Pek duyarlı, alıngan, hayal gücü zengin bir genç. Yetim. Zengin kadınla evlenince sesini duyurma imkânı buluyor. Mekke’de sayıları az olmayan Hıristiyanlarla ve (belki daha az sayıda) Yahudilerle temas ediyor. Onların menkıbelerini seviyor. Peygamberlerine özeniyor. Bir tür quasi-İbrahimî öğretiyi yaymaya girişiyor. Unutma ki o devirde Yahudo-Hıristiyanlık, çağın “globalist” akımı. “Bırak Mekke’nin köhne tanrılarını” diyor. “İstikbal kuzeydedir! Dünya Tek Tanrıya gidiyor. Uyan. Oku.”
Bugün olsa Avrupa Birliği taraftarı olurdu, kuşkum yok.
Müritleri artıyor. Çevresi büyüyor. Dinî çoğulculuğuyla tanınan Mekkelileri bile rahatsız etmeyi başarıyor. “Oğlum,” diyorlar, “senin tanrına itirazımız yok. Bak, Yahudilerin el-Eloh’una bile Kâbemizde yer açtık. Rahmetli dedenin yolundan gidip Yahudilere özeniyorsun, anlayışımız sonsuz. (Oğluna Abdul-Eloh adını vermişti o da.) Ama sen de başkalarının inançlarına saygı göster.” Laf anlatamayınca sürüyorlar.
Medine’ye sığınıyor. Medine’de Yahudiler egemen. Dolayısıyla kendi zihniyetine daha uygun bir ortam bulduğunu sanıyor. Yahudilere ittifak teklif ediyor. Sünneti, kurbanı, domuz yasağını, Kudüs’e secde etmeyi kabul ediyor. “Ama,” diyor, “İbrahim’in halefi İshak değil İsmail’di. Araptı. Benim önderliğimi kabul edeceksiniz.” Yahudiler bir müddet tereddüt ettikten sonra reddediyorlar. Şah mat! Projesi çıkmazdadır. Yahudiler fena kazık atmıştır. Global dünyanın peygamberi olma hayali ağır darbe yemiştir.
O noktadan sonra artık bambaşka bir insandır. Kaybedecek şeyi kalmamış bir kumarbazın yırtıcılığını sergiler. Medine’yi Yahudilerden temizler. Ayakta kalmak için finansman gerektiğini anlar; banka soygunculuğuna başlayan Dev-Gençliler gibi, kervan soygunculuğuna girişir. Mekkelilere karşı iki sürpriz zafer kazanınca cüreti artar. Potu artırır: kendisine katılacak olanlara brüt kârdan %80 teklif eder. Böyle cazip teklife kim direnebilir? Az zamanda, Arabistan’ın tüm servet avcıları yanındadır. Kasaları dolup taşar. Mısır tekfuru ile Suriye hakimi, gücünden ürkerler.
Son günlerinde geriye dönüp içi sızlamış mıdır? Fethi Okyar’a “vaziyetimiz tam bir diktatörlük manzarasıdır,” diye dert yanan Atatürk gibi, pişmanlık belirtisi göstermiş midir? Çadırında oturup arpa ekmeği yediği daha sade ve idealist günlerine özlem duymuş mudur? Duymuştur elbette. İnsanoğlunun kalbi tek sesli değil ki?
Ama büyük handikapı, libidosudur. İnsan belli bir yaştan sonra servetten de, ganimetten de gına getirebilir. İşi haleflerine devredip çadırına çekilebilir. Ama et tutkusu başka türlü bir ateştir. İnsanın aklını da, vicdanını da karartır, iradesini esir alır. Altmışını geçmiş bir adam, kendisine yılda iki taze gelin getiren bir yoldan geri dönebilir miydi? Zor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder