Almanya’ya yedi yıl yedi aylığına yerleşmeden önce geldiğim son yaz tatilinin bitimine üç günden daha az bir zaman kala vurdum kendimi Paris yollarına. “Kardeş iki gün sonra Türkiye’ye gidiyorsun alooo” diyen ablamı dinlemedim, aldım bileti çıktım yola.
Benim yaşamımda yer eden, unutulmaz olan keyifli zamanların hemen hepsi hızlı, doğaçlama ve plansız bir şekilde gerçekleşirdi, bu da öyle oldu. Eloise ile Paris’te bir gece iki gün geçirmek üzere söz de kestik. Belki de ilk defa bir kadınla beraber geçirilecek olan zamandan çok yolculuğun kendisi heyecanlandırıyordu. Her zaman yeni bir yere gitmek hoşuma gitmiştir ama bu başkaydı. Paris’e gitmek o zamanlar her şeyden daha önemliydi. En nihayetinde bir hayalin gerçekleşmesiydi. Ankara’da geçen öğrencilik dönemi içerisinde okunan kitaplar, izlenen filmler sonrası mutlaka bir gün gideceğim diyerek gözümde büyüttüğüm Prag ile beraber iki şehirden birisiydi Paris.
Uzaktan bakınca şunu diyorum her şeyden öte: Bu hayatı elimden geldiğince istediğim gibi yaşamaya çalıştım ve bunu başardığım zamanlar arasındadır bu ve diğer bütün yolculuklar. Hayallerimin ve Fransa’nın başkentine diğerlerinin aksine tren ile gidiyor, kompartımanın içerisinde Avrupa’nın her şehrinde geçerli olduğu söylenilen Schengen vizesinin sorun çıkartıp çıkartmayacağını bekliyordum korkuyla zira üç sün sonra vize bitiyordu. Avrupa Birliği Ülkeleri'nde geçerlidir dediler ama bakalım doğru mu? Vize alırken bu süreç içerisinde ziyaret edeceğiniz diğer şehirler kısmını boş bırakmıştım.Tedirginlik vardı. Yine de mutluydum zira Münih’ten Paris’e doğru yolculuk bir şekilde başlamıştı işte..
Hayatım boyunca vize kuyruklarında heder olduktan sonra vize kelimesi korkutuyordu beni artık. 16 yaşıma kadar olan bölümde pasaportumda yer alan mavi ve kalın mürekkeple yazılmış “işçi ailesi çocuğudur” damgası nedeniyle bir Alman vatandaşı kadar rahat girip çıktım Andreas Möller’in memleketine. Yaş 16’yı geçtiğinde ise ilk vize alma girişimi Oliver Kahnlığa soyunan Alman başkonsolosluğu nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. İzin vermediler. Lise iki öğrencisinin daha önceki on yaz tatilinde yaptığını yaparak anne ve babasını görecek olmasını hangi kanun, hangi yasa “zararlı” görebilirdi ki? Bir çocuğu ailesinden ayırmak, yakışıyor muydu medeniyetin beşiğine? Yakarışlarım sahtekarcaydı. Almanya’ya gitmek için pek çok nedenim vardı ama bunların arasından doğrusunu söylemek gerekirse annemi ve babamı göreyim, özlem gidereyim gibi şeyler yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Belki bu yüzden diyordum, anlamışlardı isyanlarımın sahte olduğunu. Belki de “siz yalan söylüyorsunuz, meğer bundan önceki yıllarda da bizi kandırmışsınız” diyerek vize vermeyip utandırmak istemedikleri için “nedenini açıklayamayız” notunu düşmüşlerdi, kim bilir?
O dönem İzmir kordonunda olan Alman konsolosluğu önünde geceden girip sabah çıkmış, zaman zaman bu sabahın körüne kadar bekleyiş üç gün sürmüş, uğruna nice eziyetler çekmiştim ama olmamıştı. Çikolatalar ve Muzlar diyarına uzak kalmıştık. Nedeni açıklanmayan bir ret cevabı almıştım 1997 yazında. Babam Bayern eyaletinin en iyi avukatına başvurunca adam böyle bir şeyin olduğuna inanmakta önce güçlük çekmiş, nasıl vermezler gibi soruyu kendi kendisine birkaç kez sorduktan sonra her ne yaptıysa artık başvurmadığım halde bana “ Orhan Bey, Konsolosluğumuza gelip istediğiniz zaman vizenizi alabilirsiniz” diye kaldığım İzmir Hatay Erkek Öğrenci Yurt’una mektup yollamıştı Alman devleti. “Şimdi bey olduk öyle mi? Bu sefer de ben gitmiyorum, hadi ne yapacaksın bakalım “ demedim elbette ve hazır vize varken bunu değerlendirip ilk defa 15 gün tatilini de Almanya’da geçirdim. İşte o gün başlayan vize alma çilesi hiç bitmedi. Ankara'da altı gün boyunca geceden sabahı ettiğimi bilirim. Türkiye’ye gidince bu sefer turist değil öğrenci vizesi için başvuracak ve artık Almanya’da yaşayacaktım 2004 yılından itibaren bu korkuyu. Yine bu turist vizeli gelişin içerisinde de küçük bir tatili bir şekilde sığdırmış, 9 saat sürecek olan Münih-Paris trenine atlamıştık bile çoktan. Karşıda istasyonda beni bir kız bekleyecekti yüzünü hiç görmediğim, sene 2003 Ağustos'un son günleri..
Uyuyarak geçirdiğim yolculuğum sonlandığında kendimi Paris Tren istasyonu’nda buldum. Gelmiştim işte sonunda. Eloise’i hiç görmemiş sadece yazışmıştık ama geceler boyu. O’nunla pek çok güzel müziği, kitabı, filmi keşfetmiş, keyifli muhabbetler etmiş, fotoğraflarına bakmış ama gerçekte hiç görmemiştim. Garda ilk defa canlı canlı “Merhaba” dediğim arkadaşım hoş bir kızdı belki ama ilk konuşmalarda hissedilen o “benim yazışarak tanıştığım bu değil” duygusu çöküverdi hemen. O dönem bu başıma hep gelirdi. Bazen fotoğraflarını dahi görmediğim insanlarla İstanbul, İzmir, İzmit ve hatta Paris’e kadar uzanan geniş yelpazede buluşmalar gerçekleştirdim. Bunların hemen hepsi heyecan vericiydi ama o ilk “an” hep hayal kırıklığı olarak yaşandı. Bunun da nedenini anlıyordum aslında. Bilgisayar üzerinden günlerce, aylarca konuşarak tanıdığım bir insanın gerçekte ortalamasını görüştüğümüz o ilk ve tek bir anda istiyorduk. Mümkün müydü böyle bir şey? “Aslında böyle değilmiş!” yargısını hemen yapıştırıveriyorduk. Herkes kendisini ilk başta saklar ya da istese de bir anda ortaya koyamaz, başka gösterir ve insanı gerçek anlamda tanımak her şeyden önce zaman isterdi. Pek çoğuyla konuştukça, zaman geçirdikçe aslında görüşerek değil yazışarak ne kadar iyi tanıdığımı düşündüm.
Bugün dahi inandığım gerçek şu ki insanlar görünür olduğu vakit samimi olma, kendisini gerçekleştirme konusunda kusurlu oldukları için birbirlerini tanıyamıyordu, koşullar onları esir alıyordu ve biz bunu yazarak çok daha iyi başarıyorduk çünkü nihayetinde uzun süre yazışarak tanıdığın insana ilk görüşte değil ardından geçirdiğin uzun süreçte ulaşıyordum. İlk zamanlarda yüzeysel bir kimlik sunuluyordu ve geçen zamanla beraber hep gördük ki yazarak kendisini ifade ettiği tek gerçekti, görüştüğünde hissettiğin değil. 2000’ler öncesi mesela toplu görüşmeler yapardık irc kanalları içerisinde ve o zaman hiç görüşmediğim ama çok iyi tanıdığım arkadaşın toplum içerisinde dışa yansıttıklarına aldırmaz, gerçekte ne düşündüğünü bilirdim. Bir insanı yazışarak hiç görüşmeden tanıyabiliyorduk geceler boyu bırakın interneti bilgisayarın dahi çok az insanların evinde olduğu dönemlerde..
Gerçek o ki ilk görüşte sıklıkla aldatılıyor ve aldatıyorduk istemeden de olsa. Hem kim ilk görüşte gerçekte var olan karakterinin ortalamasını net bir şekilde ortaya koyar? Yazarak konuşmak ve tanışmak o kadar güzel ve kolaydı ki.. Bir resim, bir cümle, olay ya da herhangi bir şey olduğunda aklından geçen ilk düşünceyi “çat” diye kelimelere döküyordun ortaya ama konuşarak bu mümkün mü? “Merhaba.. Hoş geldin” gibi ezber cümleleri dışa vururken gerçekte ne düşündüğünü ise hep içeriye atıyordun.. Yazarak tanışmaya güveniyor ve Münih’ten kalkıp Paris’e geldiğim bu kızla konuştukça iyi anlaşacağıma artık güveniyordum. Hep öyle olmuştu, sonradan sevmiş ve pek çoğuyla da sevişmiştim. Bu bir alışkanlığa dahi dönüşmüştü aslında. Bu kez konunun merkezine Paris yerleşse de yine o geceye doğru “asıl konu” ortaya çıkıyor ve sevişir miyiz ki diye inceden düşünmeye başlıyoruz “karşılıklı”.
Bu kısa kısa görüşmeler sonrası sevişmelerle hemen hemen bütün sevgililerimi aldatmışım Ankara öğrencilik dönemi boyunca. Aldatma nedenlerini uzunca bir süre hep kendime sakladım. Milan Kundera’nın “Varolmanın dayanılmaz hafifliği” adındaki ilişkiler üzerine yazılmış en iyilerinden birisi dediğim o müthiş eserinin içerisindeki Tomas karakterinin açılımlarında görünce demek ki herkese söylenilebilir şeylermiş diyerek önce kendime sonra diğerlerine bunu açıklamada sorun görmedim. Aldattım çünkü pek çoğuna ilişki dahi diyemezdik ama gerçek sebebi bu değildi. Nedeni aslında hızlı geçiş, soğuk sudan sıcak suya doğru akışın verdiği elektrik. O elektriğe o yıllarda bağımlı hale geldiğimi de itiraf ediyorum şimdi çok bir şey ifade etmese de. “ Merhaba, nasılsınız ?” diye sizli bizli cümle kuracak kadar uzak hissettiğin bir kadınla saatler sonra bir yatağın içerisinde çırılçıplak ve sonsuz samimiyetle yan yana yatmak müthiş haz veriyordu. Sevişmeden önce ne kadar sahteysek seviştikten sonra bir o kadar gerçek oluyorduk. Sevişmek işin ayrıntısı, o hızlı geçiş, aradaki o soğuk mesafenin ışık hızıyla ortadan kaldırılma sürecidir çekici kılan. Daha iki saat önce yanlışlıkla bir yerine dokunsam sizli bizli özür dilediğim kadına bu kadar kısa sürede yakın olmanın da ötesine geçmek nerden bakarsanız bakın baş döndürücüydü. İşte bu nedenden dolayı ve elbette gönlüm hep bir başkasında olduğu için sürekli aldattım, en çok da bu şekilde ama asla da yalan söylemedim. “Seni çok seviyorum” diye bir cümle kurduğumu bile maalesef hatırlamam. “Seni bir ömür seveceğim” demediğim gibi sıklıkla üç yıl önce bütün eylemlerin aptalca geldiği bir yerde üç yıl sonra seni sevmenin de aptalca geleceğini söyleyecek kadar odun olduğum gerçeğini hiçbir zaman saklamadım. Hazzetmezdim böyle cümlelerden. Realizm ve Romantizm birbirlerinin zıttı gibi duruyor ama ben gerçekçiliği konusunda şüphe duyduğum hiçbir sözcük karşısında duygulanmadım. Duygusallık dediğin şey bende gerçekliğine inandığım cümlelerdi sadece. Realist olmadan romantik olunamazdı bana karşı. Bazen bazı sevgililerimin hasta olduğumda yüzünde gördüğüm basit bir üzüntü ifadesiydi mesela beni duygulandıran. Göstermek istemeyip de gördüğüm şeylerdi. Refleksif durumlardı daha çok. Nihayetinde bu tarz bir buluşma yurt dışında(Almanya’yı da memleket olarak gör) ilk defa oluyordu belki ama Türkiye’de görmediğim şehir kalmamıştı tam da bu şekilde. Bir yerden bir yere yolculuk yapıp gerçekte hiç görmeyip ama bolca konuştuğum kadınlarla aldattım pek çoğunu.
Uzun süreçte en çok istediğimin gerçekleşmemesi ya da hiçkapanmayan bir aşk yarası nedeniyle en mutlu anımda dahi bir yanım hep acı çekerken öte yandan hiçbir sevgilimin nazını çekip kaprislerine katlanmadığım gibi taviz vermek zorunda da kalmadım yıllar boyu. Onlara aşık olmadım çünkü. Bu başka bir tutkuydu. Kundera’nın altını çizdiği gibi “Bir kadınla sevişmek ve uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda(sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini uykuyu paylaşma arzusunda duyurur.(tek bir kadınla sınırlı olan arzu).
Paris'e böyle gelmiştik.. Saçlar uzun, bandana..
Hülasa hoş geldik, beş gittik ve Paris tren garında Eloise ile buluştuk. Hem kim çocukların gerçek adını koyabilir ki? derken haklıydı Gündüz Vassaf. Ben Borges’tim o Eloise. Paris’te buluşmuştuk işte! Bir gecemiz iki günümüz vardı. Daha ne olsun diyordum, daha ne olsun..
“Merhaba, iyi geçti mi yolculuğunuz?” dedi olabildiğince sessiz ve beklemediğim ölçüde kibar bir şekilde. Geceler boyunca konuştuğum değil de yolda adres sormak için durdurduğu bir insandım sanki. Öyle saygılı, öyle uzak, farklı ve yabancı. Ellerine baktım ilk zira Sezai Karakoç’un Monna Rosa’sında dediği gibi “Ellerinden belli olur bir kadın”. Güzeldi.. Uzun, ince ve kemikli. Muhteşem bir yüzü olduğunu düşünmesem de zarafet akıyordu her yerinden. Kırılıyordu sanki konuşurken ve ben daha şimdiden izlemeye doyamıyordum onu. Utanıyordu, soru sorduğunda dahi hata yapmışçasına tedirgin oluyordu. Tanışmak istiyordum, sonuna kadar tanımak.. Benim ruhum bu koşulların orospusu olduğu için çok da hoşuma giden bu mesafeli duruşu hızlı bir şekilde sonlandırdım “Eloise, sen de bana, sen..“. Ellerimi maç izleyip bilardo oynadığım arkadaşımmışçasına boynuna attım ve ilk defa geldiğim bir ülkenin başkentinin caddelerine doğru yürüdük. İşte o Paris sokaklarında olma duygusu vurdu o an. Sadece bunun için dahi yine şartarı zorlayıp gelirdim, o derece keyif.. Bir gecemiz iki de gündüzümüz vardı, zaman işlemeye çoktan başlamıştı.
Kalacağımız yeri önceden kararlaştırmış olduğumuz için oturduğumuz bir cafede oraya nasıl gideceğimizi konuştuk. Metroları çözmek kolay derdim. Münih’teki iki dakikamı bile almamıştı ki duraklar ve hatlar oldukça belirgindi çizilen haritalarda ama Paris tahmin ettiğimden çok daha karışık çıktı. A’dır B’dir C’dir çok karışık bir sisteme sahipti. Paris’te yaşamamış ve hatta benim gibi buraya ilk defa geliyor olsa da Fransa yaşamı tecrübesine sahip Eloise’in yardımıyla bir şekilde otele geldik. Romanlara ve filmlere konu olmuş Notre Dame Katedralinin arka sokağına denk düşen bir ara mahallede yunan tavernasının karşısında ne iyi ne kötü bir otel. Canlı bir sokağın içerisinde olması keyfimi arttırdı. Gezdiğim iki gün boyunca hep aynı şeyi söyledim: Münih’in bu dünyada bir zıttı varsa o kesinlikle Paris. Düzenden yoksun, kalabalık, canlı ve tekinsiz çok güzel bir kent!
Asıl soru şuydu: İki tek kişilik oda mı yoksa çift kişilik oda mı? Nihayetinde çift kişilik tek odanın çok daha ucuzdu. İkimiz de bu bahaneyi beğendik ve hemen iki kişilik tek bir oda tuttuk. Şimdiden heyecanlanmıştım zira gün nasıl geçerse geçsin akşam aynı yatakta beraber yatacaktık ve o karanlığa güveniyordum. Tam o ana kadar iki arkadaştan öte hiçbir şey değildik. Ama artık birbirleri ile aynı yatağı paylaşacak kadar güvenen iki insandık. Otel ve odası oldukça sıradandı. Tam da bu yüzden “ne kadar güzel, değil mi” dedim, o ne düşündü bilemiyorum. Eşyalarımızı yerleştirip haritamızı alıp çıktık yola ve o yorucu gün başladı.
Fotoğraf çekip müze gezmekten ölmek diye bir şey varsa biz bunu az daha başarıyorduk. Orsay müzesinden girdik Centre Pampidou’dan çıktık.. O ilk gün müze gezmekten beyni sulanmış iki insanın yolculuğu şanzelizenin sonunda yer alan Zafer Takı’nın merdivenlerini yorgunluktan çıkılamadığı için kendiliğinden bitti. 23 ve 20 yaşlarındaki iki insan yorgunluktan çıkamadı merdivenleri, sen düşün gerisini. Günler sonra Eloise oraya yeniden gelecek ve “çıkamadığımız Zafer Takı’sından sana yazıyorum” diye başlayacaktı Ankara’ya yollayacağı mektubuna.. Ama o gün öyle bıktırıcıydı ki sonrasında gittiğim Prag, Amsterdam, Viyana gibi pek çok şehirde fotoğraf bile çekmedim. Müzelerde ise olabildiğince seçici olmaya gayret gösterdim. Ömürlük müze gezintimi bir güne sığdırmıştım. Aynı zamanda neden böyle davrandığımı bugün dahi açıklamakta güçlük çekiyorum. Akla gelen ilk seçenek bir Entel olma çabası olsa gerek ama değil. O insanlar başka bir kültürün içerisinde dünyaya geliyor ve en önemlisi karışmıyorlar. Ben Emrah’ın boynu bükükler kasetini dinleyerek yola çıktım ve Haluk Levent’in “yollarda” şarkısına geçiş yapmam büyük bir olay olmuştu kendi iç dünyamda. Yaşam beni bir uçtan diğerine doğru götürdü ve geçmişte üzerinden geçtiklerimi de hakir görmeden, onları da yanıma alaraktan yürüdüm. Karışığım. Bir şeye sığmam. Girift, karışık anlamlı ve algısı zor müzik, kitap ya da filmler izlediğim de olmuştur ama bunları yaparken ne çizgi roman okumayı bıraktım ne de geceleri Asya yapımı karate filmleri izlemeyi. Bir kurban verilecekse de Küçük Emrah’ı verdim gitti!
Özgürlüğüme ket vuruyor diye önüme herhangi bir takı almamak için savaş veriyorum. Solcu olur Entelektüel olur X olur Y olur. Hepsini reddediyorum yıllar yılı ve zaten beni taktığınızda uymuyorum oraya, bir parçam hep başka bir şeye ait oluyor. Ben olduğum şeyden aslında adı her neyse fazlasıyla memnunum ve bunun bir ismi olması da gerekmiyor. Peki o zaman neden sabahın köründen geceye kadar deli gibi müze geziyorum? Dali’yi ben istedim ve en keyiflisi de buydu çünkü karakalem ve karikatür çalışmaları olduğu için keyifli geleceğini biliyordum. Üstelik o bölgede çok eğlendik. Efendim birkaç tanesini ve katedralleri çıkarırsan(hastasıyım onların) tüm o koşturuş ve günü zehir edecek boyuta ulaşan müze gezme işini neden yaptığım hakkında fazlaca düşünmek ve yazmak da istemiyorum. Radiohea konseri için Prag’a ilk gittiğimde ordan bir başka konser için Viyana’ya geçtiğimiz zaman Özge ile modern sanatlar müzesine gittik. Özge(Divina) de şahittir bir yerde çıldırdım çünkü anlam koyamıyorum. Mutlaka ki değerli hepsi ama öncesinde gereken eğitimden yoksun bir insan olarak ikinci katta sıkıldım ki dört katlı muhteşem mimarisi olan muhtemelen çok güzel bir sergiydi. Paris’te geçirilen ilk günün içerisinde gezilen müzelerin yarısında sıkıldıldığım gibi orada da bunalmıştım. Anlamsız çok kötü içerikler olduğunu söylemiyorum ama benim var olan kültürüm onların çeyreğinden haz duymamı sağlıyor sadece.
Günün sonunda Eloise ile demlenmek için konuşabileceğimiz bir mekâna yerleştik. Otel yakınımızdaydı ve biz aslında sevişemeyecek kadar çok yorgunduk. Tüm gün gezmiş, konuşmuş, zaman zaman tepelerin üzerinde keyifli muhabbetler etmiş olsak da hala bana yabancıydı. Sizli bizli olmasa da çekiniyordu. Öyle bir bakıyordu ki bana sanki beni çözmeye çalışmış, bir anlam bir tanım yerleştirmek istemiş de başaramamış ve ne yapacağını bilmez halde çırpınıyor. Hiçbir şeye itiraz etmiyor ama hiçbir yakınlık emaresi de yok. Sonunda “ Biliyor musun yazdığın gibi değilsin” dedi bana. Başta öyle gelir ama tanıdıkça yazdığım gibi olurum dedim. “Yazarak tanıdığımdan çok daha iyi bir insansın” diye gelince şaşırdım biraz. “Neye dayanarak bunu söylüyorsun” dediğim zaman ressamlar tepesinde yardım isteyen bir insana yardım edemeyeceğimi bildiğim halde büyük bir heyecanla onun derdini sonuna kadar çözme girişimimden başladı ve buna benzer çeşitli ilginç detaylar verdi. Yardım edemeyişimdeki o anlık hüznü ayrıntılarıyla anlattı. “Belki de seni etkilemek için yapıyorumdur” anlamını taşıyan otobüsteki güzel kıza şirin görünmek için yaşlı teyzeye yer veren insan örneğini vererek çabuk yargıya kapılmaması gerektiğini söyledim. Ve mümkünse beni tanıdıkça sev, tanıdıkça iyi bul diye de öğüt verdim ama o daha çok içerideki heyecanı dışa istemsiz bir şekilde yansıtan duygu belirtilerinden yola çıkarak numara dahi yapılamayacağına kanaat getirdi. Onun gerçeği oydu. Ben de dedim ki; tamam, bugün sevişiyoruz.. İlk görüşte varılan yargı sıklıkla hatalı sonuç verir, yazarak tanıdığın aslında gerçek olandır dememiş miydim?
Otele doğru yol aldık. Yolda yürürken koluna girmek istedim nedense ama yapamadım. Şöyle dokunsam yavaşça eline dedim ama çekiniyordum sürekli. Bu biraz da gün boyunca onun bana olan yaklaşımından da kaynaklanıyordu. Bazen fazlasıyla cesur sorular sormuş olsa da fiziksel olarak uzaklığı gün boyunca korudu. Rahatsız olacağı için değil çekineceği, utanacağı ya da ne yapacağını bilmez hale dönüşeceği için bende yakın temastan uzak durdum. Merdivenleri dahi aramızda hatır sayılı basamaklar bırakarak çıktık. O kadar yorgunduk ki hızlıca yatmak istiyorduk ikimiz de. Banyoda giyinirken erkek olmanın güzelliğini yaşayarak iki dakikada içeride pijamaları üzerime geçirdim. Büyük yatağın köşelerine yatıp ışığı söndürdük.
Seviştik. Nasıl oldu? Yatağa iki arkadaş gibi yattık ama karanlık her şeyin sorumlusu oldu. Aslında burasını da detaylı anlatmak isterdim ama ortaokul yıllarında okuduğum Hustler dergisinin forumlarına dönecek korkusunu taşıdığım için vazgeçiyorum. Burada önemli olan bir kadınla beraber olmak değil o geçiş aşamasıdır. Rahatladık, çözüldük ve her şey ikinci gün başladı. Eyfel kulesi hariç herhangi bir müze ya da sergi ziyaretinde bulunmadık. Paris’in geniş caddelerinde yürüdük, postaneye gidip Ankara'daki arkadaşlarıma ve muhtemelen orada olacağım için kendime kart attım, kahve içtik, tepelerde gezindik, bol bol samimi ve içten keyifli muhabbet ettik ve akşam vakti eyfel amcayı ziyaret edip muhteşem bir gün geçirdik, yan yana, el ele ama bir daha hiçbir zaman bir araya gelmeyeceğimizin farkında olarak. Günün yarısında hep bu konuda ne kadar mutabık olduğumuzu birbirimize söyledik. Tam o çimenlikte kucağına yatmış bir vaziyette şu an istediğim an göğüslerine dokunma özgürlüğünü kazandıran bu gecenin ne kadar sihirli olduğunu görüyor musun dedim? Bir insanın diğeriyle 458 gün yan yana kalıp da yakınlaşamayacağı seviyeye sadece bir gecede geldik, ilginç değil mi dedim.. Değil dedi. Haklıydı. Sadece o an çok fazla keyif aldığımı bir şekilde haykırmak isterken saçmalıyordum, biliyordu.
Sence “neden bir daha bir araya gelemiyoruz kısmı mı üzücü yoksa bu yaşadığımız bir gece iki gün mü güzel” dediğim zaman sanki yarın hemen bu zamanları unutacak rahatlıkla elbette bu günleri yaşamak hiçbir şey yaşamamaktan çok daha güzeldir deyip kestirip attı. Diğerleri gibi bana hiç sonrası hakkında soru sormadı. Sanki aylardır sevgilisiymişiz gibi bir gün geçirip beni yolcu ettikten sonra şehirden ayrıldı. Bir zaman sonra “yorgunluktan çıkamadığımız zafer takı’sından sana yazıyorum” diye başlayan mektubunda anladım o anları tek tek yaşamak için Paris’e gittiğini ve zaman zaman bir daha yaşanılamamasının verdiği acıyı yaşadığını.
Yaşamın içerisinde olan karşılıklı bir alışveriş aslında. Çok güzel olmasaydı sonrasında olmadığı için üzüntü de olmazdı. Seçme şansına sahip değilsiniz belki ama kaybettiğiniz bir şey yok aslında. Çok keyif alırsanız bedeli vardır dediğim zaman o benim böyle bir bedel ödemeden keyifler yaşadığımı düşündü. Oysa yaşanılan sayısız ilişki içerisinde daha az seven olmak ilişkide sizi sadece güçlü yapmıyordu aynı zamanda daha az keyif alan, daha az heyecan duyan ve her şeyi daha az yapan olarak tüm bu ayrıntıları tutkuyla yaşayan insan oluyorduk. Böyle olmasını sağlayan ise nihayetinde büyük acılar da barındıran bir başkasına olan tutkuydu belki. Sadece bırakıp gidebilme kolaylığını ödünç vermemi istiyor. Belki ben bir istisna olarak yaşanılan zamanlardan Paris'te olduğu gibi çok keyif almış olsam dahi bunun bir daha gerçekleşmeyecek olmasının üzüntüsünü hissetmeyengillerdene bir örnek teşkil ediyordum ama bu bedel ödemediğim anlamına gelmiyor. Zira..
..öyle bir hayat yaşadım ki üç gün sonrası her zaman bilinmezlerle dolu oldu. Yorucu ve dayanılması güç. Her an her şey olacakmış gibi. Almanya’da 8 yıla yakın bir süre boyunca dahi her an bir polisin gelip “Almanya’da kalamazsınız” diyeceğini düşünerek. Sürekli uzatılan vizeler, oturmayan işler, bilinmeyen bir gelecek doğurdu. Bu benim beceriksizliğimden kaynaklanmış olsa dahi yorucuydu yine de. Ankara’da önce askerlik sonra okuldan atılma ya da başka başka detaylardan dolayı sürekli her an her şeyin sona erip hiç istemediğim bir başka hikâyeye girmek zorunda kalacakmışım gibi yaşadım. Günü yaşayan adam olmak zorunda kaldım, bugün olduğu gibi. Hayatımın özeti “du bakalım” oldu. Yaşamımı derinden sarsacak gelişmelerin olacağı esnada dahi olabildiğince soğuk kanlı bir şekilde “du bakalım şu filmi izleyelim önce..” dedim ve o film esnasında hiçbir şeyi de düşünmedim. Ne olacak olursa olsun önce önümdekini yaşamalıydım başka türlü ayakta kalmak mümkün değildi. Paris’te iki gün bir gece olan kaçamak içerisinde Münih’e gittikten sonra Türkiye’ye gidilecek olan yolculuk içerisinde burada anlatmak dahi istemediğim sayısız problem vardı ama ben böyle böyle yaşadım bu hayatı. “Du bakalım önce Paris..” . İlişkilerde de sonunu düşünmedim ve açıkçası sonunda ne olacağı ilişkinin yaşandığı esnada size çok da bir şey getirmiyor. Nihayetinde her yerden ve herkesten her şekilde kopabilme özgürlüğüne sahip olmuştum istemeden de olsa.
İşte bu yüzden yaşamım boyunca hiçbir zaman uzun ömürlü bir program yapmadım. Çok değil bir yıl sonra nerede olacağımın hiçbir zaman garantisi olmadı, bugün dahil. Bünye buna alıştı. Değer vermediğim için değil “bunu yaşadım çok şükür” diyerek sonlandırdım hikâyeleri. Bir kez uzun ömürlü düşününce gördüm anyayı, konyayı. Dolayısıyla ben alışkındım ama Eloise gibi pek çoklarının sandığım kadar kolay kaldıramadığını bugün görüyorum. Kimseye kötülük etme niyetim olmadığı gibi yaşamları boyunca görüp görebileceği en dürüst insanlardan birisi olsam da nihayetinde bir şekilde acı da vermiş olduğumu bugün daha iyi anlıyorum. Ama yine de.. Eloise’in de dediği gibi hiçbir şey yaşamamış olmayı bugün de sanırım tercih etmezdim.
Paris'ten kendime attığım mektup..
Nihayetinde özellikle ikinci gün her şey fazlasıyla gerçekti. Üstelik samimiyetin de dibine vurunca ilk gün çekilen gizli ağrıları, o elini tutma isteğinin belirdiği saniyeleri, yatağın içerisindeki o ilk dakikalar içerisinde hissedilenleri gibi her şeyi sonuna kadar konuşup anlatarak muhteşem bir Paris günü yaşadık. Elbette tren garında beni uğurlarken üzülüyordu ya da ben bir kaç gün daha kalmak için neler neler yapmazdım? Bir kaç gün daha Almanya'da kalma iznim olsaydı parasız pulsuz dahi Paris'te kalırdım. Ağlamak istemiyordu. İki eliyle yüzümün tamamı kavrayıp öptükten sonra ağlayacak dediğim anda gülümsüyordu. O iki gün boyunca biri diğerine sevmek, aşk, ölüp bitmek gibi şeylerden hiç bahsetmedi. Ne anladıysak oydu. Özellikle o tren garında yüzünün sürekli değişen ifadesi, yersiz yersiz yaptığım esprilere ağlayarak gülmek olarak ifade etmekten başka çıkar yol bırakmadığı garip şekiller fazlasıyla sahiciydi ve sözlerden çok daha değerliydi. Belki de her şey o tren garındaki on dakika içindi? İki insan birbirlerine bu kadar çok bağlanabilir mi iki gün bir gece içerisinde? Aşk mı? Değil.Muhabbet etmek, tanımak, tanışmak ve o garip kırılgan hallerini izlemek istiyordum sadece ya da evet.. İsimlerin, takıların gerçeğin yanında ne önemi vardı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder