Aşağıdaki yazı TESEV için geçen kış yazdığım Türkiye Yeradları araştırmasının sonuç bölümüdür. Sevan Nişanyan'dan bu kadar mutedil, akil, adeta devletadamsal bir yazı bekler miydiniz?
Demin biri bir not yazdı o yüzden bu yazıyı ekleme ihtiyacı duydum. Blogdan yorum yazanlara nasıl direkt cevap yazılır bilmiyorum.
A. Kürtçe adlar sorunu
Değiştirilmiş yeradlarının iadesi meselesi Türkiye gündemine son yıllarda Kürt kültürel hakları tartışması çerçevesinde taşınmıştır.
“Kürt realitesini tanımak” deyimiyle ifade edilen süreç sonuçta Kürt dilinin kamusal alanda tanınması ve kabul edilmesi olayıdır. Bu ise, en azından, a) Kürt dilinin bir yazılı iletişim aracı olarak geliştirilmesini, b) Kürtçe eğitimin yaygınlaştırılmasını, c) resmi işlemlerde (Türkçenin yanısıra veya tek başına) Kürtçenin kullanılabilmesini, ve d) Kürt coğrafyasına ilişkin Kürtçe ad repertuvarının kamu söylemine dahil edilmesini içerir.
Türkçenin yanısıra ikinci bir ulusal – veya bölgesel – kamu dilinin kabulü, Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından bir devrim niteliğindedir. Şüphesiz her devrim gibi siyasi bir mücadelenin ve güç dengelerindeki bir değişimin sonucudur. Kanımızca, bugün varılan noktada kaçınılmaz bir gelişmedir. Detayları nasıl olursa olsun sonuçta Kürt dili kamusal alanda yerini alacaktır; onunla birlikte “Kürtçe” kabul edilen yeradları da Türkiye coğrafyasının doğal bir unsuru olarak haritalarda, yazışmalarda, resmi belgelerde, trafik levhalarında ve haberlerde boy gösterecektir.
Burada ilgi çekici bulduğumuz, fakat üzerinde henüz yeterince durulmamış olan husus şudur.
Kürtçe, ülkenin kamusal yaşamında İKİNCİ dil olarak kabul görecektir. Bunun adeta zorunlu bir yansıması olarak Kürtçe sayılan yeradlarının da İKİNCİ ad olarak benimsenmesi beklenir. Türkçe VE Kürtçenin kamu dilleri olarak tanındığı bir ortamda, kaçınılmaz görünen bir refleksle, mevcut (bürokratik) yeradları bu yerlerin “Türkçe” adları olarak kabul görecek ve onların YANISIRA Kürtçe sayılan adların kullanımı gündeme gelecektir.
Abdullah Gül’ün ziyaretiyle ünlenen kasabanın “Kürtçe” sayılan adı Norşên ise, “Türkçe” sayılan adı Norşin değil Güroymak’tır – Güroymak bir İçişleri Bakanlığı memurunun masabaşında ürettiği ad da olsa. Keza o ilin “Kürtçe” kabul edilen adı Dersîm ise, geniş kesimlerce “Türkçe” olarak değerlendirilen adı da Tunceli’dir.
Dolayısıyla kamuoyunun çok geniş bir kesimi için Türkçe ve Kürtçe adların – tıpkı İsviçre’de, Katalonya’da, Galler ülkesi ve İskoçya’da, Belçika’da, Lüksemburg’da, Alto Adige/Südtirol bölgesinde, eski Çekoslovakya’da ve İsrail’de olduğu gibi – YANYANA kullanılması en doğal çözüm olarak görülecektir.
Bugünün koşullarında kanımca makul olan budur; bundan farklı bir çözüm siyasi açıdan gerçekçi değildir.
Oysa dikkat edilirse, bundan elli veya yetmiş yıl önceki durum bu değildi. Bugün Kürtçe sayılan yeradlarının ezici çoğunluğu 1960 reformu öncesinde Türkçe kayıtlarda kullanılan ve yüzlerce yıldan beri kullanılmış olan adlardı. O kasabanın Türkçe adı Norşên olmasa bile Norşin idi. O ilin Türkçe adı da tartışılmaz bir şekilde Dersim idi.
Elli veya yetmiş yıllık siyasi uygulama bölgede yeni bir realite yaratmıştır. Daha önce bölgede varolan Kürtçe (veya Ermenice, Arapça, Süryanice…) isimler ORTAK kamu söyleminin bir parçası olarak kabul görürken, Cumhuriyet dönemi uygulamalarının bir sonucu olarak bugün Türkçenin (ve Türklerin) isim hazinesi ile Kürtçeninki ayrışmıştır. İki ayrı ulusal vokabüler ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla bugün bölgede Cumhuriyet döneminde verilmiş olan yeradlarının kaldırılarak eski adlara geri dönülmesi kamuoyunda “Türkçenin” yenilgiye uğraması ve “Türkçe adların” bölge coğrafyasından silinmesi olarak algılanacak ve buna uygun duygusal tepkilerle karşılaşacaktır.
Bunun tercih edilecek bir yol olmadığı kanısındayım.
*
Kürt coğrafyasında izlenmesi gereken yol bence son derece nettir.
a. Her şeyden önce bölgedeki coğrafi birimlerin Kürtçede cari olan adlarının tesbiti ve yazımının standartlaştırılması gereklidir.
b. Bu amaçla bölgede kullanılan bellibaşlı eski dilleri (Kurmanci, Zazaki, Ermenice, Arapça, Süryanice) bilen ve tarihî araştırma metodlarına vakıf kişilerden oluşan bir uzmanlık heyeti kurulmalıdır.
c. Kürtçe adlar varolan resmi (“Türkçe”) adların yanısıra genel dolaşıma sokulmalı; ikidilli haritalar yayımlanmalı; ikidilli trafik levhaları yapılmalı; okullarda Kürtçe adların öğretilmesi teşvik edilmelidir.
d. Farklı dil ve lehçelerin konuşulduğu yerlerde yerel adın Kurmanci biçiminin yanısıra diğer dil ve lehçelerdeki (Zazaki, Arapça, Süryanice vb.) biçimleri de tesbit edilmeli ve yayımlanmalıdır.
Kısıtlı dolaşıma sahip olan mezra, mahalle, mevki, dere vb. birimlerde yerel adın muhtemelen çok kısa süre içinde tek ad olarak benimseneceğine kesin gözüyle bakılabilir. Tek yerel dilin egemen olduğu bölgelerde Türkçe köy adlarının da bir süre sonra kendiliğinden kullanımdan düşmesi beklenir.
Buna karşılık belediye ve ilçe adları gibi daha geniş sirkülasyona sahip olan ve bir ölçüde kamuoyuna malolmuş olan Türkçe adların, görünür gelecekte yerel adlarla bir arada yaşamaya devam edeceği kabul edilmelidir.
B. Kültürel mirasın korunması
Türkçeden başka anadillerin konuşulmadığı bölgelerde yeradlarının iadesi meselesi daha karmaşıktır.
Bu yerlerin birçoğunda eski yeradları, toplumun en azından büyükçe bir bölümü tarafından unutulması tercih edilen “yabancı” bir kültüre aittir. 95 yıldan veya daha uzun süreden beri Ermenilerin yaşamadığı bir köyde “Ermenice” olarak algılanan eski ada dönüş, haklı veya haksız tepkilere yol açacaktır.
Bunun yanısıra, yukarıda belirttiğim gibi birçok yerin Türkçe olan adı dahi nahoş çağrışımlara sahip olduğu veya unutulması istenen gerçeklere işaret ettiği için yerel halkın isteği veya rızasıyla değiştirilmiştir. Bunların iadesini önermek şiddetli tepkilere yol açabilir.
“Referandum yapalım, çoğunluk karar versin” yaklaşımı çözüm değildir. Çünkü yerel düzeyde görüş birliğinin bulunduğu çok nadir örnekler dışında, önemli azınlıkların dışlanmasına ve belki duygusal tepkiler göstermesine neden olacaktır.
Türkçenin anadil olduğu bölgelerde, Cumhuriyetin yeradı değiştirme projesinin önemli oranda kalıcı olduğunu kabul etmek zorundayız.
Kaybedilmiş olan kültürel geçmişin bu bölgelerde bir ölçüde de olsa canlı tutulması belki Türkiye’nin 2006 yılından beri taraf olduğu UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirası Koruma Sözleşmesi çerçevesinde mümkün olabilir.
Hemen belirtelim ki Sözleşmenin ismen sayarak koruma altına aldığı kültürel pratikler arasında geleneksel yeradları mevcut değildir. Ancak yeradlarının temsil ettiği kültür mirası, sözleşmenin genel amacına ve tanımlarına tam olarak uyar.
2003’te kabul edilen Sözleşmenin gerekçe bölümünde “küreselleşen dünyanın bir olgusu olarak ortaya çıkan kitle kültürü[nün], insanlığın binlerce yıllık sözel kültürel belleğinde korunan büyük bir kültürel birikimi yok etmesi” olgusu esas alınmıştır. Somut olmayan kültürel miras (intangible cultural heritage) “kültürel çeşitliliğin potası ve sürdürülebilir kalkınmanın güvencesi”dir. Sözleşme “İnsanlığın somut olmayan kültürel mirasının korunması konusunda evrensel bir irade ve ortak kaygının” varlığını vurgular.
Sözleşmenin 2.3 maddesi “koruma” (safeguarding) başlığı altında, somut olmayan kültürel mirasın “tesbiti, belgelenmesi, araştırılması, muhafazası, olumsuz etkenlere karşı korunması, canlandırılması, formel ve informel eğitim yoluyla aktarılması, değişik yönleriyle yeniden hayata geçirilmesi”ni hedef olarak tesbit eder.[1]
Taraf devletler 12. madde uyarınca kendi ülkelerindeki somut olmayan kültürel mirasın envanterlerini çıkarmakla mükelleftir. 14. maddeye göre devletler, “somut olmayan kültürel mirasın tanınması, saygı kazanması ve canlanması amacıyla, i) genel kamuoyuna ve özellikle gençlere yönelik eğitici, farkındalığı artırıcı ve bilgilendirici programlar düzenlemek … iii) idari düzenlemeler ve bilimsel araştırmalar yoluyla mirası korumaya yönelik becerileri geliştirmek, iv) informel bilgi aktarım yöntemlerini kullanmak; b) kamuoyunu mirasa yönelik tehditler konusunda aydınlatmak” görevini üstlenir.[2]
21. maddeye göre UNESCO’nun ilgili komitesi somut olmayan mirasın korunması amacıyla taraf devletlere “korumanın çeşitli yönleriyle ilgili araştırmalar yapmak, uzman ve uygulayıcı personel sağlamak, personel eğitimi vermek, standart belirlemek, altyapı oluşturmak ve işletmek, ekipman ve beceri sağlamak” gibi yardımları taahhüt etmektedir.
Eski yeradlarının korunması ve canlandırılması konusunda bu aşamada yapılabilecek olan ve belki de yapılması gereken, resmi bir iade sürecinden ziyade, bu tür araştırma, belgeleme ve bilinçlendirme programıdır.
*
Daha somut olarak,
a. Yerel adlarla birlikte yerel tarihin, akademik ve popüler çerçevelerde araştırılması, belgelenmesi ve yayımlanması teşvik edilebilir;
b. Popüler yayınlarda ve eğitim müfredatında eski adların yaşatılması sağlanabilir;
c. Karayolu levhalarında – ya da en azından turistik bilgilendirme tabelalarında – eski adlar anımsatılabilir;
d. Eski ve yeni adları birlikte gösteren haritaların yayımı kolaylaştırılabilir.
Cüzi bütçelerle ve siyasi açıdan risksiz kararlarla hayata geçirilebilecek olan bu uygulamaların, kendi geçmişiyle ve kimliğiyle daha barışık, daha çoğulcu, daha özgüven sahibi bir Türkiye hedefine – biraz da olsa – hizmet edeceği muhakkaktır.
[1] “… ensuring the viability of the intangible cultural heritage, including the identification, documentation, research, preservation, protection, promotion, enhancement, transmission, particularly through formal and non-formal education, as well as the revitalization of the various aspects of such heritage.” Sözleşmenin resmi Türkçe metni anlaşılmaz bir dille yazıldığı için yeniden Türkçeye çevirildi.
[2] (a) ensure recognition of, respect for, and enhancement of the intangible cultural heritage in society, in particular through: (i) educational, awareness-raising and information programmes, aimed at the general public, in particular young people; (ii) specific educational and training programmes within the communities and groups concerned; (iii) capacity-building activities for the safeguarding of the intangible cultural heritage, in particular management and scientific research; and (iv)non-formal means of transmitting knowledge; (b) keep the public informed of the dangers threatening such heritage, and of the activities carried out in pursuance of this Convention; (c) promote education for the protection of natural spaces and places of memory whose existence is necessary for expressing the intangible cultural heritage.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder