[Aslanlı Yol'dan bir bölüm. Bugünkü duruma da uygun. Şahsiyata girmem affedilir, umarım.]
Çok fazla şey öğrenmişsin. Çok çeşit insan tanımışsın, farklı hayatlara girip çıkmışsın. Bir yer gelir, karşılaştığın herkes sana eksik gelmeye başlar. Ne kadar küçüktür dünyaları! Ne kadar uyduruk varsayımlar üzerine kuruludur yargıları! Ne kadar emin görünürler kendilerinden! Kimliklerini,folklorik bir kıyafet gibi üstlerinde taşırlar. Bu: solcudur. Şu: esnaftır. O: akademiktir. Öteki: mazlum Ermenidir. Beriki: üstün dünyaların Almanıdır. Seni de kendilerinden sayarlar, bağırlarını açarlar. Oysa sen onlardan değilsindir. Gittiğin her yerde “ben burada değilim” duygusuyla yaşarsın. Feci bir yalnızlıktır.
Çok bilen çok yalınır, doğrusu bu.
Senin sırtında taşıdığın bohçayı gözleri görmez. Ne bilecekler? Sabahlara kadar Aristoteles’le mi boğuşmuşlar? Askeri mahkemede kırk sene istemiyle mi yargılanmışlar? Polonya’da paravan şirket mi kurmuşlar? İmparatorluğun yöneticileriyle kadeh mi tokuşturmuşlar? İhtilal semineri mi vermişler? Cree Kızılderililerinin barında çalışan sevgilileri mi olmuş? Bursa’da bayi toplantısı mı yapmışlar? Çekoslovakya’da mazlum Almanların izini mi sürmüşler?
Kendini farklı bir yere koyman değildir mesele. Her olduğun yerde sen sensindir. Sanki oraya aitmişsin gibi davranmayı, sanki onlardanmışsın gibi hissetmeyi bilirsin. Bilmesen zaten oralara gidemezdin, tökezlerdin. Bilgisayar satarken bilgisayarcısın, sektör muhabbetinin alasını yaparsın, bayilerin hayran olur. Akademikken akademinin dilini zorlanmadan konuşursun; bir makaleye dörtyüz dipnot atarsın, ağızları açık kalır. Solcuyken sosyalistliğin feriştahını bilirsin; jargonu paylaşırsın, onlarla aynı sigarayı ve aynı çayı içersin. Washington’ın koridorlarında da rahatsın, Varşova’da da zorluk çekmezsin.
Ama o rahatlık, aynı zamanda senin çıkmazındır. Burada rahatsın evet. Ama orada da rahatsın. Her yerde rahatsın. Sıkıştın mı kaçacağın yerler vardır. Bir ayağın hep dışarıya çeker. “Tüh, ceketimi Peru’da unutmuşum, gidip alayım bari,” der gibisin. “Siz beni beklemeyin.”
İnsanlar senin kaçıcılığını sezer ve tehlikeli görürler. Senle ilgili, tanımlayamadıkları bir huzursuzluğa kapılırlar. Seni kaygan bulurlar. Başta seni ne kadar benimseyip kendilerinden saymışlarsa sonraki düş kırıklıkları o kadar büyük olur. Tüh, kandırmış bizi! Oysa kandıran filan yok, kartları baştan alabildiğine açık oynamışsın.
Yüreği daha geniş olanlar bazen cüret eder, seni kucaklamaya çalışırlar. “Gel benim yalnız ve kaypak evladım, ben seni sıkı sıkıya tutarım,” derler. Yarana merhem olmaya çalışırlar. İyi insanlardır; belki bir süre kanarsın, Kirke’nin iksirini içmeye yeltenirsin.[1] Ama çok geçmeden hafakan basar. Kucak sana dar gelir. Sen ki kaçışın binbir yolunu bilen adamsın, kendini inkâr etmeden o küçücük alana nasıl sığacaksın?
“Tek çaresi vardır bu illetin, o da aşk,” diye bazen kendini kandırırsın. Birisi seni kayıtsız şartsız sevse. O musun, bu musun diye dert etmese. Hikâyelerden ördüğün labirentin gerisinde seni çıplak halinle, hayvan halinle tanısa. Öyle bir senin var olduğuna inansa. Seni de inandırsa. Ah!
Hayaldir tabii. Hiçbir aşk, benliğini tümüyle tüketmez. O ilişkinin sınırları içinde bir yere oturursun eninde sonunda. Alışkanlıkların oluşur, huyların – ve huysuzlukların – şekillenir. Nesneleşirsin. Bir gün gelir, “İşte seni tanıdım, gizlin saklın yok benden,” derler. Tam da o gün senin kaçacağın tutar, “Tüh, ceket gene Peru’da kalmış, ben bir dolanıp geleyim.”
[1] Odysseia 10.212 v.d.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder