Almanya’nın doğa ve tarihinin iç içe olduğu, savaşlardan yara almadan kurtulmayı başarmış, Neckar nehri ile iki yakaya bölünen, yeşillere bürünmüş eski üniversite şehri.
Heidelberg’i gezi planımıza alışım şu fotoğrafı görmemle olmuştu… Ve kısmetimiz oldu böyle
bir havada bu şehri ziyaret etmek... Pırıl pırıl gökyüzü... Yemyeşil doğa...
Avrupa’nın en eski en uzun çarşısına sahip olmasıyla da ünlü Heidelberg. Arnavut kaldırımı taşlar sanki Beyoğlu’nun sakin bir gününde geziyor hissetmeme sebep oluyor zaman zaman…
Bu çarşı boyunca yol almak bir keyif. Ara sokaklarına girmek, arka sokaklarında yol almak, ilk kez görülen kareler,keşfedilen dükkânlar, bir kafeden yükselen piyano sesleri, ortancalar... Sahte mi diye dokunuyorum ama her seferinde şaşırıp canlı çiçekler buluyorum. Oysa Türkiye’de o kadar alışmışız ki yapay çiçeklere. Burada ise kusursuz canlı çiçekler sergileniyor her yerde… Çeşitli güzellikte ortancalar beni benden ediyor...
Bir tablo gibi her sokak her ev…
Dekorasyon üzerine küçük butik dükkânlar, bunun yanında büyük mağazalar dikkatimi çekiyor benim… Eşim ile yollarımızı ayırıyoruz bu çarşıda. Çünkü ben saatlerimi bu dükkân ve mağazalarda geçirmek istiyorum:) Çocukları da paylaşıyoruz. Her ikimizin de dileği oluyor. O bilişim mağazalarına yol alırken ben kendimi butik dükkân ve dekor mağazalarının atmosferine bırakıyorum.
Farklı türden küçük ama özenli dükkânlar büyüleyici…
Eski köprüye yol alırken sol kolda gördüğüm elişi ürünler satan mekâna girmekten kendimi alamıyorum.
İçerisi çeşit çeşit elişi nakışlarıyla bezeli lavanta keseleri ile dolu.
Seçim yapmakta bir hayli zorlanıyorum, eşimi arayıp yardıma çağırıyorum:)
Nihayetinde kararı yine ilk seçimimden yana kullanıyorum.
Eşim dükkânın bir resmini almak istiyor ama bayan uyarıyor, foto çekimi yasak, saygı duyuyoruz.
Ben mutluyum kelebeğimle ayrılmaktan…
Bir sonraki durağım olan mağazalarda ise(Butlers ve bir tane daha) İpek’in doğumgünü partisinde, blog buluşmalarımızda kullanılmak üzere malzemelerle ayrılıyorum. Envai çeşit kurdeleler, çeşitli konseptte malzemelerin bir arada satıldığı standlar müşterilere fikir veriyor.
Burası bir üniversite şehri, Almanya’nın en eski üniversitesine sahip(Kuruluş: 1386)
Tesadüfen kendimizi üniversitenin içinde buluyoruz bu ara yol yürüyüşlerinde...
Her ülkeden öğrenciyi barındırıyor. Bizdeki gibi kapılar güvenlikler yok üniversiteye girişte…
Artık geri dönüş vakti otelimize derken dönüş yolunda bizi bir grup bayan durduruyor ve bir şeyler satmak istiyorlar. Biz burun kıvırıp yolumuza devam ederken son bir hamle ile durumu izah ediyorlar.
Bu bir gelenekmiş, evlenecek hatun sepetindeki çeşitli ıvır zıvırları(el temizleme jeli, deodorant, çocuklar için balon, prezervatif...) satıp karşılığında temsili bir para alıp bir de üstüne t-shirtüne imza almaya çalışıyor. Tabi atayım hemen diyorum ama benden değil eşimden istiyorlar imzayı. Sadece beyler imza atabilirmiş:) Eşim alışverişini yapıyor, imzasını da atıyor Silvia’nın t-shirtüne:)
T-shirtlerinde “All eyes on Silvia- Bütün gözler Silvia’da” yazıyor... Silvia'ya ömür boyu mutluluklar diliyoruz:)
Tatil boyunca karşılaşacağımız 2.sağanak yağışa yakalanıyoruz yürüyüşte…
Starbucks kurtarıcımız oluyor. Islanmadan atlatıyoruz yine, dışarıda deli yağmuru seyrederken kahve içmenin keyfini yaşıyoruz. İçeriye havuza düşmüşe dönen insanlar giriyor koşarak.
Heidelberg’e gelip de Saray’ı(Schloss)görmeden olmaz. Saraya gitmişken de Alman Eczane müzesini gezmemek olmaz, çünkü zaten Şatonun içerisinde:) Bu müzeyi gezerken turuncu kıyafetleriyle Budistler görüyorum.
Sarayın çoğu yıkılmış ancak sırf manzarayı buradan seyretmek için bile dolaşmaya değer… Bir hatıra fotoğrafı çektirmek için de birebir burası… Arkanızda eski şehir..
Biz bu ziyarette gözümüzü karşı tepeleri kestiriyoruz, yarın ki ziyaretimiz bu tepelere olacak ve köprünün fotoğraflarını bu açıdan alacağız akşam saatlerinde...
Neckar nehri şehri boydan boya ikiye bölmekte ve şehre ait bütün resimleri süsleyen bu nehir üzerinde ki en ünlü köprü, eski köprü diye geçen ve esas ismi Carl Thedor Köprüsü, çarşının bir ucunda yer alıyor. Benim lavanta kesecim ise hemen sol tarafta bu yol üzerinde:)
Heidelberg'e ilk geldiğimiz gün konaklama işini Ibishotel’de yapıyoruz. Karlsruhe de kaldığımız otelde yine aynı zincirindi ve bize şahane bir aile odası vermişlerdi. Geniş geniş kalmış idik ancak burada Heidelberg’de kaldığımız otelde bu tarz odalar olmadığını öğreniyoruz. Ve bu aşamada booking.com uygulamasını just in time kullanmanın ne kadar müthiş birşey olduğunu keşfediyoruz. Son dakika fırsatlarını yakalamak demek bu. Yani aylar öncesinden otel rezervasyonu yaptırmaya gerek yok. Son 3 otelimizi bu şekilde buluyoruz hep.
Böylece Heidelberg’de saraya çok kısa mesafede ormanların içinde, şehir manzarasına nazır, Carl Bosch müzesine 3 adım ötede,dört tarafı yeşillikler ile kaplı, bahçesinde keyifle oturduğumuz, kısacası hayran kalıp ayrılmak istemediğimiz butik otelimizi buluyoruz. Çektiğimiz bir fotoğrafın program ile yağlı boya haline çevrilmiş hali aşağıdadır…
Bir tablodan çıkmış gibi burası… Kuşsesleri, kuş sesleri, kuş sesleri… 24 saat boyunca durmuyor. Rüya gibi, bu bir rüya…
Hem oteli hem şehri beğendiğimizden Heidelberg’de planladığımızdan da fazla kalıyoruz. Ayrılırken de kendi kendimize bir kart atmayı ihmal etmiyoruz… Pulları otel görevlisinden temin edip onlara postaya vermeleri için bırakıyorum. Biz Türkiye’ye döndükten 3-4 gün sonra kartımız da geliyor, ulaşıyor bize:)
Otelin kahvaltısı da kendisi gibi güzel… 8 çeşit reçel ile kahvaltı etmek şımarmak demek:)
Peynirler de aynı şekilde... Daha sonra bu peynir çeşitlerini Aldi marketlerinde buluyor ve yanımızda Türkiye'ye taşıyoruz. Çok sevdik çünkü. Şu sarılı kırmızı ambalajlı Babybell kaşarlar çok şirin.
Heidelberg’de bizi hayal kırıklığına uğratan tek şey Hayvanat Bahçesi oluyor. Bu tamamen göreceli bir durum olabilir. Zira o kadar güzel hayvanat bahçeleri gezdik gördük ki Almanya’da, beğeni çıtamız iyice yükseldi. Heidelberg çok güzel bir şehir olduğundan büyük bir beklenti ile gittik hayvanat bahçesine de ama hiçbir albeni yoktu. Bahçe düzeni bize göre diğer parklara göre oldukça bakımsızdı. Sabah önce markete gidip çeşit çeşit kahvaltı alışverişi yapıp gitmiştik mekâna. Ufak çaplı rahatça piknik yapabileceğimiz bir mekânı olsa kendimizi mutlu hissedeceğiz ancak böyle bir alan kesinlikle yok. Alanı hızlıca turluyoruz ancak geniş yeşil çimler yok insanların rahatça oturabileceği. Sadece kafeler ve hayvanları seyredebilecek banklar var… Biz gezginleri mutlu etmiyor bu durum. Parkı hafta içi ziyaret ediyor oluşumuzda bizi etkiliyor sanırım. Etraf sakin, sıkıcı bir hava yaratıyor hafiften bu durum. Daha önceki ziyaretlerimiz hep haftasonlarına denk gelmişti çünkü… Derken hayvan dostları ziyaret ettikçe, onların şirinliği karşısında fikrimiz yıkılıp gidiyor...
Keçilerin saldırısına uğruyoruz:) İpek şaşkın, çantamızda yiyeceklerin kokusunu aldılar sanırım:)
Gebe keçiler var ve biz minik yavruları doğmadan ellerimizle tutuyoruz, hissediyoruz:) İkiz hamileler muhtemelen…
Bu ağacın içine giripte gökyüzüne baktığımızda nefis bir görüntü çıkıyor karşımıza,
Sonradan fikrimiz değişse de Hayvanat bahçesinde yine de çok oyalanmayıp tepelere doğru yol alıyoruz. Zaman değerli, keşfedecek çok şey var bu şehirde daha...
Beklentimizin üstünde bir mekanla karşılaşmamız ise Heidelberg tepesinde gerçekleşiyor. Max Planc Enstitüsünün de yer aldığı tepede filozoflar yolunda manzara müthiş.
Bu tepede güneşin batışını seyrediyoruz. Baba-kız iki sevgili gibi elele tutuşmuş bekliyorlar gün batışını:)
Tepede bulunmaktan keyif alan sadece baba-kız değil ana-oğul burada yer alan parka gitmekten büyük keyif duyduk. Masal temalı parkları seviyorum. Her kulübede bir masal ve kukla gösterisi başlıyor. Almanca bilmeyi isterdim. Hikâyeler anlatılıyor ama hep Almanca, biz birşeyler tahmin etmeye çalışıp kuklaların hareketini izliyoruz.
Can için mi gidiyoruz bu parklara yoksa kendimiz için mi bilemiyorum:)
Bir sonraki akşamı karşı tepelerde yapıp buradan Şatonun ve köprünün fotoğrafını çekmeyi planlıyoruz... Yeşil, ne yöne baksak yeşil, çeşit çeşit ağaçlar...
Heidelberg bizde o kadar güzel etkiler bıraktı ki burada su altı fotoğraf makinemizi ve beraberinde neyse ki başka değerli bir şey içermeyen çantamızı kaybetmiş olmaktan mutsuzluk duymadık. Eşim muhtemelen daha çok üzüldü ama ben hiç üzülemedim nedense.
Dolaştığımız yerlere bakındık sorduk ancak yok…
Bu şehrin bilinmez bir yerinde bıraktık, kaybettik ya da çalındı makinemiz…
Nihayetinde bir parçamızı bu şehirde bırakaraktan ve yıllar sonra yeniden gelme isteğiyle dolu olarak yolumuzu Ludwigsburg’a çeviriyoruz:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder