Hayır, barış mutlak bir değer değildir. “Önemli olan sadece barış, gerisi teferruat” diyenlere de asla kanmayın derim. Otoriteye tapanların tarih boyunca klasik sloganıdır. “Barış ve huzura her zamankinden fazla ihtiyacımız olan şu zor günlerde…” “Ne lüzum var şimdi tekneyi sallamaya…” “Polis kardeşlerimizin de hassasiyetleri var…” Vesaire. Tanıdık geliyor mu?
Zorbalığa karşı şiddet kullanmak meşrudur ve haktır. Gerekirse adam da öldürülür. Bunu topyekün inkâr ettiğin zaman, BİR, güçlüye teslim olmayı savunmuş olursun; İKİ, güçlüye teslim olmayıp bunca zaman savaşanları aşağılamış, aptal yerine koymuş olursun. Barış eğer tek ve mutlak toplumsal değer ise, otuz sene dağda o meşakkati boşuna mı çektiler? Yoksa barış bugün pek kıymetliydi de 1984’te yahut 1993’te değil miydi?
Kaldı ki boşuna mücadele etmemiş oldukları da besbelli ortada. Bilek gücüyle sonuç aldılar. Koca devlete pes ettirdiler. Neyin karşılığında mücadeleyi bıraktıklarını henüz bilmiyoruz. Ama tatminkâr bir şey almadan sahadan çekilmiş olacaklarına ihtimal vermem.
Demek ki neymiş? Şiddet bazen faydalıymış. Barışalım diyen, barışın neden daha iyi olduğunu göstermekle mükellefmiş.
*
“Barış süreci” denen şeyin öyle aman aman kırılgan bir şey olduğuna inanmıyorum. Şüphesiz bizim bilmediğimiz bazı riskleri, belirsizlikleri vardır. Ama Baskın Hoca yahut İsmail Hoca “aman dikkat, Osmanlı’da oyun çoktur, bunlar satar adamı” dedi diye rayından çıkacak narinlikte bir şey olduğunu hiç sanmam.
Bir kere, şu anda, ucu açık bir pazarlığın sürdüğü yanılgısını aklınızdan çıkarın. Öyle görünüyor ki pazarlık en azından 2007-2012 döneminde sürdü, 2012’nin son günlerinde – belki de açlık grevlerinin sonlandırıldığı gün – noktalandı. Zanneder misiniz ki başbakanın pat diye 180 derece dönüş yapması, PKK şeflerinin oy birliği ile silah bırakmaya razı gelmesi, Almanın Amerikalının yüzünde gülücükler belirmesi, İsrail’in “e peki bari” deyip yılda beşyüzbin turistten dem vurması, ucu sonu belirsiz bir “barış sürecine” güvendikleri için oldu? İnşallahla yürür mü bu işler?
Şu anda yaşadığımız şey bir halkla ilişkiler operasyonudur. Vitrin çalışmasıdır. Pişmiş aşın törenle sofraya getirilmesidir. Bunu bilince riskleri ve imkânları daha iyi değerlendirebilirsin.
*
Zannederim sürecin bir noktasında, meselenin demokratik hak ve özgürlükler gibisinden bir entel dantel meselesi olmadığı, bir iktidar paylaşımı meselesi olduğu anlaşıldı. Kürtleri KİM yönetecek? Nasılı da önemli elbette, ama öncelikle, KİM? TC yönetiminin bugüne kadarki yapısıyla bu işi sürdüremeyeceği 1990’larda kafalara dank etmişti. Bölgede sivil otoriteyi tesis edebilecek yegâne gücün PKK ve onun sivil uzantıları olduğuna da zamanla uyandılar.
Bu kadar provokatif olmayalım, peki. Şöyle diyelim: Bölgede sivil otoriteyi ancak PKK ve onun sivil uzantılarının rızasıyla yeniden tesis edebileceklerini anladılar. Aynı şey, ama kulağa daha yumuşak geliyor.
2003’ten sonra Kuzey Irak’ta oluşan durum, Kürt meselesinin Türkiye açısından sadece risk unsuru değil, aynı zamanda bir fırsat unsuru da olabileceğinin görülmesini sağladı. Erbil’de iktidarı oranın Kürdüyle paylaşabiliyorsan Diyarbakır’da niye paylaşmayasın?
Meslenin çözümü, devlet erkinin kutsallığı ve bölünmezliği üzerine kurulu arkaik TC anayasasının revizyonunu gerektiriyordu. O yüzden “Kürt açılımı” ilk günden bu yana daima anayasa reformu projesiyle birlikte anıldı. Yeni anayasa, Türklerle Kürtler (ve muhtemel diğerleri) arasında yeni bir sosyal kontrat olmak zorundaydı. O yüzden anayasayı Kürtlerin onaylaması, hem de ezici bir ittifakla onaylaması, hayati önemdeydi.
Şöyle düşün. CHP ile MHP yeni anayasaya hayır derse ne olur? Hiçbir şey olmaz, millet gülümser geçer. Kürtler hayır derse ne olur? Kıyamet kopar. Proje kökünden çöker. Bana sorarsanız bu ülke bir daha su tutmaz, dörtnala bölünmeye gider.
Ciddi pazarlık sanırım 2007’de, generallerin tasfiyesiyle eşzamanlı başladı. 2009 yazında bir iyimserlik noktasına varıldı. Ama her iki tarafın da bazı şeyleri içine sindirebilmesi için zaman geçmesi gerekiyordu. Aralık 2009 KCK operasyonuyla hükümet cüretkâr bir blöf denemesine girişti. BDP resti gördü, cevabını Eylül 2010 mini-anayasa referandumunu boykot ederek verdi. Sanırım ölümcül hamle buydu. Sürecin çıkmaza girmiş göründüğü bu noktada, Ekim-Kasım 2010’dan itibaren başbakanın söylemi olmadık bir yöne savruldu. İki sene süren esip üfürmelerin ne kadarı hesaplı blöftü? Ne kadarı çaresizliğin hırçınlığıydı? Bilmiyoruz, muhtemelen hiç bilemeyeceğiz.
Sonuçta anlaşmaya elleri mahkûmdu. PKK kısa vadede bağımsızlığın gerçekçi bir hedef olmadığını görüyordu; belirsiz bir hedef uğruna elemanlarını ilanihaye dağda tutamayacağının farkındaydı. TC, karşı tarafla anlaşmadan bölgede sivil itaati sağlayamayacağını, içeride askeri vesayeti tasfiye edemeyeceğini, Irak ve Suriye’deki çıkarlarını gereği gibi savunamayacağını anlıyordu. Anlaşmaları zaman meselesiydi. Anlaştılar. Anlaşmış görünüyorlar.
*
Anlaşmaları iyi bir şey midir? İllaki iyidir. Hatta çok iyidir. Umulduğu gibi yürürse yalnız Türkiye ve Kürtler açısından değil, bölge ve dünya dengeleri açısından güzel sonuçlar doğurmaya adaydır.
Türkiye açısından: Ekonomi rahatlar. CHP ve MHP adı verilen iki zavallılıktan nihayet kurtuluruz. Askerin içe dönük hotzotuna zemin kalmaz. İdari ademimerkeziyet Kürdistanla sınırlı kalmayacaksa, fırsattan istifade, bütün memlekette özgürlükler artar. Irak ve Suriye’de Türkiye’nin oyun gücü katlanır.
İtiraf edeyim ki bu memlekette iş güç ve çoluk çocuk sahibi biri olarak Türkiye’nin güçlenmesi bana iyi gelir, sizi bilmem.
Kürtler açısından: Ulusal gurur patlaması yaşanır, yıllar süren aşağılama ve ezilmişliği aşma azmi güçlenir. Ekonomi rahatlar. Tek parti egemenliğinin sakıncaları neler olur, rövanşizm nereye kadar kontrol altında tutulabilir, bilmiyorum. Ama görebildiğim kadarıyla BDP içinde Türkiye ortalamasının çok üstünde, açık fikirli, kaliteli insanlar az değil. Allahın izniyle belki onlar bir fark yaratabilirler.
Dünya açısından: İç sıkıntılarını aşmış, kendine güvenen bir Türkiye’nin Kuzey Irak ve Suriye’ye hakim olması sanırım Batı dünyasının da, İsrail’in de işine gelir. Belki bu noktada Rusya ile pazarlık masasına oturularak, Suriye üzerindeki vetosunu kaldırması sağlanabilir. Bölgesel istikrar açısından en büyük çıban başı olan İran, biraz tehdit ve biraz pazarlıkla, daha uyumlu bir politikaya razı edilebilir.
*
İşin iyimser yanı böyle. Madalyonun diğer yüzü ise, şüphesiz, Tayyip Erdoğan’ın padişahlığıdır. Başkanlık sisteminin Türkiye için en iyi sistem olacağını yirmibeş seneden beri savundum ve hala savunurum. Ama Diyarbakır fatihi ve Halep galibi bir Erdoğan’ın rakipsiz egemenliğinden de, ne yalan söyleyeyim, ben korkarım.
Yukarıda “umulduğu gibi yürürse” dedim. Umulduğu gibi yürüyeceğine dair bir güvence yok elimizde. Osmanlı’nin iktidardaki kibri gem tanımaz. Yunanistan’ı kaybeden de o kibirdir, Sırbistan’ı, Bulgaristan’ı, Makedonya’yı, Arnavutluğu, Arabistan’ı kaybeden de o kibirdir, Ermenileri kesmekten başka çare üretemeyen de o kibirdir. Bu sefer o kibir nerede hortlar, ne kadar saçmalar? Muhatabını Türkün ezeli şanından gözleri kamaşan bir kara böcek sayma gafletinden kendini ne kadar arındırabilir? Bunları bilmiyoruz.
Şansımız varsa geçmişten ders alınmıştır. Osmanlının iki asırlık dağılma sürecinde ilk kez bir ayrılıkçı hareket başarıyla kontrol altına alınır, gurur duyarız. Şansımız yoksa 1913’ü, 1878’i, 1828’i bir defa daha yaşar, öğreniriz.
*
Okuduğum gazetelerdeki “süreç” şakşakçılığı bana işte bu sebeplerle sinir bozucu geliyor.
“Süreç” muhafızlığına soyunan bu arkadaşlar gazetecilik mi yapıyorlar? Yok, perde arkasındaki mutabakat hakkında senden benden ve kahvedeki Recai Efendiden bir gıdım fazla bildikleri yok.
Barışın içini dolduracak fikirler, kurumsal çözümler mi öneriyorlar? “Ben bilirim sen sus” diyen iktidara karşı, kibir yatıştırıcı projeler mi üretiyorlar? Yok, anayasa tartışmaları rafa kaldırılalı neredeyse iki sene oldu, o işlere şimdi Cemil Çiçek bakıyor.
Barış gerçekleştiği takdirde heyula gibi karşımıza dikilecek olan padişahlık ihtimaline karşı pozisyon mu geliştiriyorlar? Belkemiğini güçlendirecek sporlara mı başladılar? Yok, büyüklerimizin sağduyusuna olan güvenleri sonsuz.
Görünürdeki tek kaygıları, iktidarın koyduğu kırmızı çizgilere uyma kaygısı. Nedir? Aman “süreç” zarar görmesin! Örtmenim İsmail Beşikçi çok oluyor, hem maksimalist, hem Kürt bilem değil. Örtmenim Kürt anaları barış istiyor bunlar bozguncu. Örtmenim bunlar kendileriyle barışık değil, iç dünyalarında huzur yok, vatana ne faydaları olacak? Örtmenim bunlar Boğaz’a karşı viski, pardon alttan ısıtmalı cafelerde ahkâm kesmesin, şehit anaları rencide oluyor.
Acıklı, bence. Okuduğum gazeteleri değiştireceğim galiba. Sabah sabah hiç çekilmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder