Çocukluğumun üç yılını geçirdiğim memleketimde bir dere vardı, bağların bahçelerin ortasından kıvrıla kıvrıla akan…
8 yaşlarındaydım o dereyle ilk tanıştığımda, üzerinden atlayarak geçmeye çalıştığımızı hatırlıyorum, ufak bahçemize giderken de, babaannemlerin bağdaki evlerine gitmeye çalışırken de… Babaannemler kışı ilçe merkezinde geçirirlerdi, bizim alt katımızda otururlar, iki katlı ahşap evimizin yan tarafında ise ahır dururdu. Adı Sarıkız olan bir inek, tavuklar beraberinde…
Peynirimizin, sütümüzün, yoğurdumuzun, ayranımızın, tereyağımızın babaannemden geldiği yıllardı…
Bahar gelir gelmez havalar azıcık ısınmaya yüz tutunca babaannemlerin bağdaki evlerine taşınma vakti gelirdi, buzdolabı dahil eksiksiz mutfak eşyası yatak yorgan bir traktöre yüklenir, arkasına da Sarıkız yularından bağlanır, bahçeye taşınırlardı. Bu taşınmayı da hatırlıyorum hayal meyal, biz ilçede kalırdık yazın.
En az 1 saat yürüme mesafesindeydi bahçeler ilçeden. Dik bir yokuş çıkılırdı, asfalttı yokuş, sağında solunda bahçeler evler, derenin üstündeki köprüden geçilirdi, yokuş bir süre sonra dikliğini bırakır hafif eğim alırdı. Şu an bu yazıyı yazarken tek tek geçtim o yolu, hava güneşli hafızamda, sıcak ama bunaltmıyor, sabah serinliğinde gidiyoruz çünkü. Yokuş bitince düzlük başlayacak, ya sağa kıvrılıp önce toprak yoldan sonra dereden devam edeceğiz, ya da asfalt yoldan bir müddet daha yol alıp bir sonraki sağa dönen toprak yoldan devam edeceğiz.
Arada bir annem bana bonus verir gibi dereden doğru bahçeye gitmeyi teklif ederdi. O yokuşu çıkmamız gerekmezdi böylece. Dereyi kesen asfalt yoldan hemencecik dereye inilir, öyle gidilirdi, dere boyu… Ama yol uzardı, derenin adetiydi çünkü kıvrıla kıvrıla yayıla yayıla yol almak… Ona eşlik edenlere de bu düzeni sunuyordu.
8-9 yaşlarımdaydım, bahar mevsimiydi. Babannemler daha öncesinden bahçeye taşınmış olacaklar ki bayramlaşmaya topluca bahçedeki evlerine gitmiş cümbür cemaat. Bahçede babaannemin komşuları vardı, onların da çocukları, torunları… Ziyaret edenleri çoktu babaannemler gibi…
İlçeye şehirden ilk taşındığımız yıldı o vakit, çoğu kişiyi tanımıyordum, benim için ilkti.
Çoluk çocuk o dere boyunca bahçeye gitmiştik, bayramlaşıp dönmüştük. O günün tadı damağımda kalmıştı…
Bir daha hiç olmadı…
Bir sonraki sene kış bitmek bilmemişti, bayram bir 10 gün daha geriye gelmişti, babannemler bayram vaktini artık hep ilçede geçirir olmuşlardı.
Bir sonraki sene de…
Bir sonraki sene ise artık Anadolu Lisesi okumak için yeniden şehre taşınacağımız yıl olacaktı…
Dere boyu yürümenin güzelliğine bir 7 yıl sonra ben artık üniversiteyi kazandığımda annemler yeniden ilçeye taşındığında varacaktım. Ama aynı tad olmayacaktı. Dereyi artık akar halde görmek hiç mümkün değildi.
Çocukluğumda ilçede geçirdiğim o üç yıl boyunca derede oynadığımızı, üstünden atlamaya geçmeye çalışırken bolca ıslandığımızı, ayaklarımızı sıkça yıkadığımızı hatırlıyorum…
Oysa artık değil ayak yıkamak ayağı ıslatacak su zor bulunuyordu yaz vakti derede…
Yaz başında derenin suyu bağ bahçe sulamaya açılır, belediye derenin suyunu sırayla bağ bahçe sahiplerine pay ederdi. Yağmurlar kesilip de bu sulama içi yaz başında had safhaya varınca artık dereyi görmez olurduk. Erkenden bağ bahçe sulamaya verilen derenin suyu yetmiyordu çevreye…
Geçtiğimiz hafta sonu bütün bu anılarım yeniden canlandı…
Ağva’nın Hacıllı Köyünden geçip de vardığımız Göksu Nehrini besleyen dere boyu yaptığımız yürüyüşte yeniden şırıl şırıl akan bir dere, yeniden atlaya zıplaya yürümek, bu kez çocuk olan ben değil, oğlum var yanı başımda, kızım kucağımda…
Tertemiz hava, çeşitli ot-ağaç kokuları karışımı, aralarından geçmek, derenin üstündeki taşlardan düşmeden kaymadan yürümeye çalışmak, ıslanmamaya çalışmak…
Sandwichlerimizi bu güzelliğin ortasında yemek…
Dönüş yolunda köylülerden alışveriş etmek, oracıkta kendi başına oynayan Ela Nur ile tanışmak... Yanında ki salıncağa oturup sallanmak beraber...
Can'ın gezi boyunca mutluluğuna, keyifle otobüste şarkı şöylemesine şahit olmak...
Gezi sonunda çamurlanan botları yıkamak derede, ayaklarımızı derenin suyuyla buluşturmak...
Çok güzeldi ne diyebilirim ki…
Bedenler yorgundu belki ama dinlenmiş bir ruhumuz vardı günün sonunda...
Gezi sonunda çamurlanan botları yıkamak derede, ayaklarımızı derenin suyuyla buluşturmak...
Çok güzeldi ne diyebilirim ki…
Bedenler yorgundu belki ama dinlenmiş bir ruhumuz vardı günün sonunda...
Aslında bu yazının başlığını ilk attığımda bu geziyi anlatmaktı niyetim, çoluk çocuk katıldığımız bu trekkingi anlatmak, o çevreyi tanıtmaktı fikrim.
Ama anılardan ufak bir sayfa açınca, defter aralandı geçmişten aldı ilhamını bu yazı, geçmişte kalsın istedim bu yazı, sadece günümüz fotoğrafları eşlik etsin aralarda…
Beni anılarıma götürüp bu satırları yazıp ölümsüzleştirmemi sağlayan güzel dere, adını bilmiyorum ama teşekkürler sana…
Ve esas bu anılara sahip olmamı sağlayan dere bu yazı senin için…
Yazın olmasa da kışın halen aktığını hayal ediyorum, hep orada olduğunu, beni beklediğini…
Olgun ve kendinden emin, bir şey ispatlamaya çalışmadan düzeninde yol aldığını, mevsimlere göre arttığını, azaldığını, kabullenmişliğini hayal ediyorum, anlıyorum seni…
Seni özlediğimi fark ediyorum, çok hem de…
Sen misin özlenen çocukluğum mu tam idrak edemiyorum ama belki yanına gelsem bana bunun cevabını da verebilirsin…
Sen misin özlenen çocukluğum mu tam idrak edemiyorum ama belki yanına gelsem bana bunun cevabını da verebilirsin…
En derin sevgilerimle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder