"aşağıdan" adlı e-derginin 1 Ocak sayısında çıkan röportajım
Biz bu röportajı yaparken henüz tarih 21 Aralık’ı bulmamış durumda. Dünyadaki hatrı sayılır bir nüfusun inancına göre belki de asla yayınlanma imkanı bulamayacak şeyler söyleyeceksiniz. Peki ya bugüne dek söylediklerinizin kıyamet dışı nedenlerle yayınlanamadığı oldu mu? Kısacası, şahsi sansür tarihiniz nedir?
Biz bu röportajı yaparken henüz tarih 21 Aralık’ı bulmamış durumda. Dünyadaki hatrı sayılır bir nüfusun inancına göre belki de asla yayınlanma imkanı bulamayacak şeyler söyleyeceksiniz. Peki ya bugüne dek söylediklerinizin kıyamet dışı nedenlerle yayınlanamadığı oldu mu? Kısacası, şahsi sansür tarihiniz nedir?
Doğrudan sansür sansürün hantal biçimidir, genellikle çok işe yaramaz. Yanlış Cumhuriyet kitabım yayınevlerinin ödü koptuğu için 2008′e dek 13 yıl yayımlanamadı. Ama sanırım yeterince kararlı olsam yayınlamanın yolunu bulurdum. Bir kitabım Allah’a ve peygambere dokunduğu için, bir başka kitabım feministlere dokunduğu için yayınevlerince reddedildi. Ama sonuçta bir yerden olmasa başka yerden çıkış yolu buluyorsun.
Asıl kahredici olan sansür yöntemi, son devirde iyice uzmanlaştıkları yöntem, itibarsızlaştırma. Biliyorsunuz yakın dönemin en alçakça itibarsızlaştırma kampanyalarından birine maruz bırakıldım. Yaptıklarıma ve söylediklerime söyleyecek söz bulamadıkları için bel altından vurdular, başta Hürriyet gazetesi ve o zamanki genel yayın yönetmeni olmak üzere. O yetmedi, Şirince’de yaptıklarıma dair bin türlü yalan haber yaydılar. Geniş bir kesim üzerinde etkili olmayı da başardılar maalesef. Öyle olunca sansüre gerek yok. Sen istediğin kadar konuş, söylediğin duyulmaz oluyor. İnsanlar kulaklarını ve gözlerini kapatıyor. Ya da söylediğini bir tür çarpıtma tünelinden geçirip algılıyor.
Çıktığınız televizyon programlarına “gökten indirilen” cezalarla birlikte düşünüldüğünde sizin için memlekette yasak bölgelerin sayısı gittikçe artıyor. Sizse sözü sivrileştirmekten korkmuyorsunuz. Bir entelektüel olarak bu bir strateji mi?
Alakası yok. O tip “stratejilerle” kaybedecek vaktim yok. Zaten ince stratejilere pek aklım ermez. Doğru olduğuna inandığım neyse onu söylüyorum. Şöyle bir temel iyimserliğim var: kafasındaki şablonlar ne olursa olsun insanların özünde dürüst olduğuna, hakikatin ve samimiliğin sesini duyunca tanıdıklarına inanıyorum. Yani putçu zümre istediği kadar bağırıp çağırsın, yasaklamaya çalışsın, yeterli sayıda insan her zaman söylediğini duyuyor. Duyunca da senin haklı, onların haksız olduğunu idrak ediyor.
Kitabınızda Hrant Dink’le ilgili bölümde Dink’in “ürkek” tavrına değiniyor kendi tavrınızı farklı bir alanda konumlandırıyorsunuz. Sizce Cemaat ve Ermeniler’in korumacı tavırları Türkiye’de azınlık olmanın “olmazsa olmazı” mı?
Lütfen yanlış anlaşılmasın, Hrant’ın cesaretini ve yaptığı işin büyüklüğünü inkâr etmedim ve etmem. Sadece bir üslup farkından söz ettim kitapta. Türklere kendini kanıtlamaya ve sevdirmeye çalışan Ermeni modelinden oldum olası hazzetmedim. “Bak ben dostum, yüreğim temiz, dolma ve topik yerim, eskiden ne de güzel komşuyduk” muhabbeti beni iğrendiriyor. Yok kardeşim, iyi olduğumu sana kanıtlamak gibi bir derdim yok benim. Sen hele bana kanıtla senin iyi olduğunu.
Aslında “peygambere hakaret” diye lanse edilen konu üstüne çok konuştunuz, sizi izleyenler de görüşlerinizi duydular. Ama benim merak ettiğim başka bir konu var. Siz hayatınız boyunca, aykırı biri olmanıza rağmen sizle oldukça karşıt kişilerle iletişim kurabilmişsiniz. Türkiye’deki “aydın” diye anılan kesime baktığımızda ise hep kitleleri karşılarına düşman olarak aldıklarını görüyoruz. Bu bağlamda siz Türkiyeli aydın ve evrensel anlamda aydını nerede konumlandırıyorsunuz?
Tabii Türk aydının tarihsel ve sınıfsal problemleri var, toplum çoğunluğuna yabancı olmaları ve çoğunluk tarafından öyle algılanmaları ciddi bir handikap. Ben bu hususta biraz farklı bir konumda olduğumu düşünüyorum. Bir kere Cihangir’de oturmuyorum, Anadolu’nun bir dağ köyündeyim yirmi seneden beri. Memleketin aşağı yukarı her karışını yakından tanıyorum, 800 küsur ilçenin en az 750′sinde bulunmuşum. Yazarlığımın yanısıra esnafım, çarşı dilini de iyi konuşurum. Popüler İslami lisanı ve onun arkasındaki literatürü sanırım hiçbir Cihangir aydının tanımadığı kadar tanırım. Belki bu yüzden konuştuğum zaman standart “aydın” dilinden farklı bir dil konuştuğum farkediliyor. Bir nebze belki daha iyi duyuluyor söylediklerim.
Agos’tan Taraf’a oradan da tekrar kendi mecranıza dönüş yaptınız. Başkasının alanına yazmak sizi tedirgin eder mi? Blog’unuzda, yahut kendi yönettiğiniz bir mecrada yazarken daha rahat hissediyor musunuz?
Fark etmez bence. Organize ortamlarda bazan tutukluk yapıyorum, doğru, arızaya yol açtığı oluyor. Ama söyleyecek bir sözün varsa, hangi ortamda olursa olsun söylemenin yolunu bulursun, kaygılanmaya gerek yok.
Medya artık tam anlamıyla bir endüstri halini aldı denebilir. Cihangir de özellikle ana akım medyanın, kısa vadeli işleri için kahveden yevmiye karşılığı adam topladığı bir yere dönüştü. Hiç o kahvede olmayı arzuladığınız olmuyor mu? Belki bir dizi senaryosu gelir, belki bir film. Mahlas kullanmak da serbest.
Medyadan uzak durmak daha iyi sanırım. Yorar insanı.
İnsan bedeni ve emek üstüne tartışma uzun yıllardır süregeliyor. Geçtiğimiz günlerde Redhack grubu adına bağlanan bir sözcü radyo yayınında vesika alan kadınların sayısının artmasından yakındı. Bunu ahlakçı bir tavır olarak mı yorumluyorsunuz? Beden emek ilişkisine bakışınız ne?
Fuhuş sektörü özellikle Türkiye gibi ülkelerde, polisin kontrolünde iğrenç bir köle ticaretidir. Doğu blokunun çöküşünden sonra kısa bir süre o sektörde serbest piyasanın koşulları ortaya çıkabilecek gibi göründü. Sonra tekrar kontrol altına aldılar. Bugün bağımsız çalışan bir kadının dürüstçe fuhuştan geçimini temin etmesi imkânsız gibidir. O yüzden Redhack’çi arkadaşın, söylediğini belirttiğiniz sözü hakkında siyah beyaz bir yargıda bulunmak kolay değil.
Yoksa doğal olarak fuhşa ahlaki bir itirazım yok. Para karşılığında beynini satmaktansa amını satmak daha masum bir iş şüphesiz.
Şirince’de sular duruldu mu sizin için? Hukuki olarak devam eden bir süreç var mı?
Yerel mahkemede karara bağlanmış, Yargıtay’da kesinleşmeyi bekleyen yaklaşık 18 yıl hapis cezam var. Beş mahkûmiyet sit alanında izinsiz inşaat, galiba dört tane mühür fekki, iki tane orman alanında izinsiz işlem, bir iki tane de devlet memuruna hakaretten. Yargıtay’dan karar çıkar mı, çıkmaz mı, ne zaman çıkar, bir bilgim yok. Ama bundan gayri iki seneden beri üstüme varmıyorlar. İnşaata tam gaz devam ettiğim halde.
Aslanlı Yol çok mühim, açıkçası DVD’deki belgesel çalışması da yeni olan şeylerin çoğu zaman korkutucu olmadığının habercisi. Bugüne dek yayınlayamadıklarınızı yeni medya aracılığıyla paylaşmayı düşündünüz mü hiç?
Bugüne dek yayımlamak isteyip de yayımlayamadığım bir şey olmadı, Allaha çok şükür.
Ülkenin neredeyse tüm tabularına dokunmuş, kavga edilmesi gereken tüm kurumlarla kavganızı etmişsiniz. Ama ben sizin çıkışlarınızda hep uzun zamana yayılan bir tavır seziyorum. Güncel siyasete pek kapılmıyorsunuz. Bunu bir çeşit korumacılık olarak mı görmeliyiz?
Türkiye’de güncel siyaset kısır bir kasaba dedikodusundan öteye gitmiyor. Severim ara sıra dedikoduyu da, üzerinde kalem oynatmaya değmez kanımca.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder