, heykelciler gelip gidiyor. “Budur” diye ilan ettim. Pek inanmadılar, gülümsediler filan, ama fikir kafamda şekillenmişti bir kere. Hesap yaptım. Bir şeyi çok isteyince bende gerçeklik algısı biraz kayma yapıyor, yirmi bine çıkartırım diye kendimi ikna ettim. Var mı fanteziye ayıracak o kadar param? Var. O sırada arabam yoktu, eski Marea’yı Çine’de pert etmişim. Yeni araba alacağıma bunu yaparım diye düşündüm. Yıllık amortisman hesabı yaparsan kesin doğru yatırım. Araba dediğin bilemedin on sene gider. Bu nereden bakarsan ikibin sene – şayet Türklerin eline düşmezse.

Sonunda altmışbin lirayı geçti tabii, ama olsun, niyet önemli.

Peki amaç ne? Amacı inanın bilmiyorum. İçimden öyle geldi. Ama düşündükçe aklıma şunlar geliyor:

Bir, 1989’da Likya hakkında bir kitap yazmışım. O sırada oradaki bütün kaya mezarlarını gezmişim, hayran olmuşum, yok bundan daha romantik bir görüntü diye düşünmüşüm, neden bir Allahın kulu akıl etmez böyle bir şey yapmayı diye hayret etmişim; modern çağ insanı aptal herhalde yahut köle, ruhu ufalmış diye felsefe yapmışım. Hatta Mehmet Aksoy’a sormuşum (hani şu Kars’taki şeyi yapan) kaça malolur böyle bir şey diye, o da trilyonumsu bir hesap çıkarmış. O günden beri zihnimin bir köşesinde konu uykuya yatmış, uyanacağı günü beklemiş.

İki, herhangi bir çıkara veya küçük hesaba dayanmayan bir jest yapmak şu dünyada mümkün müdür diye ne zamandan beri aklımı kurcalayan bir konu var. Gerçek özgürlük– eğer özgürlük diye bir şey varsa – budur: seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece “güzel” olduğu için yapabiliyor musun? “Topluma faydalı bi şey yapsaydın” deme bana, “topluma faydalı” denilen şeylerin üstünde kaçınılmaz olarak çıkar hesabının gölgesi vardır. “Ahireti düşün” de deme bana: ahiret hesabı gözeterek yapılan her şey mutlak bir ahlak yoksunluğunun işaretidir, “bedeli yoksa kılımı kıpırdatmam” diyen bencilliğin başka türlü söylenişidir.

Ayrıca vaktiyle Kant okumuşuz, üçüncü kritik üstünde de haftalarca kafa patlatmışız. “Güzellik, her türlü çıkar hesabının üstünde olan şeydir” diye kalmış aklımın bir köşesinde.

Üç, tam o sırada yeniçerilerin bana suikast yapmaya hazırlandıkları resmen ortaya çıkmış. Ekip kurmuşlar, gözlem yapmışlar. O yüzden sabah akşam jandarma polis eskortuyla dolaşıyorum, sözde “koruyacaklar”, külahıma anlat. Olacağı varsa olur diye düşündüm; pek de kederlenmedim doğrusu. “Korunmaya” çalışıp hayatımı zindan etmenin tam da bunların istediği tuzağa düşmek olacağına kanaat getirdim. En güzel cevap nedir? Parmak göstermek! Eh, bundan güzel parmak mı olur? (O sıralar daha Hodri Meydan Kulesi yoktu, o 2010’da geldi.)

Dört, megalomani? Vallahi bilmem. Belki. Ali öyle diyor, ama çok da haklı olduğunu sanmıyorum.

Oymaca faslı
15 Nisan 2009’da taşa ilk çekici vurduk. Temiz kayayı bulmak için önce bozuk yüzeyi bir 50-60 santim tıraşlamak gerekiyordu. Benim aceleciliğim yüzünden onu eksik yaptık, sonradan çok zorluk çıkardı. O yaz hemen hemen her gün Aynur’la beraber kayada çalıştık, mermer tozu yutmaktan az daha silikozis oluyorduk. Otoyol tünelinde çalışmış olmaktan başka referansı olmayan üç ameleyle bir yıla yakın kaba yontu işini yaptık. Sonra mermerci ustam Halis, bir yıl boyu o kaba işin tesviyesiyle uğraştı. Bu kış ince işler için İzmir’den Kâmil ustayla oğlu Fatih’i buldum. Önce iş çok iyi yürüdü, tepedeki akroterleri, Medusa başını, İyonik başlıkları çıkardık. Eski Yunanca ve Eski Ermenice birer yazıt kazdık. Son günlerde, yaştı kuruydu derken, ne yazık ki onlar da biraz cıvıttı. Geride daha iki üç aylık iş var aslında: kapı ve pencere detayları tamamlanacak, revakın iç duvarlarına kabartma sahneler yapılacak, iç tavan kasetlenecek. Ama sabrım gene tükendi, önümüzdeki günlerde iskeleyi sökmeye karar verdim.

iskele yüzünden ancak böyle daracık açı alınabiliyor. 10 Ocak 2012 civarı.

Bürokratik süreç
İlk başladığımda jandarma bölük komutanına gittim, başkasından duyma benden duy diye projeyi anlattım. Sevan Bey izin alsaydın keşke dedi. Peki kimden izin alacağım? Anıtlar Kurulu? Şaka herhalde, ortada tarihi eser yok ki onların yetkisine girsin. Özel İdare? Onların işi imar planı yapmak, binaların ruhsata uygunluğunu denetlemek, alakası yok. Kaymakam Beye söylesen? Adamcağız kendi gölgesinden korkan bir memur, neye göre izin verecek? Ne yapacağı belli, benim dilekçeyi top yapıp kapı kapı gezdirecek, arada da dua edecek ki top kendisine geri gelmeden tayini çıksın, bu beladan kurtulsun. Bir dost ortamında İmar İşleri Müdürü ile sohbet ettik. Sevan Bey Buca Belediye Başkanı onca sene uğraştı ama dağdaki Fantoma anıtı için izin çıkarabildi, gel seni onunla tanıştırayım dedi. Mersi, almayayım dedim. Hayat kısa, bürokratik budalalıkla ziyan edecek vaktim yok. Ayrıca öyle bir ucubeyi yaptırabilen adamla benim ne işim olur?

Buca belediye başkanı ve eseri


İnanmayacaksınız, tam altı ay kıvrım kıvrım kıvrandılar, bir kulp bulamadılar. Kaymakamlıkta, valilikte, bakanlıkta, benim bildiğim en az on toplantı yapıldı bu Nişanyan’la nasıl başa çıkacağız diye. Sonunda topu Orman İdaresine attılar. Meğer benim anıt yaptığım yer teorik olarak ormanmış. Eh, Orman Kanununun 17. maddesi açık, ormanda “her çeşit bina ve ağıl inşası, tarla açılması, yerleşilmesi” yasakmış. Bina mı yapıyorum? Binanın hukuki tanımı İmar Kanununda var, yaptığım şey bina değil. Ağıl değil. Tarla açmıyorum. Yerleşmeye – şimdilik – niyetim yok. Mülkiyetime geçirmiyorum. Daha ne? Olsun, dediler, davayı açtılar. Savunma yapmaya tenezzül etmedim. Hakime hanım altı ay hapsi dayadı, iyi halden bir ay kesti, sonra insaflı biri olduğundan tecil etti. Öylece kaldı.

Yetinmediler. Özel İdare memuru Emin geldi. “O ne?” diye sordu. “Hiiçç, anıt” dedim. “Atatürk anıtı gibi bir şey mi” dedi. “Allah korusun” dedim. “Öyle dediğine göre Fethullah Gülen anıtıdır” dedi. Yemin ediyorum, tanıklar da var. “Hah, tam üstüne bastın, öyle yapacaktık ama hoca efendi yeterince fotojenik değil diye vazgeçtik, onun yerine Yunan tapınağı yapıyoruz” dedim. Gitti mühürledi. Yasadışı olduğu apaçık olan bir mühür. Özel idarenin öyle bir yetkisi yok. Bina değil, ruhsata tabi yapım değil. Dağda oyuk açmanın ruhsata tabi olduğu nerede görülmüş? Gittim Özel İdare Müdürüyle konuştum, hak verdi, yanlış işlem olmuş biliyoruz dedi. Ama Türk Adaleti affetmez, mühür bozmadan da bir dava açtılar. Savunma yapmadım, duruşmalara gitmedim. Geçen hafta çıkan beş aylık mahkûmiyet ondandır.  

Bu da yetmemiş. Geçen ay (Aralık 2011) bir de ne duyalım? İzmir bilmemkaç numaralı Koruma Kurulu bizim kayayı “arkeolojik sit” ilan etmemiş mi? Adamların düştüğü çaresizliğin düzeyini tahayyül edebiliyor musunuz? Arkeolojik sit dediği yer Allahın kuru bir kayası. Çıkıyor etraftan gerçi üç beş parça geç-Bizans çömlek kırıntısı, ama ona bakarsan Antakya’dan Çanakkale’ye kadar hangi tarlayı eşelersen çıkar bir şeyler. Garibanlar gerekirse Selçuk’un gecekondu apartmanlarını bile tarihi eser ilan etmeye hazırlar, yeter ki Sevan’la baş edebilsinler!

Geçen hafta Kurul’dan da gelip gitmeye başladılar. Eli kulağındadır, yakında 2863’ten de dava açarlar. İki ila beş senedir onun ederi.

Dün basından bir arkadaş sordu, duygu ve düşünceleriniz nedir diye. “Sikimde bile değil” dedim. Feministler kızacak gene ama olsun, doğru cevap budur.

S. şıkkı!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder