Geçen seferki hapiste uzunca süre tek müziğim Brahms’ın Ein deutsches Requiem’iydi. Karajan’ın 1947 kaydı, sopranoda gencecik Elisabeth Schwarzkopf. Her gün iki üç defa dinledim. Brahms’ın armonileri ilk bakışta basit görünür, eşlik etmeye kalkarsan fark edersin altta ne kadar karmaşık sesler olduğunu. Şimdi başından sonuna beynime kazınmıştır, bir akorunu duysam tüylerim diken diken olur.
Selig sind, die da Leid tragen, denn sie sollen getröstet werden. Die mit Tränen säen, werden mit Freuden ernten.
Oradaki “Freuden” üzerinde bir patlama var ki, ömre bedel.
Yahut ikinci bölümün sekizinci dakikasına doğru, “Denn alles Fleisch ist wie Gras und alle Herrlichkeit des Menschen wie des Grases Blumen” mısraına doğru tırmanan trombon fanfarı. Duvarları yıkarsın o müzikle.
Yahut üçüncü bölümün sonundaki büyük koral:
Der Gerechten Seelen sind in Gottes Hand und keine Qual rühret sie an.
*
1985’te tek yönlü bir pasaportla beni Türkiye’ye gönderdiler. Geldiğimde ne olacağı belli değil. Tutuklanır mıyım? Hangi zindanda ne kadar kalırım? Meçhul.
Yolda birkaç saat Belgrad’da mola verdim. Daha uçaktayken başlamıştı; orada Meydan civarında volta atarken beynimi büsbütün esir aldı, başka hiçbir şey düşünemez oldum. Matthaeus Passion’un ilk korosu, baştan sona nota kaçırmadan hatırlıyorum, sonra her bir parti diğerinin üstüne binip devasa bir kontrpuana dönüşüyor, Bach’ın bile aklına gelmeyecek melodiler keşfediyorsun o yumağın içinde:
Sehet! Wen? Den Bräutigam.
Seht ihn! Wie? Als wie ein Lamm!
Sehet! Was? Seht die Geduld.
Seht! Wohin? Auf unsre Schuld.
O dönemde Peter Schreier’in Staatskapelle Dresden ile yaptığı kayıt var kulağımda. Schreier o müziğin dans ögesini vurgular, çarmıh yolunu kederli ve içe dönük muazzam bir raks olarak okur. Kolaysa her tarafın hoplamadan aklından geçir bakalım!
Şimdi Matthaeus Passion’da favorim Philippe Herreweghe’nin 1998’de yaptığı Andreas Scholl’lu kaydı. Daha elektrikli sanki.
*
Başka bir sahne, 2008 yazı, Ali’nin Kazancı Yokuşundaki evinde tek başımayım, dışarıda yapış yapış iğrenç bir sıcak. Bütün dünya tepeme yıkılmış, konuşacak kimse yok, küçük sevgilim de terketmiş. Londra’ya mı gitsem? Etiyopya’ya mı göçsem? İlla hapse girmek lazım değil, dışarısı da hapisten beter olabilir bazen.
O günün anısı da Missa Solemnis’tir. İlk üç bölümü boş ver; Sanctus’ta olağanüstü bir aleme adım atarsın. Önce gitgide yalnızlaşan, bu dünyanın kaygılarını terkeden bir dua: “Benedictus qui venit in nomine domini.” Sonra, en beklemediğin anda yerçekimi ortadan kalkar, başka bir boyuta kanatlanırsın: “Osanna in excelsis.” Tüm müzik tarihinin en büyülü anını söyle dersen işte o andır. Daha önce fark etmemiştim, o gün fark ettim. Karajan’ın Christa Ludwig’li Viyana Filarmonik kaydından dinleseniz belki siz de fark edersiniz.
Beethoven’in son dönem eserlerinde buna benzer anlar vardır. 32’nci sonatın yavaş bölümünde beşinci çeşitlemeden itibaren girdiğin yerçekimsiz alan mesela. Ya da Diabelli çeşitlemelerinin 24’üncüsünden itibaren adım adım içine yuvarlandığın tuhaf alem.
Gene de Missa Solemnis’in yanına hiç biri yaklaşamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder