İpek Hanım Çiftliği Sahibi Pınar hanım ile yapılan röportajı önceki mesajında linkini iletmemişti. Direk okumak isteyenler için buraya koyayım istedim.
Tarifsiz bir huzur ve güven röportajı
Teri Aksel'den duydum, “Yoksa Alya'ya İpek Hanım'ın çiftliğinden sebze, meyve, yumurta, nohut, kuru fasulye, köy eriştesi yedirmiyor musun?” dedi.
“Nasıl yani?” dedim biraz da suçlulukla. Bütün anneler şahane bir şey yapıyorlar çocuklarına, ben yine eksik kalıyorum hissiyle. “Aaaa senin de hiç bir şeyden haberin yok” dedi. “Nazilli yakınında İpek Hanım'ın çiftliği var. İnternetten sipariş ediyorsun, çok da makul fiyatlara, ertesi gün kargoyla evine yolluyorlar. Yumurtalar filan muhteşem. Hele üzümler, elma gibi pıtır pıtır ye, böyle üzüm hayatımda görmedim. Bizim Emma, sayelerinde pırasayı sevdi, o kadar taze ve güzel!
”Tahmin edeceğiniz gibi meraktan ve kıskançlıktan hemen neymiş bu “İpek Hanım'ın Çiftliği” diye araştırdım. Ve muhteşem bir kadınla tanıştım.
* Siz kimsiniz?
- Adım, Pınar Kaftancıoğlu. Nazilli'deki “İpek Hanım'ın Çiftliği”nin sahibiyim. İpek, 8 yaşındaki kızımın adı. Bazıları için, “Köyden sebzeler gönderen bizim Pınar”, bazıları için de Ümit Kaftancıoğlu'nun kızıyım...
* Ümit Kaftancıoğlu mu!
- Evet, bildiğiniz Ümit Kaftancıoğlu. Babam Cumhuriyet'te yazardı, TRT İstanbul radyosunda da prodüktördü. Livaneli ve Ruhi Su ile birlikte sayısız albüm hazırladı. Çok özel, çok neşeli, hayat dolu bir adamdı. 80 ihtilalinden birkaç ay önce suikasta kurban gitti. Faili meçhul cinayetlerden biriydi. Kollarımda öldü.
KOLLARIMDA ÖLDÜ
* Çok fenaymış...
- Öyle. Ben o zaman 8 yaşındaydım, beni okula götürecekti, birlikte aşağı indik, arabayı siliyordu, bir taraftan da benimle sohbet ediyordu. 3 kişilerdi, ikisini hemen teşhis ettim. Mamak'a gittiler ama ceza bile almadılar. O yıllarda tabii sağlıklı bir yargılama yoktu. Şu anda da işadamı olarak ortalıkta geziyorlar. Babam ise öldüğüyle kaldı. Kollarımın arasında, kanlar içinde, gözlerimin içine bakarak, “Pınarım, Pınarım” diyerek can verdi...
* İnsan böyle bir acının altından nasıl kalkar?
- Zor oluyor ama kalkıyor. Annem ve babamdan aldığım genler sayesinde galiba. Ben de ne olursa olsun hep neşeliyimdir, pes etmem, vazgeçmem, aynen babam gibi. Kars'tan kalkıp gelmiş Köy Enstitülü bir adam, annem ise bir İstanbul aristokratı, Sultanahmet'te konakta büyümüş. Babamın vefatından sonra annem edebiyat öğretmenliği yaparak bizi geçindirdi, o da müthiş bir kadındır. Ben de hayata erken atıldım. Zaten oldum olası çok aceleci, çok özgür, çok mücadeleci ve çalışmayı seven biriydim...
* Ne kadar özgür...
- Epey! Üniversiteye 14.5 yaşında başladım. Okula 4 yaşında gidip, bir yıl da sınıf atlayınca öyle oldu. İstanbul İşletme'nin birinci sınıfında da evlendim...
* Hamile mi kaldınız...
- Öyle oldu! Diyorum ya çok başına buyruk ve özgürüm. Üniversite arkadaşımdı, oğlum Can'a 4.5 aylık hamileyken evlendik ve hemen boşandık. Babalık filan yapmadı, böyle bir talebim de olmadı zaten. Biz Can'la birlikte büyüdük. Şu anda 26 yaşında şahane bir delikanlı. Bir ay sonra da torunum olacak. Gelinim Melike de dünyalar tatlısı bir kız, 27 Mayıs İhtihali'nde kurmay albay Şefik Soyuyüce'nin tek kızı. Geçen sene evlendiler, şimdi de bebekleri Mavi'yi bekliyoruz. Oğlum deniz aşığıdır, Melike'nin de gözleri masmavi...
ŞEHİRDEN SIKILMIŞTIM
* Peki siz, iş hayatına nasıl başladınız?
- Yazları Güney'deki otellerin resepsiyonlarında ve kat temizliğinde çalışıyordum, okunmuş Teksas Tommiks ticareti yapıyordum, pazarda şile bezinden elbise satıyordum. Hep Can'la. Ama öyle “Ah yazık kızcağıza!” durumu yoktu. Ciddi ciddi keyif alıyordum ticaretten. Hâlâ öyle. Sonra halıcılık yaptım. Yirmili yaşların ortasına kadar böyle devam etti. Derken İstanbul'da büyük bir holdinge kapağı attım. İyi bir maaş, havalı bir hayat. Ama ne bileyim, hep bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum...
* Nasıl yani?
- Şehirden, kalabalıktan sıkılmıştım. Bir de büyümüştüm artık, hiç öyle heyecan verici gelmiyordu İstanbul bana. Gece hayatı desen başım şişiyor, “Haydi yemeğe çıkalım'” desen, sahil yolundaki trafik caydırıyordu. Birine aşkınız bittiğinde en ufak hareketleri bile rahatsız etmeye, “batmaya” başlar ya, İstanbul'la ilgili bana da aynen öyle oldu. Trafik zaten başlı başına belaydı, komşularımın yarısını tanımıyordum, iki adım önümde kapkaççılara rastlıyordum. Günde beş kez geçtiğim caddenin ortasında bomba patlıyordu. Oğluma iki ördek göstereceğim diye arabayla iki saat yol yapıp Darıca'ya gidiyorduk. Durdum, düşündüm, cehennemde yaşadığımı fark ettim. Veeeeee....
* Neymiş o veeeee....
- Ege'ye yerleşmeye karar verdim. Otuzuncu yaşıma yeni girmiştim ve işimden ayrıldım, Mecidiyeköy'deki evin eşyasını bir kamyona yüklettim ve İstabul'dan ayrıldım. Can'la birlikte. Bu kadar basit.
* Herkesin bir gün çiftlik alma ya da bir cafe açma hayali vardır da ama o hep hayal olarak kalır. Siz nasıl yapabildiniz?
- Çiftlik pek geçmiyordu aklımdan. Şirince'de bir Rum evi alıp alt katını cafeye çevirmek; üstünde de kendim oturmak istiyordum. Yaptım da. Gelir gelmez bir Rum evi alıp restorasyona başladım. Ama işte, evi restore etmek istiyorsunuz, siz rabıtaları düşünürken Anıtlar Kurulu'nun bilmemne kararı çıkıveriyor karşınıza, onunla uğraşmak
zorunda kalıyorsunuz. Kuşadası'na yerleştik biz de. Uzun yıllar orada yaşadık...
BU, ÜÇÜNCÜ HAYATIM
* E peki çocuğumun eğitimi ne olacak filan demediniz mi?
- Bundan yirmi sene öncesi olsaydı derdim ama her şeye ulaşmanın kolay olduğu bir çağdayız. Artık her yerde iyi okullar var. Üstelik çocuk için çok daha güvenli, mutlu, ayakları yere basan bir hayat. Ege'de yaşamaktan daha muhteşem ne olabilir ki bir çocuk için? Oğluma “İstanbul'dan gidiyoruz” dediğimde, bırakın üzülmeyi, benden büyük bir heyecanla atlamıştı arabaya...
* Bu radikal değişikliği gerçekleştirirken ne kadar zorlandınız? Mesela finansı minansı nasıl hallettiniz?
- Pek de kolay olmadı. İstanbul'dan gelir gelmez çiftliği kurmuş değilim. Arada bir sekiz yıl var aşağı yukarı. Ama iş hayatından kopmadım. Az paraya bir ambalajlı doğal kaynak suyu fabrikası devraldım, hiç durmadan çalıştım, çok paraya sattım. Finansı buradan hallettim.
* Kızınızın babası?
- Ya bir de İpek'imiz var. O 8 senenin içine Adnan'a aşık olmayı da sığdırdım. ODTÜ sosyoloji mezunu çok kültürlü bir adamdır. Ama sonra anlaşamadık ayrıldık.
* Ve siz kendinize yeni bir hayat kurdunuz...
- Evet. Üçüncü hayatım. Birincisi İstanbul yılları, ikincisi Ege'de sekiz yıllık geçiş dönemi, üçüncüsü bu çiftliğin kurulmasıyla başladı. En keyifli, en anlamlı ve en mutluluk verici dönemim bu. 2003'te o su fabrikasını sattım. Bana, çocuklarıma, belki onların çocuklarına bile hayat boyu yetecek bir para aldım. 38. yaşımda emekliliğimi ilan ettim. Zamanında bölgede yatırım için aldığım arazilerden birine koca bir çiftlik evi inşa ettirdim. Başta neredeyse hiçbir şey yapmadığım, sadece kızımla ilgilendiğim, dinlendiğim, kitap okuduğum bir hayattı. Sonra dedim ki, üretmeden yaşamak bana göre değil. Bir şeyler yapmalı? Kızım için ektiğim meyveleri, sebzeleri İstanbul'daki, Ankara'daki eşe dosta gönderiyordum, teklif onlardan geldi. “Rahatsız oluyoruz biz beş para ödemeden böyle senin yolladıklarını kabul etmeye” dediler. “Sen şunlara bir fiyat koy, hem biz rahat rahat alalım, hem de eşe dosta önerebilelim...” Böyle başladı her şey.
* Köylülerle aranız nasıl?
- Ben yüksek duvarlı, güvenlik kameralı ev yaptıranlar gibi olmadım, haliyle köylülerle aramda herhangi bir soğukluk olmadı. Zaten şu su fabrikası nedeniyle uzun zamandır bölgede yaşıyordum. Epeyce de bir tanışıklığım vardı. Bir ev yaptırma ve hayatımın geri kalanını köyde geçirme kararımı duyunca şaşırdılar biraz. Herkes benim fabrikayı sattıktan sonra Miami'ye gideceğimi sanıyordu galiba! Tuhaf geldi onlara. Hâlâ da geliyor olabilir.
* Tam olarak neler yapıyorsunuz?
- Gerçek, düzgün bir tarımdan fazlasını yapmıyoruz. “İçine nasıl hile katarım?” düşüncesinin olmadığı bir tarım bizimki. Bölgeye yabancı bir şey de yetiştirmiyoruz. Bildiğiniz kabak, domates, brokoli...
* Size sipariş vermek isteyenlere ne tür hizmetleriniz var? Ürünleriniz nasıl gönderiyorsunuz...
- Mekanizma çok basit. Siz e-posta ile bir sipariş gönderiyorsunuz, siparişinize göre ürünler toplanıyor, paketleniyor, bir koliye düzgünce yerleştiriliyor ve ertesi gün adresinize geliyor kargo ile.
* Sorun yaşanmıyor mu?
- En fazla kolinizdeki yumurtalardan bir tanesi çatlayabiliyor, kırılabiliyor. Tüccar-müşteri ilişkisinden çok Pınar-Ayşe ilişkisi gibi bir şey yaşadığımızdan her şeye çözüm bulmak kolay.
DARISI HERKESİN BAŞINA
* Sizden ne almazsak çok şey kaçırmış oluruz...
- Tek bir ürün söylemem zor vallaha! Özellikle de mevsimin hızlı değiştiği şu günlerde. Haftadan haftaya güncellenen, oldukça dinamik bir ürün listem var. Bu hafta en çok takdir gören ürünümüz brokoli mesela.
* Hayatın karmaşasından ve işin kaosundan kaçtınız ama orada da bayağı komplike bir iş yapıyorsunuz. Büyük şehir ve trafik dışında fark nerede?
- Burada da sabahın 5'inden akşamın 9'una kadar çalışıyorum. Fark nerede biliyor musunuz? Trafikte öldüreceğim zamanı, insanlara yemek tarifi vererek geçiriyorum. Sıkıcı bir toplantıda olmaktansa, bulutları yukarıdan görebileceğim bir yaylada dolaşıyorum. Kızım, doğanın içinde, ayakları toprağa basarak yetişiyor. Dışarı çıkarak, hatta hiç eve girmeyerek, arkadaşlarıyla oradan oraya koşturarak büyüyor. Sabah kahvaltılarını bir plazanın café'sinde değil, sürekli bana gülümsedikleri halde, en ufak açığımı yakaladıklarında, yerime geçmek için kullanacak insanlarla değil, hakikaten içten, sıcacık gülen Ganimet Teyze'yle falan yapıyorum. Ne diyeyim? Tarifsiz bir huzur ve güven duygusu var hayatımda. Darısı herkesin başına!
Kaynak: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=19254338&yazarid=12
Tarifsiz bir huzur ve güven röportajı
Teri Aksel'den duydum, “Yoksa Alya'ya İpek Hanım'ın çiftliğinden sebze, meyve, yumurta, nohut, kuru fasulye, köy eriştesi yedirmiyor musun?” dedi.
“Nasıl yani?” dedim biraz da suçlulukla. Bütün anneler şahane bir şey yapıyorlar çocuklarına, ben yine eksik kalıyorum hissiyle. “Aaaa senin de hiç bir şeyden haberin yok” dedi. “Nazilli yakınında İpek Hanım'ın çiftliği var. İnternetten sipariş ediyorsun, çok da makul fiyatlara, ertesi gün kargoyla evine yolluyorlar. Yumurtalar filan muhteşem. Hele üzümler, elma gibi pıtır pıtır ye, böyle üzüm hayatımda görmedim. Bizim Emma, sayelerinde pırasayı sevdi, o kadar taze ve güzel!
”Tahmin edeceğiniz gibi meraktan ve kıskançlıktan hemen neymiş bu “İpek Hanım'ın Çiftliği” diye araştırdım. Ve muhteşem bir kadınla tanıştım.
* Siz kimsiniz?
- Adım, Pınar Kaftancıoğlu. Nazilli'deki “İpek Hanım'ın Çiftliği”nin sahibiyim. İpek, 8 yaşındaki kızımın adı. Bazıları için, “Köyden sebzeler gönderen bizim Pınar”, bazıları için de Ümit Kaftancıoğlu'nun kızıyım...
* Ümit Kaftancıoğlu mu!
- Evet, bildiğiniz Ümit Kaftancıoğlu. Babam Cumhuriyet'te yazardı, TRT İstanbul radyosunda da prodüktördü. Livaneli ve Ruhi Su ile birlikte sayısız albüm hazırladı. Çok özel, çok neşeli, hayat dolu bir adamdı. 80 ihtilalinden birkaç ay önce suikasta kurban gitti. Faili meçhul cinayetlerden biriydi. Kollarımda öldü.
KOLLARIMDA ÖLDÜ
* Çok fenaymış...
- Öyle. Ben o zaman 8 yaşındaydım, beni okula götürecekti, birlikte aşağı indik, arabayı siliyordu, bir taraftan da benimle sohbet ediyordu. 3 kişilerdi, ikisini hemen teşhis ettim. Mamak'a gittiler ama ceza bile almadılar. O yıllarda tabii sağlıklı bir yargılama yoktu. Şu anda da işadamı olarak ortalıkta geziyorlar. Babam ise öldüğüyle kaldı. Kollarımın arasında, kanlar içinde, gözlerimin içine bakarak, “Pınarım, Pınarım” diyerek can verdi...
* İnsan böyle bir acının altından nasıl kalkar?
- Zor oluyor ama kalkıyor. Annem ve babamdan aldığım genler sayesinde galiba. Ben de ne olursa olsun hep neşeliyimdir, pes etmem, vazgeçmem, aynen babam gibi. Kars'tan kalkıp gelmiş Köy Enstitülü bir adam, annem ise bir İstanbul aristokratı, Sultanahmet'te konakta büyümüş. Babamın vefatından sonra annem edebiyat öğretmenliği yaparak bizi geçindirdi, o da müthiş bir kadındır. Ben de hayata erken atıldım. Zaten oldum olası çok aceleci, çok özgür, çok mücadeleci ve çalışmayı seven biriydim...
* Ne kadar özgür...
- Epey! Üniversiteye 14.5 yaşında başladım. Okula 4 yaşında gidip, bir yıl da sınıf atlayınca öyle oldu. İstanbul İşletme'nin birinci sınıfında da evlendim...
* Hamile mi kaldınız...
- Öyle oldu! Diyorum ya çok başına buyruk ve özgürüm. Üniversite arkadaşımdı, oğlum Can'a 4.5 aylık hamileyken evlendik ve hemen boşandık. Babalık filan yapmadı, böyle bir talebim de olmadı zaten. Biz Can'la birlikte büyüdük. Şu anda 26 yaşında şahane bir delikanlı. Bir ay sonra da torunum olacak. Gelinim Melike de dünyalar tatlısı bir kız, 27 Mayıs İhtihali'nde kurmay albay Şefik Soyuyüce'nin tek kızı. Geçen sene evlendiler, şimdi de bebekleri Mavi'yi bekliyoruz. Oğlum deniz aşığıdır, Melike'nin de gözleri masmavi...
ŞEHİRDEN SIKILMIŞTIM
* Peki siz, iş hayatına nasıl başladınız?
- Yazları Güney'deki otellerin resepsiyonlarında ve kat temizliğinde çalışıyordum, okunmuş Teksas Tommiks ticareti yapıyordum, pazarda şile bezinden elbise satıyordum. Hep Can'la. Ama öyle “Ah yazık kızcağıza!” durumu yoktu. Ciddi ciddi keyif alıyordum ticaretten. Hâlâ öyle. Sonra halıcılık yaptım. Yirmili yaşların ortasına kadar böyle devam etti. Derken İstanbul'da büyük bir holdinge kapağı attım. İyi bir maaş, havalı bir hayat. Ama ne bileyim, hep bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum...
* Nasıl yani?
- Şehirden, kalabalıktan sıkılmıştım. Bir de büyümüştüm artık, hiç öyle heyecan verici gelmiyordu İstanbul bana. Gece hayatı desen başım şişiyor, “Haydi yemeğe çıkalım'” desen, sahil yolundaki trafik caydırıyordu. Birine aşkınız bittiğinde en ufak hareketleri bile rahatsız etmeye, “batmaya” başlar ya, İstanbul'la ilgili bana da aynen öyle oldu. Trafik zaten başlı başına belaydı, komşularımın yarısını tanımıyordum, iki adım önümde kapkaççılara rastlıyordum. Günde beş kez geçtiğim caddenin ortasında bomba patlıyordu. Oğluma iki ördek göstereceğim diye arabayla iki saat yol yapıp Darıca'ya gidiyorduk. Durdum, düşündüm, cehennemde yaşadığımı fark ettim. Veeeeee....
* Neymiş o veeeee....
- Ege'ye yerleşmeye karar verdim. Otuzuncu yaşıma yeni girmiştim ve işimden ayrıldım, Mecidiyeköy'deki evin eşyasını bir kamyona yüklettim ve İstabul'dan ayrıldım. Can'la birlikte. Bu kadar basit.
* Herkesin bir gün çiftlik alma ya da bir cafe açma hayali vardır da ama o hep hayal olarak kalır. Siz nasıl yapabildiniz?
- Çiftlik pek geçmiyordu aklımdan. Şirince'de bir Rum evi alıp alt katını cafeye çevirmek; üstünde de kendim oturmak istiyordum. Yaptım da. Gelir gelmez bir Rum evi alıp restorasyona başladım. Ama işte, evi restore etmek istiyorsunuz, siz rabıtaları düşünürken Anıtlar Kurulu'nun bilmemne kararı çıkıveriyor karşınıza, onunla uğraşmak
zorunda kalıyorsunuz. Kuşadası'na yerleştik biz de. Uzun yıllar orada yaşadık...
BU, ÜÇÜNCÜ HAYATIM
* E peki çocuğumun eğitimi ne olacak filan demediniz mi?
- Bundan yirmi sene öncesi olsaydı derdim ama her şeye ulaşmanın kolay olduğu bir çağdayız. Artık her yerde iyi okullar var. Üstelik çocuk için çok daha güvenli, mutlu, ayakları yere basan bir hayat. Ege'de yaşamaktan daha muhteşem ne olabilir ki bir çocuk için? Oğluma “İstanbul'dan gidiyoruz” dediğimde, bırakın üzülmeyi, benden büyük bir heyecanla atlamıştı arabaya...
* Bu radikal değişikliği gerçekleştirirken ne kadar zorlandınız? Mesela finansı minansı nasıl hallettiniz?
- Pek de kolay olmadı. İstanbul'dan gelir gelmez çiftliği kurmuş değilim. Arada bir sekiz yıl var aşağı yukarı. Ama iş hayatından kopmadım. Az paraya bir ambalajlı doğal kaynak suyu fabrikası devraldım, hiç durmadan çalıştım, çok paraya sattım. Finansı buradan hallettim.
* Kızınızın babası?
- Ya bir de İpek'imiz var. O 8 senenin içine Adnan'a aşık olmayı da sığdırdım. ODTÜ sosyoloji mezunu çok kültürlü bir adamdır. Ama sonra anlaşamadık ayrıldık.
* Ve siz kendinize yeni bir hayat kurdunuz...
- Evet. Üçüncü hayatım. Birincisi İstanbul yılları, ikincisi Ege'de sekiz yıllık geçiş dönemi, üçüncüsü bu çiftliğin kurulmasıyla başladı. En keyifli, en anlamlı ve en mutluluk verici dönemim bu. 2003'te o su fabrikasını sattım. Bana, çocuklarıma, belki onların çocuklarına bile hayat boyu yetecek bir para aldım. 38. yaşımda emekliliğimi ilan ettim. Zamanında bölgede yatırım için aldığım arazilerden birine koca bir çiftlik evi inşa ettirdim. Başta neredeyse hiçbir şey yapmadığım, sadece kızımla ilgilendiğim, dinlendiğim, kitap okuduğum bir hayattı. Sonra dedim ki, üretmeden yaşamak bana göre değil. Bir şeyler yapmalı? Kızım için ektiğim meyveleri, sebzeleri İstanbul'daki, Ankara'daki eşe dosta gönderiyordum, teklif onlardan geldi. “Rahatsız oluyoruz biz beş para ödemeden böyle senin yolladıklarını kabul etmeye” dediler. “Sen şunlara bir fiyat koy, hem biz rahat rahat alalım, hem de eşe dosta önerebilelim...” Böyle başladı her şey.
* Köylülerle aranız nasıl?
- Ben yüksek duvarlı, güvenlik kameralı ev yaptıranlar gibi olmadım, haliyle köylülerle aramda herhangi bir soğukluk olmadı. Zaten şu su fabrikası nedeniyle uzun zamandır bölgede yaşıyordum. Epeyce de bir tanışıklığım vardı. Bir ev yaptırma ve hayatımın geri kalanını köyde geçirme kararımı duyunca şaşırdılar biraz. Herkes benim fabrikayı sattıktan sonra Miami'ye gideceğimi sanıyordu galiba! Tuhaf geldi onlara. Hâlâ da geliyor olabilir.
* Tam olarak neler yapıyorsunuz?
- Gerçek, düzgün bir tarımdan fazlasını yapmıyoruz. “İçine nasıl hile katarım?” düşüncesinin olmadığı bir tarım bizimki. Bölgeye yabancı bir şey de yetiştirmiyoruz. Bildiğiniz kabak, domates, brokoli...
* Size sipariş vermek isteyenlere ne tür hizmetleriniz var? Ürünleriniz nasıl gönderiyorsunuz...
- Mekanizma çok basit. Siz e-posta ile bir sipariş gönderiyorsunuz, siparişinize göre ürünler toplanıyor, paketleniyor, bir koliye düzgünce yerleştiriliyor ve ertesi gün adresinize geliyor kargo ile.
* Sorun yaşanmıyor mu?
- En fazla kolinizdeki yumurtalardan bir tanesi çatlayabiliyor, kırılabiliyor. Tüccar-müşteri ilişkisinden çok Pınar-Ayşe ilişkisi gibi bir şey yaşadığımızdan her şeye çözüm bulmak kolay.
DARISI HERKESİN BAŞINA
* Sizden ne almazsak çok şey kaçırmış oluruz...
- Tek bir ürün söylemem zor vallaha! Özellikle de mevsimin hızlı değiştiği şu günlerde. Haftadan haftaya güncellenen, oldukça dinamik bir ürün listem var. Bu hafta en çok takdir gören ürünümüz brokoli mesela.
* Hayatın karmaşasından ve işin kaosundan kaçtınız ama orada da bayağı komplike bir iş yapıyorsunuz. Büyük şehir ve trafik dışında fark nerede?
- Burada da sabahın 5'inden akşamın 9'una kadar çalışıyorum. Fark nerede biliyor musunuz? Trafikte öldüreceğim zamanı, insanlara yemek tarifi vererek geçiriyorum. Sıkıcı bir toplantıda olmaktansa, bulutları yukarıdan görebileceğim bir yaylada dolaşıyorum. Kızım, doğanın içinde, ayakları toprağa basarak yetişiyor. Dışarı çıkarak, hatta hiç eve girmeyerek, arkadaşlarıyla oradan oraya koşturarak büyüyor. Sabah kahvaltılarını bir plazanın café'sinde değil, sürekli bana gülümsedikleri halde, en ufak açığımı yakaladıklarında, yerime geçmek için kullanacak insanlarla değil, hakikaten içten, sıcacık gülen Ganimet Teyze'yle falan yapıyorum. Ne diyeyim? Tarifsiz bir huzur ve güven duygusu var hayatımda. Darısı herkesin başına!
Kaynak: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=19254338&yazarid=12
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder